14 Aralık 2002
İstanbul, Armada Oteli
20:00 – 20:30
Ömer Madra: Küresel jeopolitik çerçeve içinde, gittikçe güçlenen ABD hegemonyasına, yani Amerikan Barışı’na (Pax Americana) karşı durabilecek bağımsız bir güç oluşması imkânını görebiliyor musunuz? Yani, dünyanın dürüst vatandaşlar için nispeten daha ‘güvenli’ bir yer hâline gelebilmesi için? Avrupa (genişleyen AB) böyle bir karşı durma rolü için uygun mu ve bu rolü oynayabilecek durumda mı? Özellikle Orta Doğu açısından bir alternatif söz konusu mu?
Irak’ın istilâsı ihtimali giderek artıyor, neredeyse kesin gibi. Bu olursa, Irak’ın istilâsından sonraki “yeni dünya düzeni” sizce nasıl olacak? AB dışında kalırsa Türkiye’nin pozisyonu ne olur? ABD, Türkiye, İsrail ve Filistin Otoritesi arasındaki ittifak güçlenir mi sizce?
ABD’nin Gücü, Görünenin Aksine Hayli Kırılgan
Noam Chomsky: Her şeyden önce, kişisel görüşüme göre, ABD’nin gücü, yüzeyde müthiş gibi görünüyorsa da, aslında son derece kırılgan. ABD, birçok bakımdan, 50 yıl öncesine kıyasla çok daha güçsüz. Mesela dünya refahındaki, dünya üretimindeki payına bakarsanız, 1940’larda bu pay yaklaşık yüzde elliydi; 1970’lerin başına gelindiğinde yüzde 25’e düşmüştü. Bu, hâlâ muazzamdı tabii, ama yüzde elli de değildi. ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana daima dünyadaki başlıca askerî güç olmuştur; şu anda da dünyadaki bütün diğer askerî kuvvetlerin toplamından daha büyük bir güce sahip. Ama, askerî güç, kudretin sınırlı bir biçimidir: Çünkü, birçok unsur tarafından sınırlandırılmış bir güçtür, ve onu sınırlayan faktörlere ABD’nin içteki gelişmeleri de dahildir. Denetim sistemi bence çok kırılgan; bu gücü kullananlar da bunun pekâlâ farkında. İşte onun için de müthiş bir propaganda kampanyası yürütülüyor.
Meselâ, şimdi şu yaklaşan Irak savaşını ele alalım. Tarihte halklar arasında şimdiye kadar böylesi büyüklükte bir savaş protestosu örneği olduğunu sanmıyorum. Herhangi bir yerde, tarihte hiç olmadı. Üstelik, unutmayın, savaş patlamadan önce! Aslında, bir savaş çıkmadan önce ona karşı çıkıldığının tarihte daha önce herhangi bir örneğini de hatırlamıyorum. Şimdiyse muazzam. Amerika da dahil. Şimdiye kadar olmuş herhangi bir protestonun çok çok ötesinde boyutlarda. Bütün dünyaya yayılmış durumda. Savaşa neredeyse hiçbir destek yok. İngiltere hükümeti destekliyor bir tek, ama bu hükümetin halkından da hiç destek yok. Bir de İsrail hükümeti var destekleyen – o da kendi sebepleri yüzünden. Bunların dışında tek bir destek bile yok bu savaşa. Amerikan halkını bu savaşa katlanabilecek hale getirmek için bile devasa bir propaganda kampanyası yapılması gerekti. Desteklemesi değil, katlanabilmesi için. Hayatlarının tehlikede olduğuna onları inandırmak için gerekti bu kampanya.
Dünyaya bir bakın: Kim korkuyor Saddam’dan? Yani, herkes nefret ediyor ondan tabii, ama ‘korkan’ var mı? Kuveytliler korkmuyor, İranlılar korkmuyor. Aslına bakılırsa, Amerikalılardan başka korkan yok. Tek korkan, Amerikalılar. Onlar hakikaten Saddam’dan korkuyorlar. Amerika’da sürekli konuşmalar yapıyorum, belki binlerce kişi geliyor. Bakıyorum, çok kaygılılar. Eskisinden çok daha büyük korkular içindeler. Vietnam savaşı zamanından bile çok daha fazla korkuyorlar. Üstelik, o korku da savaşın başlamasından yıllarca sonra ortaya çıkmıştı. Ama tabii, savaşı gerçekten durdurmak isteyen insanların, bundan çok kaygı duyanların, bir de korkudan deliye dönmüş olanların iç içe bulunduğu bir karışım var ortada. “Onu şimdi durdurmazsak, yarın gelip o bizi öldürecek!” Bu lafları medyadan, Başkan’dan ve başkalarından her allahın günü duyuyoruz.
