70’ler boyunca gittikçe bir çılgınlık haline gelen disko müzik 80’lerin başında kendini tüketti. Basın diskonun öldüğünü ilan etti ve bir ‘Disco Sucks’ kampanyası başlattı. İnsanlar tuhaf bir şekilde Chicago’da Komishi parkında biraraya gelip eski c plaklarını yaktılar. Oysa disko ölmemiş, çıkış noktası olan underground’a dönmüştü. Diskonun ardından dans müziği New York’ta ve Chicago’da farklı yönlerde ilerledi. Bu dönemde Paradise Garage’ın efsanevi Dj’i Larry Levan, funk, soul, disko ve biraz da new wave etkileri taşıyan bir müzik çalıyordu. Yoğun ve güçlü baslar, gospel etkisi taşıyan duygusal vokallerden oluşan bu müzik garage sound’unun ilk örneğiydi. New York’ta gelişen garage, diskonun devamıydı denebilir.

Chicago’da ise vokal yerine daha elektronik seslerin yeraldığı house müzik ortaya çıktı. Chicago sound’una ‘deep house’ da deniyordu. Diskodan house’a geçiş oldukça yumuşak ve belirsiz oldu. 1987 disko, garage ve house’un aynı anda, hatta birarada varolduğu bir yıldı. Larry Levan gibi dj’ler, Chicago, New York ve Detroit’ten gelen son house prodüksiyonlarını setlerine katıyorlardı. New York’taki Sound Factory Bar gibi mekânlarda disko ve house birarada çalınıyordu.
HI-NRG ve Arayışlar…
Disko ile house arasındaki geçiş döneminde Hi-NRG adı verilen bir müzik türü ortaya çıktı. Adından da anlaşılabileceği gibi oldukça hızlı bir dans müziği olan Hi-NRG’de arada yumuşama, durulma bölümleri yoktu. Hi-NRG tam da diskonun yeraltına çekildiği bir dönemde ortaya çıktı. Gloria Gaynor’ın ‘Never Can Say Goodbye’ı Hi-NRG etkisi taşıyan ilk parçaydı. Hi-NRG büyük ölçüde Cerrone ve Giorgio Moroder’in Euro-disco sound’unun etkilerini taşıyordu. Kısa süre sonra son derece hızlı, duygusallıktan uzak, monoton ve yoğun erotik göndermeleri olan bu müzik kulüplerde çalınmaya başladı. Hi-NRG prodüktörleri hem high-tech, ve bir o kadar da ilkel bir sound’un peşindeydiler. Basit melodik yapılar hem insanların hoşuna gidiyor hem de kulüpteki herkesin bir bütün haline gelmesini kolaylaştırıyordu. 80’lerin ortasında house’un güçlenmesiyle Hi-NRG kulüplerden çekildi fakat 80’lerin pop müziği üzerindeki etkisi bir süre daha devam etti.
Diskonun olanakları tükenmiş, prodüktörler ise kendilerini Hi-NRG’nin monotonluğuna kaptırmışken, Chicago ve New York’taki Dj’ler teknolojiyle duygusallığın biraraya geldiği, aşağı yukarı 120 bpm civarında bir müzik arayışı içindeydiler. Bu arayışlar basit bas melodileri ve ‘four to the floor’ ritmi üzerine Chicago’da teknik oyunlardan, New York’ta ise gospel ve soul etkisindeki vokallerden oluşan iki farklı yönde ilerledi. New York’ta diskonun çıkışında önemli rol oynayan Paradise Garage gibi, Chicago’daki Warehouse da house müziğin doğduğu yer oldu.
Warehouse ve Frankie Knuckles…
House’un ortaya çıkışındaki önemli isimlerden biri olan Frankie Knuckles, Larry Levan gibi, liste başı parçalar çalmak yerine underground alanlarda dolanan bir dj’di.

1977’de Chicago’daki Warehouse’un açılış gecesine davet edilmişti. Sonraları house müzik adını bu kulüpten aldı. Knuckles bundan sonra birkaç kez daha Warehouse’ta çaldı. Buradaki dinleyici kitlesi Knuckles’ın çok hoşuna gitmişti. Chicago’dakiler New York’a göre daha hızlı ve sert bir sound’dan hoşlanıyorlardı. Özellikle Warehouse’ta Avrupa kökenli avangard çalışmalara yoğun bir ilgi vardı. Chicago gençliği Kraftwerk’i Barry White’a tercih ediyordu.
