Viyanalı yayıncı, hiciv üstadı, yazar, şair. 28 Nisan 1874’de Avusturya-Macaristan’ın Yukarı Bohemya eyaletinin Gitschin (bugün Çek Cumhuriyeti’nde Jicin) kentinde, Yahudi bir ailenin dokuzuncu çocuğu olarak doğdu. Babası Jakob başarılı bir tüccardı; sonradan bir kesekâğıdı fabrikası kurdu. Annesi bir doktorun kızı olan Ernestine Kantor’du. Aile varlıklılaşınca 1877’de Viyana’ya göçtü. Karl burada en iyi okullarda okudu; tiyatroyla ve edebiyatla ilgilendi. On yedi yaşındayken (1891) annesi öldü; bu onu çok sarstı. Babasının zorlamasıyla Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesine yazıldı, ama derslere hiç girmedi, bunun yerine Viyana’nın yazın hayatına katıldı, ‘Literat-Café’lerin müdavimi oldu, çeşitli gazete ve dergilere yazılar yazdı. Bir ara Felsefe Fakültesine geçerek felsefe ve Germanistik derslerine devam etti, ama bu eğitimi de yarım bıraktı. Yazılarıyla Viyana’nın yazın dünyasını eleştirmeye başladı. 1893’te Arthur Schnitzler’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
“Nefret ettim ve ediyorum bu sahte, yalancı, boyuna kendi kendisine cilve yapan (coquettiert) ‘Decadence’den; savaşıyorum ve savaşacağım bununla: poz yapan, hastalıklı, otuzbir çeken (onanierte) şiirle!
1898’de eğitimini tümüyle bırakarak, ‘Kaffeehausdekadenzmodernen’ adını taktığı yaygın, moda yazın akımlarına savaş açtı. Ancak, kısa zamanda, yerleşik yayın organlarında istediğini yapamayacağını anlayarak kendi dergisini çıkarmaya karar verdi. 1899’un, tabii ki 1 Nisan’ında (!), Fackel’in ilk sayısı, alışılmamış bir yöntemle, ‘tütün büfe’lerine dağıtılarak piyasaya çıktı. Ufak boy derginin kıpkırmızı kapağında, adını ‘illustre’ eden çizim, Viyana siluetinin önünde alev alev yanan kocaman bir ‘meşale’ gösteriyordu: Aydınlatmak için mi, yangın çıkarmak için mi, ikisi birden mi?.. İngilizlerin “üzerinde güneş batmayan” nitelemesinden yola çıkarak ‘üzerine güneş doğmayan imparatorluk’ adını taktığı Avusturya-Macaristan’ın, giderek Alman Reich’ının ‘at sineği’ ve ‘çıban başı’ oldu, Fackel.
Berlin’de Çim Bitmez, Viyana’daysa, Çürür…

Başından başlayarak, aynı zamanda ekonomik olarak da başarılı olan dergi, ilk sayısının birkaç baskıda ulaştığı 30.000’lik tirajından sonra, 8.500-20.000 gibi, zamanı için epey yüksek ortalamalara oturdu. Almanca konuşulan ülkelerin birçok muhalif ve yenilikçi yazarını kendine çekti. Bunlar arasında Peter Altenberg, Adolf Loos, Houston Stewart Chamberlain, Richard Dehmel, Egon Friedell, Else Lester-Schüler, Wilhelm Liebknecht, Detlev von Liliencron, Heinrich Mann, Arnold Schönberg, August Strindberg, Franz Wedekind, Franz Werfel gibi isimler vardı. Ancak Kraus, dergiyi yavaş yavaş moda hâline getiren bu gelişmeden rahatsız oldu. Önce dergiye yazı gönderilmemesini, gönderilen yazıların hiç okunmadan çöp kutusuna atılacağını ilan etti. 1911’den başlayarak da, başkalarından hiç yazı almadan, dergiyi sonuna dek, baştan sona tek başına yazdı. Bu yüzden, bazı yorumcular, haklı olarak, Fackel’in aslında bir ‘dergi’ değil, Karl Kraus’un ‘toplu yapıtlar’ı, ya da ‘başyapıt’ı olduğunu söylerler –haklı olarak; çünkü, Kraus sonradan kitaplaştırdığı metinlerini de (bazılarının tümünü olmasa bile) önce Fackel’de yayımladı.
Fackel, Kraus’un 1936’daki ölümüne dek 922 ‘sayı’ çıktı; 32.000 dolayında basılı sayfa oluşturdu. Dergi, ne haftalık, ne on beş günlük, ne aylık olmak için; vergi yasasında öngörülen ‘dilim’lere girmeyecek bir biçimde “Her ayın başında, ortasında ve sonunda çıkar” ilanıyla başladı. Sonradan “Zorunlu olmayan zamanlarda çıkar” oldu. Her ‘sayı’ 32 sayfalık bir ‘forma’ idi; ama bir süre hiç çıkmadıktan sonra, tek seferde, diyelim ‘210.-242. sayı’lar olarak 32×32=1024 sayfa olabilirdi (–bu oylumda bir ‘sayı’ yok; ama 200 ve 300 sayfayı aşkın bazı ‘sayı’lar var).