Ama bu, bir zayıflık belirtisidir. Kudretin zayıflığının belirtisidir. Halk bir savaşa katlansın, onu tolere etsin diye böyle bir propaganda kampanyasına başvurmak zorunda kalmak, zayıflık işaretidir…
Şimdi 40 yıl geriye, Kennedy’nin Güney Vietnam’a karşı savaş açtığı döneme gidelim, Kennedy’nin propaganda ihtiyacı yoktu. Kimin umurundaydı savaş? Başka bir ülkeyi bombalamak mı istiyorsun? Bombalarsan bombala. Kimsenin umurunda bile değildi.
Şimdiyse durum adamakıllı farklı. Bırakın pür heves savaşı desteklemeleri, sadece bir savaşı tolere etmeleri için dahi insanları korkutup dehşete düşürmek amacıyla kitlesel propaganda kampanyaları yapmaları gerekiyor.
Daha da geriye gidelim. Mesela Birinci Dünya Savaşı’nı alalım: Her tarafta, işin içine karışan bütün ülkelerde halklar coşkuyla destekliyorlardı savaşı. Entelektüeller de öyle. Kendi ülkelerini kuvvetle destekliyorlardı. Savaşın ilk birkaç yılında tabii. Şimdiyse, dünyanın her yerinde ezici bir savaş karşıtlığı var. Bu da, kudretin zayıflığının kanıtı.
AB Dünyada Bağımsız Rol Oynayabilir, Eğer…
Şimdi sorunuzun öbür kısmına dönersek: Avrupa Birliği ve Türkiye’nin üyeliği meselesine… Bunlar birbirine bağlı zaten. Avrupa Birliği, prensip olarak, ABD’ye karşı bir güç olabilir. Ekonomisi ABD’ninkine denk, hatta ABD ekonomisini geçiyor belki de… Nüfusu eğitimli, işleyen bir sosyal sistemi var… Evet, müthiş miktarda silâhı yok, ama askerî güç, ABD ile rekabet açısından tek geçerli faktör de değil. Öte yandan, AB, bağımsız bir yol izleyebilir. Türkiye AB’ye girsin diye ABD’nin bu kadar hevesle uğraşmasının sebeplerinden biri de, Türkiye’yi potansiyel bir ‘Truva Atı’ olarak görmesi. Avrupa Birliği’nin bağımsız yönde ilerlemesini baltalayacak bir Truva atı. ABD, tamamen aynı sebeple Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılması için de çok bastırıyor. AB’nin dünyada bağımsız bir güç olmasından korkuyor çünkü.
Aynı şey, Asya için de geçerli. Birkaç yıl geriye gidelim: 1997-98’de Asya krizi gelirken Japonya, şimdi tam hatırlamıyorum ama, 100 milyar dolar gibi devasa bir fon vermeyi önermişti: Asya ekonomilerini âcil durumda ayakta tutmak için; sonradan mali bir kriz patlak vermesin diye. Her neyse, bunun merkezi Japonya idi. ABD bunun önüne set çekti. Merkezi Japonya olan bağımsız bir Asya da istemiyor çünkü, kendi yolunda gidebilecek olan. Bu, gene de oluyor ama. Yani mali kaynakların kontrolü dünyanın belli başlı üç ekonomik bölgesinde; Avrupa’da, Kuzey Amerika’da ve Asya’da toplanıyor diyebiliriz. Aslında, Asya mali kaynakların denetiminde önde gidiyor. Eninde sonunda dünya meselelerinde bunun etkisi görülecek.