Funk, Avrupa dans müziği ve teknoloji faktörü house’un temelini oluşturdu. Bu dönemde çalınan müziklere‘song/şarkı’ yerine ‘track/parça’ denmeye başladı. Bu terim şarkının tekbaşına varlığının yanısıra, dj setinin bir parçası, bir birimi olduğunu da ifade ediyordu.
Disko ve hip-hop gibi house da önce bir dj tarzı olarak ortaya çıktı, daha sonra bu tarzda müziklerin plağa basılmasıyla bir müzik türü haline geldi.
House’un ortaya çıkışıyla bilinen sound’una ulaşması da on yıllık bir süreci kapsıyor. O dönemde basılan plaklardan hangisinin ilk house plağı olduğu konusu oldukça tartışmalı. Fakat birçok kaynağa göre Jesse Saunders’ın Mitchball’dan çıkan ‘Fantasy’ ve ‘I Like To Do It In Fast Cars’ı ilk house parçaları sayılıyor. Şimdi kulağa oldukça eski gelen bu parçalar minimal ritm yapısı ve synthesizer cızırtılarıyla 15 yıl önce insanlar için son derece yeni ve inanılmazdı. Dinleyenler önce neye uğradığını şaşırıyor, bir süre sonra da dansetmeye başlıyorlardı.
The Music Box…
Bu dönemde Chicago’da The Music Box adlı kulüp açıldı. Aynı zamanda Frankie Knuckles da Warehouse’ta çalmayı bıraktı.

Knuckles’ın sound’u house’un temellerini ortaya atmasına rağmen hâlâ disko etkileri taşıyordu.

The Music Box’un en önemli dj’i olan Ron Hardy ise house olayının patlamasına sebep olan ortamı hazırladı. Hardy’nin sound’u güçlü ve cesurdu. Alışılmadık ritm yapıları kullanıyordu. Chicago’da yetişen ikinci jenerasyon dj’ler müzikal gelişimlerinin önemli bir kısmını The Music Box’ta yaşadılar. Cesur bir sound’un kendine yer edindiği The Music Box oldukça underground bir mekândı. Kış ortasında bile tıkabasa dolu ve deli gibi sıcak olan mekânda insanlar tişörtlerini çıkarmış, terden sırılsıklam bir şekilde dolaşıyorlardı.
Dj Farley ve Hot Mix 5 adlı dj kollektivitesi (Mickey Oliver, Ralphie Rosario, Mario Diaz, Julian Perez, Steve Hurley) WBMX gibi radyolarda house müziğin partilere gitmeyen insanlar tarafından da duyulmasını sağladılar. Larry Heard ve Robert Owens Fingers Inc.’yi kurdular. Adonis, Mr. Lee, K. Alexi, Marshall Jefferson gibi prodüktörler durmaksızın parça üretiyorlardı. Lil Louis kendi partilerini düzenliyor, bu partilerde çalıyordu. Fingers Inc. ve Steve Hurley gibi müzisyenler house konusunda araştırmalar, deneyler yapıyor, yeni sesler arıyorlardı. Biraz da diğer dj’lerin hiçbirinde olmayan şeyler çalabilmek amacıyla yaptıkları prodüksiyonlar tutulmaya başlayınca Dj International Records’ı kurdular. Dj International ve Larry Sherman’ın kurduğu Trax Records dönemin en önemli iki plak şirketi oldu. Bu dönemde prodüktörler ve plak şirketleri arasında sürekli “Sen benden çaldın, o benim parçamı sample etmiş…” gibi tartışmalar ve suçlamalar sürüp gidiyordu.