Kraus işin ekonomik yanını da şöyle halletti: Babasından kalan mirasın kendi payına düşen geliri geçimine yetiyordu; Fackel’in satışından gelen gelirlerin kâr hanesindekileri de hayır kurumlarına bağışlıyordu. Karl Kraus başlangıçta devletteki, yönetimdeki, yargıdaki, özellikle de basındaki yozlukların, nepotizmin, yolsuzlukların üstüne gitti.

Tutturduğu üslup, tek tek olayları, çoğunlukla basında çıkmış haberleriyle olduğu gibi alarak, hicivle çözümleyip dipte gizli duran bozukluğu, haksızlığı, ikiyüzlülüğü serimlemekti. İşte bir örnek:
“İşsiz, kırk yaşlarında bir kadın işşizlik desteği başvurusunda bulunur. Başvuruları işleme koymakla görevli bir jandarma, kadından cinsel teslimiyet ister ve bu durumda, işsizlik desteğini çabucak elde edeceği sözünü verir. Bunun üzerine kadın kendini jandarmaya koşulsuzca açar, ama gene de işsizlik desteğini alamaz. Kadının yanında ikinci bir jandarma belirir, kadın da ona birincisiyle geçirdiklerini anlatır. Bunun üzerine birinci jandarma kadını iftiradan dava eder. Mahkeme (Salzburg Eyaleti) kadının ifadesini inanılır bulmaz ve onu, şu gerekçeyle mahkûm eder:
1. Kadın inanılır değildir, çünkü yirmi beş yaşında olan jandarmanın, kırk yaşında bir kadından böyle bir şey talep etmesi için anormal olması gerekir.
2. Anormal olsaydı, bu olgu dairesince bilinir olmalıydı.
3. Oysa dairenin bununla ilgili hiçbir bilgisi yoktur, dolayısıyla adam anormal değildir ve dolayısıyla kırk yaşında bir kadına böylesi bir arzu izhar etmiş olamaz.”
Ya da, örneğin, Viyana’da meydana gelen bir depremin ardından, ‘Viyana Üniversitesi Sismografi Bölümü’ antetli kağıdıyla ve “Prof. Dr. Bilmem Kim” imzasıyla, zamanın hem en prestijli hem de en çok satan gazetesi Neue Freie Presse’ye (bugün bizdeki Hürriyet ile Cumhuriyet’in bir ‘amalgam’ı gibi bir gazete…) bir makale gönderir: Yazı son derece ‘yüksek’ bir ‘bilimsel’ dille başlayarak depremi ‘açıklar’ken, giderek “yeraltı köpekleri ulumağa başladı”, “yerin yarıklarından gözyaşları akıyordu” gibi saçma-sapan ifadeler içeren bir biçime girer. Fakat gazetenin editörleri bunun farkına varmadan -ya da yazıyı okumadan- yayımlayınca, bir sonraki Fackel’de ipliklerini pazara çıkarır. Neue Freie Presse, böyle birkaç zoka yuttuktan sonra, ‘Karl Kraus’dan Gelmiş Olabilecek Korsan Yazıları Tespit Etme Editörlüğü’ gibi bir bölüm kurar…
Ancak, Kraus, zamanla, ‘Kıyamet Deneme İstasyonu’ adını verdiği Avusturya’yı böylesi tek tek olayların üzerine giderek düzeltemeyeceğini anladı: “Ben, ceza olarak, böyle bir çağın içine atıldım: Öylesine gülünç bir çağ ki, kendi gülünçlüğünün hiç farkında değil ve gülüşleri de hiç duymuyor.”
Bundan sonra, giderek daha ‘genel’, geniş konular ele almaya başladı. Bu arada ‘Dizeli Sözler’ (Worte in Versen) adını verdiği, vezinli kafiyeli şiirler de yazmaya başladı. Çok özel gönderileri olan bu metinleri, ‘genel’ konulardaki yazılarından ayırdı. Örneğin, özel hayatından da gelen etkilerle (bir yıllık genç sevgilisi, tiyatro oyuncusu ve ‘şaibeli’ bir geçmişi olan Annie Kalman 1900’de öldü), kadınlara uygulanan haksızlıklara, ‘zina suçu’ ve ‘ahlak mahkemeleri’ konularına girdi (Ahlaklılık ve Suçluluk, 1908):
“Bu kadından, ıslıklanma, yuhalanma ve ciddi suçlanma arası hiçbir aşağılama esirgenmeyecektir ki, zina işlemiş bu kadın, yüz kollu bir kamuoyu işkence aletine asılsın; öyle işkencelerle ki, yalnızca parmak mengenesini bilen, ama basını hiç bilmeyen bir Ortaçağ, bunları sağlamakta eksik kalırdı.”
Fackel, Viyana’nın vicdanı haline geldi.
“İdam, belki, caydırıcı olabilir; ama yargıçlar için caydırıcı olduğu hiç görülmemiştir.”