Bunun dışında, tüm uluslararası ekonomik rejimin, neoliberal rejimin başı fena halde belada. Sırf ekonomik açıdan, ekonomik terimlerle bakarsak, tam bir başarısızlık var ortada. Öncelikli amacı açısından, yani –her yerde görüldüğü gibi– demokrasinin altının oyulması açısından bakılırsa, başarılı bir rejim. Ne var ki insanlar bundan hiç hoşnut değil. Kuralların en sıkı şekilde uygulandığı bölgelere, mesela Latin Amerika’ya bakıldığında, buralardaki ülkelerin ekonomik açıdan en kötü durumda olduğu görülür. Buralarda biçimsel olarak demokrasi var; fakat demokratik kurumlara inanç keskin biçimde düşmekte, tıpkı ABD’de olduğu gibi. Çünkü bu kurallar işlemiyor. İşlememesinin sebeplerinden biri de, kasıtlı olarak demokrasinin altını oyan neo-liberal programlar. Bu da, çok zayıf, kırılgan bir sisteme götürüyor işi. Dünyanın dört bir yanında buna karşı koyan halk hareketleri var ve bunlar daha önce hiç yoktu. Küresel adalet hareketi gibi bir şey daha önce hiç görülmemişti. Biliyor musunuz, bu, tarihteki ilk gerçek enternasyonalin tohumu. Daha önceki enternasyonaller çok dar tabanlıydı ve dışarıdan kontrol ediliyorlardı vesaire… Oysa bu enternasyonel sahici. Porto Alegre’ye gidin: Bu yıl belki yüz bin kişi toplanacak orada, dünyanın dört bir yanından. Campesino’su (köylüsü), çevrecisi, kuzeyli işçisi… yani akla gelebilecek her türden insan… Ve, çok coşkulu, kanlı-canlı, dünyayı değiştirmekte çok kararlı…
Bütün bunlar önemli gelişmeler. Dolayısıyla, sistem güçlerinin hiç de o kadar kök salmış olduğu kanısında değilim. Dünyanın efendileri de bunu biliyorlar zaten.
Şimdi daha dar sorunuza, AB ve Türkiye’nin üyeliği meselesine geçersek: ABD’nin bunu bu kadar bastırmasının önemli sebeplerinden biri de bu. Tabii, daha dar bir sebebi de var: Türkiye’nin Irak’ta yaklaşan savaşın içinde rol almasını istiyor. Bu, bir çeşit rüşvet. Ama, bu, kısa-vadedeki amacı. ABD’nin uzun vadedeki çıkarı ise gayet basit: AB’nin altını oymak.

Elbette Türkiye bu rolü oynamak zorunda değil. Bu, elbette, bir ‘tercih’ meselesi… Bence mevcut sistemin çöktüğünü görebilmemiz için birçok imkân ve bayağı ümit var ortada. Ama zamanlama sorunu var tabii. Küresel yıkım yönündeki hareketler çok hızlı. Bunu durdurmak açısından zaman yetecek mi? Bu sorunun cevabı çok net değil…
Şimdi bakın, bilmiyorum burada tartışması oldu mu, ama çok şaşırtıcı bir bilgi daha geçenlerde elimize ulaştı! Ekim ayında! İnsan türünün ayakta kalmasının ne kadar bıçak sırtında durduğunu ortaya koyan bir bilgi.
Tarihte İnsanlara Açıklanan En Çarpıcı Bilgi!
Bu, muhtemelen, tarihte bugüne kadar insanlara açıklanan en çarpıcı bilgi idi!
Havana’da, Küba füze krizinin 40. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen zirvede yapılan bir açıklama bu! Füze krizi sırasında karar verme durumunda olan Rus, Amerikan liderleri ve Kübalılar katıldı bu zirveye. Burada, füze krizine ilişkin olarak birtakım yeni bilgiler de ortaya çıktı. Bunların arasında şu gerçek de vardı: Dünya, kendisini yok edecek bir nükleer savaştan, tek bir Rus denizaltı komutanı sayesinde kurtulmuştu. Krizin doruk noktasında Kennedy Küba’yı çepeçevre saran bir abluka emri vermişti: Deniz ablukası. Küba’ya gelen Rus gemilerinin ablukayı ihlâl edip etmeyecekleri belli değildi. Bu gemilere denizaltılar eşlik etmekteydi. Şimdi anlaşıldığına göre, denizaltılar nükleer başlık taşıyordu. Geçen Ekim ayındaki bu zirveye kadar bundan kimsenin haberi yoktu. Rusya’da, nükleer füzeleri kullanma yetkisi, tıpkı ABD’de olduğu gibi, merkezde değildi. Bu yetki aşağı kademelere, komutanlara bırakılmıştı. O günkü kurallara göre, nükleer füze atma konusunda üç komutanın mutabakata varması gerekiyordu. Denizaltılar, ABD destroyerleri tarafından izlenmeye başlamıştı. Rus denizaltı komutanlarından ikisi, nükleer füzelerle cevap vermeye karar verdiler. Üçüncü komutan ise bu emrin iptalini sağladı.
Eğer o gün tek bir füze fırlatılmış olsaydı, bugün hepimiz ölmüş olacaktık. Bu, Kuzey Yarıkürenin sonu demekti. İşte, bu kadar kıl payı!