1987’lerde David Moralez, Todd Terry gibi isimler duyulmaya başlandı. New York’ta kapanmış olan Paradise Garage’ın yerini Blaze aldı. Frankie Knuckles ‘Let The Music Use You’ adlı vocal house parçasını yayınladı. Bu plak bir sene sonra İngiltere’de patlak verecek olan ikinci Summer of Love’ın vazgeçilmezleri arasında yeralacaktı. 87’de house artık New York ve Chicago’nun sınırlarını aşmış, Avrupa’ya ve dünyaya yayılmaya başlamıştı. Bu yaygınlaşma sürecinde popülaritesi artarken house müzik pop’laşmaya, pop müzik house’laşmaya başladı. Underground’dan popülere olan kaçınılmaz evrim gerçekleşirken, Detroit’te de içten içe birşeyler kaynıyor, Juan Atkins, Derrick May, Kevin Saunderson gibi isimler techno’nun temellerini atıyorlardı. Aynı dönemde Chicago’da Dj Pierre, Roland 303 adlı bir bas makinasının içinden Acid House denen şeyi çıkardı. Acid House ve Summer of Love’la İngiltere, Punk’tan bu yana en büyük gençlik olayını yaşayacak ve rave kavramı ortaya çıkacaktı. (Bkz; Acid House)
Chicago’daki Warehouse, Powerplant, The Music Box gibi mekânlarda New York’taki Paradise Garage’ın house versiyonu yaşanıyordu. Dj’ler 10 saat süren setler çalıyor, insanlar güneş doğarken sürünerek evlerine dönüyorlardı. Sosyal baskılardan uzak bir ortamda kendini müziğin hükümdarlığına bırakmak dönemin ve house müziğin temel duygusu haline geldi. House denen şey aynı zamanda dış etkilerden uzak, sıcak ve güvenli bir ev gibiydi. Warehouse’ta gecenin zirve noktasında Frankie Knuckles kulüpteki bütün ışıklar kapatıp kulağı sağır edecek kadar yüksek bir volümde, son hızla giden bir tren sesi çalıyordu. Pencereleri de siyaha boyalı olan Warehouse’ta tamamen karanlığa gömülen insanlar çeşitli uyarıcı ve uyuşturucuların ve son derece tuhaf bir tren gürültüsünün etkisiyle çığlık çığlığa bağırıyorlardı.
Sürekli kulüp ve müzik etrafında dönem bir yaşam tarzı içinde Chicago’daki house takipçileri bir süre sonra oldukça bilinçi dinleyiciler haline geldiler. Dj kötü bir mix yaptığı zaman bağırıp, dakikasında rezil ediyorlardı, çünkü dinleyicilerin neredeyse yarısı bu işlerin nasıl yapıldığını zaten biliyordu. Dolayısıyla Chicago’da dj olmak hem daha kolay, hem de daha zordu.
Can You Feel It?..
Disko son derece neşeli ve eğlenceli bir dans müziğiydi. Diskodan türeyen house’ta ise herşeye rağmen melankolik bir hava vardı. Endüstriyel ve elektronik seslerin hüznü işin içine girdiğinden, house hem eğlenceli ve hareketli, bir yanıyla da hüzünlü ve duygusal bir müzik oldu. Garage vokallerindeki gospel etkisi de sadece müzikal değildi, Hristiyan geleneğine ait bazı kavramlar bu müzikte yeni anlamlar kazandılar. House sevgi dolu ve doğru bir dünyada yaşama isteğini dile getiriyordu. Fakat bu istek, bir amacı, inancı, ütopyaları yansıtmıyordu. House’un eğlenceli yanı bu isteği, hüzünlü yanı ise dünyanın katlanılmaz durumunun verdiği sıkıntıyı yansıtıyordu denebilir. House dinleyip danseden bu çocukların dünyayı değiştirmek gibi bir amaçları yoktu. Birşeylerin, hatta birçok şeyin yanlış olduğunu biliyorlarsa da bulundukları yerde yani ‘ev’de, beraber oldukları insanlarla güzel bir ânı paylaşıyor, güzel bir ânı uzatıyorlardı. Farkındalığın verdiği hüzün ve aynı zamanda içinde bulunduğu ânı en yoğun ve güzel şekliyle yaşamak bir jenerasyonun temel duygusu oldu. Sürekli bir yabancılaşma duygusu artık, gülümseyerek danseden bir kalabalığın içinde paylaşılıyordu.
Sona Ertekin
www.acikradyo.com.tr
26 Aralık 2001.
Kaynaklar
Ulf Poschardt; Dj Culture. London: Quartet Books, 1998.
Simon Reynolds; Generation Ecstasy: Into The World of Techno and Rave Culture. New York: Routledge, 1999.