Bu arada, 1899’da Musevi cemaatinden resmen ayrıldı; 1911’de Katolik kilisesine katıldı; 1923’de bundan da ayrılarak hayatının sonuna kadar ‘itikatsız’ kaldı.
“Bir kilise kulesinin tepesindeki paratoner, Sevgili Tanrı’ya karşı düşünülebilir en güçlü güvensizlik oyudur.”
1910’dan başlayarak, ölümüne dek, başkalarınınkilerden, özellikle de kendi çevirileriyle Shakespeare’den ve kendi metinlerinden oluşturduğu, 700 ‘okuma seansı’ (Vorlesung) düzenledi. Bunların gelirlerini de hayır kurumlarına bağışladı.
“Sanatçı, bir çözümden bir gizem çıkarabilendir.”
I. Dünya Savaşı boyunca, hem savaşın kendisine, hem de milliyetçi bir histeri krizine giren yazın ve basın dünyasına karşı, tek başına karşı çıktı.
“Hiçbir şey kalmıyor insanların kafalarında: Bir kulaklarından girip bir kulaklarından çıkıyor kurşunlar.”
Savaş sonunda kurulan Cumhuriyet’in Parlamentosunun aldığı ilk kararlar arasında, Fackel’in sansüre uğrayan, toplatılan yazılarına ve sayılarına yayımlanma izni verilmesi yer alıyordu. Kraus bunları yayımladı, ama parlamenterler de kendi paylarına düşeni aldılar:
“Bütün bunlar olup-biterken, siz neredeydiniz?”…
I. Dünya Savaşı’nın ‘bilanço’sunu İnsanlığın Son Günleri (1919) adlı; beş bölümde iki yüz dokuz sahnede oluşan devasa tiyatro oyununda çıkardı. Tümüyle gerçek yazı ve konuşmaların kişileştirilerek ‘kolaj’ yoluyla kafiyeleştirilip şarkılaştırılmasıyla oluşturduğu oyun, bir ‘kara mizah’ başyapıtıdır. Oyunun korosunun nakaratı şöyle:
“Jeder Russ ein Schuss
Jeder Franzos ein Stoss
Jeder Britt ein Tritt”
‘Ses’i pahasına, şöyle çevrilirse, herhalde:
“Her Rus’a bir kurşun
Her Fransız’a bir tokat
Her İngiliz’e bir tekme”
1933’de Hitler iktidara gelince, ‘Üçüncü Reich’ ve, Alman mitolojisinde, cadıların bir dağda şeytanla buluşup eğlendikleri gece olan 30 Nisan gecesinin ve bunun Goethe’nin Faust’unda çeşitli garipliklerin bir araya geldiği iki gece olarak işlenmesinin imgelerini kullanarak, Üçüncü Walpurgis Gecesi adını verdiği bir uzun satirik polemik yazmaya girişti ve bunun bazı bölümlerini “Fackel niye çıkmıyor?” (!) başlığı altında (316 sayfalık bir ‘sayı’da) yayımladı. Metin şu tümceyle başlıyor:
“Mir faellt zu Hitler nichts ein.”
Birçok tümcesi gibi çevirmesi neredeyse olanaksız olan tümceyi şöyle anlayabiliriz:
“Aklıma Hitler’le ilgili [hiç]birşey gel[m]iyor.
Hitler’le ilgili ne diyeyim, hiç bilemiyorum.
Ne diyeyim Hitler için–hiç…”
Nasyonal Sosyalizm’i zihinsel özellikleri açısından çözümleyen metin, Alman toplumunun “bulaşıcı beyin sarsıntısı”: (epidemische Gehirnerschütterung) geçirdiğini söylüyor, sonuçları sonradan ortaya çıkacak temel özelliklerini çözümlüyordu –koyduğu ‘tanı’, şuydu:–
“Gleichzeitigkeit von Elektrotechnik und Mythos, Atomzertrümmerung und Scheiterhaufen.”
“Elektroniğin ve mitolojinin, atom parçalama ve cadı yakmanın birlikteliği.”
Bitiremediği metnin tamamı 1952’de postum olarak yayımlandı. Aynı şekilde, 1920’lerden başlayarak ‘dil’ üzerine uzun yılların çalışması olan metni Die Sprache de, ölümünden sonra yayımlandı.
“Dil, düşüncenin annesidir, hizmetçisi değil.”
Fackel’in son sayısı (917.-922.) Şubat 1936’da çıktı; Karl Kraus, 1933’de teşhisi konan kalp yetmezliğinden, 12 Haziran 1936’da öldü.
Bertolt Brecht, Kraus’u “modernitenin ilk yazarı” sayar. Gerçekten de, Nietzsche’nin açtığı yolda, ‘yaygın kanılara karşı tek başına kendi doğrularını söyleyen toplum eleştiricisi’ olma anlamında ‘yazarlık’, Karl Kraus’un ilk örneğini verdiği bir kimliktir. Modern ‘eleştirel yayıncılık’ da onu ‘baba’sı sayar.
Oruç Aruoba