Şimdi, orada neyin söz konusunu olduğunu düşünürseniz, bugün de çok gündemde olan iki şeyin aynen mevcut olduğunu görürsünüz: Uluslararası terör ve rejim değişikliği!
Kennedy yönetimi, Küba hükümetini devirmek için dev bir uluslararası terör kampanyası yürütüyordu. Bu, uluslararası terör ve rejim değişikliğidir işte. Ruslar buna karşılık olarak çılgınca bir davranışla oraya nükleer füzeler yerleştirmişti. Ama olayın bağlamı buydu. Ve bu, neredeyse kuzey yarıkürenin yok oluşuna götürüyordu bizi…
Bu haber dünyanın her yerinde, her allahın günü, her gazetede birinci sayfadan manşet olmalıydı! Bu gerginlik ve tehlike sürüp gidiyor…
Şimdi de aynı meseleler karşımıza çıkıyor. Ama şimdi daha da gergin ve tehlikeli! İşte vardığımız yer burası!
Şunu da eklemek lazım: Eminim bu haber burada, Türkiye’de haber olmamıştır. ABD’de olmadı. İngiltere’de de olmadı bildiğim kadarıyla.
Bu yılın 23 Ekim’inde BM Genel Kurulu’nda (ona tekabül edecek bir karar organında) iki hayati karar aldı. Birinci karar, 1925 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ni, yani kimyasal silâhların kullanılmasını yasaklayan sözleşmeyi yeniden onaylıyordu. İkincisi ise, Uzay Antlaşması’nı yeniden onaylıyordu: Yani, uzaya saldırı silahlarının konuşlandırılmasını yasaklayan sözleşmeyi. Oylamada sadece iki ülke çekimser kaldı. ABD ve İsrail. İsrail zaten otomatiğe bağlamıştır: ABD ne yaparsa o da onu yapar.
Şimdi, çok dikkate değer bir durum değil mi bu: Şu anda kimyasal silâhların yasaklanmasından daha önemli bir şey olabilir mi? Ve de uzaya saldırı silâhlarının yerleştirilmesinin yasaklanmasından?
(Bu arada belirtelim ki ABD’nin çekimser kalması, fiilen antlaşmanın öldüğü anlamına gelir.)
Ve koca ABD basınında bununla ilgili tek kelime çıkmıyor! ABD’de basın üzerinde etraflı araştırmalar yapılır; dolayısıyla, bu konuda hiç haber çıkmadığını söyleyebiliriz. Avrupa’da kimse basında neler yazıldığını araştırmaz, dolayısıyla bundan emin olamayız; ama böyle bir habere rastlayan kimse olmadı. Burada, Türkiye’de de bu haberin çıktığını sanmıyorum. Ama bu, gerçek haberdir. Kamuya ait bilgidir. Ajanslarda yer aldı, haber merkezlerine de gitti ama haber olamadı.
Bu gibi haber ve bilgiler halka söylenmiyor –bu kadar basit işte! Ve hep böyle sürüp gidiyor. Fakat, bütün bunlar şunu gösteriyor ki, dünyanın karşı karşıya olduğu tehlike son derece büyük. Halkların gücü zamanında örgütlenip sistemin yıkım gücünü alt edebilecek mi sorusunun cevabı hiç de o kadar net değil.
Şu andaki ABD yönetimi o kadar aşırı ki, şahinleri bile korkutuyor! Şimdilerde bu yönetim ABD’nin tutucu sağ kanat yerleşik düzeni içindeki şahinimsi tutucu unsurlar tarafından son derece sert bir şekilde eleştiriliyor. Çünkü bu unsurlar yönetimden korkuyorlar; yöneticilerin akıllarını kaçırmış olduklarını düşünüyorlar…
Madra: Havana Zirvesi konusundaki haber ne zaman yayınlanmıştı acaba? Ve nerede?
Chomsky: Geçen Ekim ortalarında… Yaklaşık olarak 15 Ekim’de… Tam tarihini size verebilirim isterseniz. Ama, hani şöyle ellerinin tersiyle yayımlamışlardı neredeyse. Washington Post’ta yer aldı. Ama küçücük bir haber olarak –görmekte zorlanıyordunuz. Haberi saklamışlardı. Ama bu haber çıktı. Haber çıkınca, Kennedy’nin yakın çalışma arkadaşı tarihçi Arthur Schlezinger, bunu ‘tarihteki en tehlikeli an’ olarak tarif etti. Ve bu doğrudur, tarihteki en tehlikeli andı. O Rus denizaltı komutanı da 50 Nobel Barışı ödülü birden almalı, dünyadaki en ünlü adam olmalıydı. Hâlâ yaşıyor. Adı: Vassily Arkhipov. Emri iptal etti ve dünyayı yok olmaktan kurtarıverdi!
Madra: İkinci sorum, biraz önce anlattıklarınızla da yakından bağlantılı ve kısmen cevaplandı da; ama ben gene de sorayım müsaade ederseniz: Dünya Nereye Gidiyor?
Bir yıl önce Hindistan’da Madras’ta (Chennai) verdiğiniz konferansta şöyle demiştiniz: “İnsan hayatında öyle bir döneme giriyoruz ki, zeki ve akıllı olmanın aptal olmaktan daha mı iyi olduğu sorusuna cevap getirebilecek bir dönem olabilir bu.” Şimdi bu konuşmanızdan 13 ay sonra, ABD ‘savunma’ bütçesi 350 milyar dolardan fazla bir meblağla bağlanmışken, ‘uzayda nükleer silahlı askerî tekel’ kurulması projesi (full spectrum dominance) muhtemelen tam istim giderken, yeni bir topyekûn istila savaşı (Irak) iyice yaklaşmışken, ‘savaş suçlusu’ Şaron, Irak’ın ardından İran’a savaş açılmasının şart olduğunu söylerken; 11 Eylül ve dünyada terörle savaş konusunda başmüfettiş olarak Kissinger gibi bir terör uzmanı tayin edilmişken, sizce, insanın bir biyolojik hata olabileceği sorusunun cevabına şimdi biraz daha yakın olabilir miyiz acaba? Ve acaba, insanlık olarak kaderimizi kendi kontrolümüz altına alma şansına hâlâ sahip miyiz?
Avrupa Medenileşmemiştir, Standartlar Fecidir
Chomsky: Bir önceki cevapla aynı olacak. Evet, bir şansımız var. Geçen yıldan beri her iki yönde de gelişmeler oldu: Savaş ve şiddet karşısındaki halk hareketleri hatırı sayılır ölçüde önem kazandı. Öte yandan, yıkıma karşı hareket de hız kazandı. Verdiğiniz bütün örnekler –ve buna askerî bütçedeki devasa artış da dahil hepsi son derecede tehlikeli. Üstelik bu bütçe savunma ile ilgili değil. Savunmayla en ufak alâkası yok. Ayrıca, çok kısa süre önce açıklanan yeni strateji belgeleri de öyle. Bush yönetimi “gerçekte bunlarda yeni bir şey yok” derken kısmen haklı da. Öte yandan, ABD yöneticileri, şimdiye kadar görülmemiş ölçüde yüzsüz. Daha evvelki gün, gizli bir devlet belgesi kasten basına sızdırıldı. Belgede, birkaç ay önce ilân edilen ulusal strateji raporunun ayrıntıları veriliyordu. Dediklerine göre, ulusal strateji raporu şöyle okunmalıydı: ABD şimdi ‘tedbiran, önceden vurma’ (preemptive strike) yetkisini üstlenmekteydi; bu, kitle imha silâhlarına sahip olduğundan ‘şüphelenilen’ herkesi nükleer silâhlarla vurma yetkisini de içeriyordu. Bu tabii, ‘herkesi’ kapsıyor hemen hemen. Prensip olarak, bir biyoloji laboratuarına sahip olan her ülke kitle imha silâhları da geliştiriyor olabilir. Dolayısıyla bu, esas olarak, isteğimiz gibi nükleer silâh kullanma yetkisine sahibiz demek oluyor. Ve böyle vurma işlerini de yapıyorlar. Yemen’deki cinayet olayı meselâ. Batı’da tamamen meşru sayıldı. Oysa bu, haklarında hiçbir şey bilmedikleri 6 kişinin devlet tarafından katledilmesi idi. Yani, bu 6 kişiden birinin –terorist olduğundan şüphe ediyorlardı -terörist ne demekse artık. Dünya düzeninin ilkesi buysa, o zaman herkes görüldüğü yerde katledilebilir demektir. Asıl çarpıcı olan da, sadece bunu yapmış olmaları değil, bunun hoşgörülmesi idi. Batı dünyasında bununla ilgili bir eleştiri olmadı. Terorist olduğundan şüphe ettiğiniz birini öldürmeniz meşru sayılıyor.
Ya da, Afganistan’ın bombardımana tabi tutulması olayını ele alalım. Batı entelektüel kültüründe, soldan sağa bütün tayf içinde, bu bombardıman neredeyse bütün dünyada ‘haklı savaş’ paradigması örneği olarak tanımlandı. Ama, bir düşünelim bakalım, neydi bu? Daha geçen Haziran’da FBI Başkanı, terorizm soruşturması kapsamında Kongre ve Senato önünde verdiği ifadede ABD’nin 11 Eylül komplosunun Afganistan’da planlandığına inandığını söyledi. Yani, ABD bunu bilmiyor ama, ‘inanıyor’ ki, (11 Eylül) Afganistan’da planlanmış, Almanya’da ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde yürürlüğe konmuş. O zaman, bunun anlamı şu: komplo ile bir şekilde ilgisi olduğuna hâlâ inandıkları için 9 ay sonra Afganistan’ı bombalayabiliyorlar ve bu Batı entelektüel kültüründe ‘haklı savaş’ın paradigma örneği oluyor. Hani Naziler bilebundan iyisini yapamazlardı!
Eğer bu meşru ise, yani bir ülkeyi, orada birinin birtakım terörist hareketlerle belki de bağlantısı olabilir diye düşündüğün için bombalıyorsan, o zaman ABD’yi, Türkiye’yi, İngiltere’yi ya da başka bir ülkeyi bombalayabilecek ülkelerin upuzun bir listesini de çıkarabilirsin. Ve bunun Batı kültüründe meşru, hatta kuşku götürmez derecede meşru olduğunun kabul edilmesi olgusu, çok önemli.
Şimdi bakın, Türkiye’de son günlerde sürüp giden tartışmayı, yani Türkiye’nin AB’ye girebilecek kadar yüksek bir standarda (seviyeye) ulaşıp ulaşmadığı yolundaki tartışmayı izlemek bana oldukça ilginç geliyor. Bu, çok şaşırtıcı!
Avrupa Birliği medenileşmemiştir, ilkeldir! Yani, Türkiye AB’ye üye olmalıdır belki de. Ama, yüksek standartlarından dolayı değil! (Avrupalıların) bağlı bulundukları yaşama standartları sadece tarihi bakımdan değil –tarihi şartları ayrıca konuşmalıyız– günümüz satndartları açısından da, fecîdir.
Madra: Peki, devam edersek… Özellikle Küba füze krizi ile ilgili olarak geçenlerde ortaya çıkan gerçekler hakkında söylediklerinizin ışığında; yani, 40 yıl önce nerdeyse tamamen yokolmanın eşiğine gelmiş olduğumuz düşünülürse, şöyle bir soru soralım:
İnsan türü kendini –ve tabii kendisiyle birlikte pek çok başka türü de– yok etmeyi başarırsa, örneğin, bilimadamı James Lovelock’un şu fikrine katılır mıydınız? Yani, insan silinip gider; ama tabiat ana, bazı eski türler ve yeni evrimleşecek başka türlerle birlikte eskisi gibi, ama insansız, yoluna devam edip gider mi sizce?
İnsanların Biyolojik Hata Olduğu Ortaya Çıkabilir
Chomsky: Gayet tabii! Birçok bakteri dolaşıyor olacak etrafta. Birçok börtü böcek, hamam böceği… Aslına bakarsanız, sadece biyolojik açıdan bakıldığında, yani bir biyologsanız, biyolojik başarının temelde sadece sayılarla ölçüldüğünü göreceksiniz. Yani, bir tür’ün ne kadar başarılı olduğu, etrafta o türden kaç tane bulunduğuna bağlı. Bu kriter açısından alındığında insan, hayli başarısız bir tür. Çok kısa bir zaman öncesine kadar, yani son 10 bin yıl içinde –ki, hiç denecek kadar kısa bir zamandır bu– dünya üzerinde oraya buraya dağılmış olarak yaşayan çok az sayıda insan vardı. Birkaç on bin insandan ibaretti hepsi. Oysa, hamam böcekleri ve bakteriler her yerdeydi. Dolayısıyla, biyolog Ernst Mayr’dan bir alıntı yapacak olursak, Mayr’ın görüşüne göre, başarılı olan türler, bir çeşit ‘aptal’dılar. Tabii, bu bir şaka olarak söyleniyor. Yani, spesifik bir ekolojik ‘niş’e adapte olmuş, kendilerini ona uyarlamışlardı –hamam böcekleri gibi. Ya da çok hızlı bir mutasyonu gerçekleştirme yetisine sahiptiler– bakteriler gibi…
Sonunda, yalnız insanların değil, büyük memelilerin de bir biyolojik hata olduğu ortaya çıkabilir aslında. Yani onların kaderi de çok uzun süre ayakta kalmak, yaşamak olmayabilir. İnsanlığın ise çok kısa bir tarihi var. Homo sapiens sadece 100 bin ya da 200 bin yıl geriye gidiyor. Bu nedir ki? Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman. Ve bu süre içinde insanlar zaten muazzam sayıda türü silip süpürdüler. Erken çağ insanları bütün büyük memelileri yok etti. Mamutlar yok artık.
İnsanlar büyük memelileri öldürüp bitirdi. Şimdi de şen şakrak bir şekilde dünyanın geri kalan kısmını da yok ediyorlar – ve kendilerini yok etmeye de kıl payı yaklaşmış durumdalar…
Dolayısıyla, Ernst Mayr’ın sorduğu, son derece gerçek bir soru.
Madra: Peki, giderek bozulan, kötüleşen şartlarda nasıl oluyor da siz ve sizin gibi insanlar -sizlerden esin alan insanlar- enerjilerini zerrece kaybetmeden, yaşama sevincini hiç yitirmeden yola devam ediyor? “Gerçekliği kuvvete dönüştürecek” şekilde konuşmaya devam ediyor? Bunun sırrı nedir? Ahlaki cesaret mi?
Türkiye, Batılı Entelektüellere Esin Kaynağı Olmalı
Chomsky: Her şeyden önce, “konuşarak gerçeği kuvvete dönüştürme” (speaking truth to power) cümleciğinin Quaker’lardan alınmış olduğunu söylemek gerekir. Ben, birçok konuda Quaker’larla, yani barışçı Quaker’larla hemfikir olma eğilimindeyim. Ama bu cümlecik konusunda hemfikir değilim. “Konuşarak gerçeği kuvvete dönüştürme”nin bir anlamı olduğu kanısında değilim. Dolayısıyla, (ABD Savunma Bakanı) Donald Rumsfeld’e, onun bilmediği bir şeyi söyleyecek de değilim doğrusu. O biliyor zaten. Mesele, farklı değerler meselesi. İnsanlarla konuşurken onlara gerçekleri söylersiniz. Gerçekleri ‘onlara’ anlatıyor değilsiniz, onlarla ‘birlikte oluyorsunuz’. Yani, ben Diyarbakır’a gittiğimde, ya da burada (İstanbul’da) kimseye gerçekliği konuşmak (anlatmak) peşinde değilim. Benimle aynı değerlere sahip olan, aynı taahhütlerle bağlanmış insanlar hakkında bilgi sahibi olma peşindeyim. Böylece, onlarla konuşuyorsunuz, onlardan öğreniyorsunuz. Umutlu olmak için sebepler nedir, bunu öğreniyorsunuz.
Örnek olarak Türkiye’yi ele alalım: Türkiye, birçok açıdan Batılı entelektüeller için bir esin kaynağı olmalı. Entelektüel sınıfın hatırı sayılır bir kesiminin (yazarların, sanatçıların, gazetecilerin, vb.) yalnızca özgürlük ve ifade özgürlüğü için mesela, sesini yükseltmekle kalmayıp, aynı zamanda bu konularda fiilen bir şey yaptıkları tek ülke Türkiye, bildiğim kadarıyla. Üstelik, sürekli tehdit ve tehlikeler altında yapıyorlar bunu. Yaşar Kemal gibi birine nerede rastlayabilirsiniz mesela? Dünya çapında üne sahip bir yazar, düşünce özgürlüğü için sesini yükseltmeye ve bunun bedelini ödemeye, acısına katlanmaya hazır. Batı’da böyle birini bulabilir misiniz? Ya da, İsmail Beşikçi mesela. Bu adam, 15-20 yıl hapiste yatma cezasını göze aldı ve buna katlandı. Kendi devletinin yaptığı zalimliklere karşı gerçekliği dile getirmek adına. Böyle birini Batı’da görebilir misiniz? Üstelik, böyle insanların kocaman bir listesi var. Yazarlar, çizerler, gazeteciler, Leyla Zana gibi milletvekilleri…
Bu insanlar düşünce ve ifade özgürlüğü hakkında konuşmakla kalmıyorlar sadece, devamlı olarak bir şeyler de ‘yapıyorlar’. Günden güne… ve gerçek tehlikelerle yüz yüze geliyorlar. Batı kültüründe böyle bir şey yok. Bütün tarihinde olmadığı gibi, günümüzde hiç yok!
Madra: Batı kültürü derken, büyük, sınaileşmiş Batı ülkelerini kastediyorsunuz herhalde. Çünkü Latin Amerika ülkelerinde de böyle önemli örnekler yok mu?…
Chomsky: Latin Amerika’da daha da fecî tehlikelerle yüz yüze olan insanlar var evet. Çoğu düpedüz katlediliyor. Geçen Şubat’ta Türkiye’deydim. Ardından, Kolombiya’ya gittim. Kolombiya, 1999’da ABD’den en büyük askerî yardımını alan ülke unvanını Türkiye’den devraldı. Bunun sebebi de şuydu: Türkiye’nin büyük baskı politikası başarıya ulaşmıştı. Oysa, Kolombiya’nınki başarıya ulaşmamıştı. O yüzden, en büyük askerî yardım alan ülkeler sırasında birinci sıraya yükselen, Kolombiya oldu. ABD askerî yardımı tutarlı bir şekilde insan haklarını ihlâl edenlere akmaktadır. Kolombiya’da ‘her gün’ katledilen insanların sayısı yaklaşık 10 ilâ 20! Dünyada öldürülen bütün emekçi eylemcilerinin yarısından fazlası Kolombiya’da! Bu yaklaşık 10 yıldan beri böyle sürüp gidiyor –dünyanın yarısından fazlası! Şu anda da topraklarından sürülüp atılan insanların oranı, ‘günde bin’ civarında! Bunun sebebi de paramiliter terörü ve ABD’nin yürüttüğü kimyasal savaş. Aslında ben oralara gittim ve gördüm bunları… Evet, orada da entelektüeller seslerini yükseltiyorlar – sadece baskıya karşı değil, katledilme tehlikesine de rağmen. Ve gerçekten de katlediliyorlar… Ama, tabii Diyarbakır yöresindeki köylüler ve insanlar? Onların durumu karşısında da dünyadaki başka şeylerin, insanların durumunun önemi azalıyor. Endüstriyel ülkelerdeki insanlar için de geçerli bu. Onlar, bu derece baskı ve zulümle karşı karşıya değiller…
Dolayısıyla, insanı cesaretlendirmek ve konusunda epey umutlanacak durum da var ortada…
Madra: Evet, belki Doğu Timor halkının gösterdiği cesarete de bakarak umutlanabiliriz…
Chomsky: Onların gerçekleştirdiği şeyi akıl havsala almaz!.. Yani, 800 bin nüfuslu bir ülkenin, Endonezya gibi devasa bir askerî kuvvetin –ABD, İngiltere ve Fransa’nın desteği ile– giriştiği soykırıma yönelik istilasına dayanabilmesi fikri… Böyle bir şeyin mümkün olabileceğine kim inanırdı? 1970’lerde bu istila ve istilaya verilen Batı desteğine karşı muhalefet başladığında ben de hemen işin içine girdim. Ama, bunun bir yere varacağını aklımdan bile geçirmiyordum doğrusu. Hayal bile edilemez bir şeydi.
Madra: Ve her şeyi göze alarak bağımsızlık referandumunda oy kullandılar…
Chomsky: …Referandumun ardından katledildiler ve Batı da katliamı desteklemeyi sürdürdü. Ta ki, kamuoyu baskısı altında Clinton nihayet Endonezya’ya çekil emri vermek zorunda kalana kadar…
İşte burada –Batılı entelektüellerin öğrenmeyi reddettikleri– bir ders çıkıyor. Çok açık bir ders. Clinton’ın yapması gereken tek şey vardı: Endonezya generallerine ‘bu iş bitti’ demek. Deyince de ertesi gün çekildiler zaten… Aynı şey, Kürtlerin bulunduğu bölgelerdeki baskılar ve mezalim için de geçerliydi. Clinton, buraya silah akıtmak yerine, ‘bunu yapamazsınız’ deseydi, buradaki baskı da dururdu…
Madra: Sorular bu kadardı. Ama, müsaade ederseniz, baştaki soru listesinde sözünü etmediğim tek cümlelik bir soru daha sormak istiyorum: Hâlâ haftada 100 saat çalışıyor musunuz?
Chomsky: (Gülerek) Evet… Hatta günde 100 saat (!)
Madra: Peki, kaç yıldan beri?
Chomsky: Çok uzun zamandan beri…
Ömer Madra