
Amerikalı yazar Cormac McCarthy’nin 2006 tarihinde yayınlanan ‘kıyamet sonrası’ türündeki romanı Yol (The Road) adını taşıyor. Yayınlandığı yıl Pulitzer ve James Tait Black edebiyat ödüllerini kazanan roman, çağdaş İskoç yazar Andrew O’Hagan’ın ifadesiyle “küresel ısınma kuşağı”nın ilk büyük başyapıtı ve aynı zamanda yazarı McCarthy’yi bir hamlede Nobel Edebiyat Ödülü’nün en önemli adaylarından biri haline getiriyor.
Roman, bir baba ile küçük yaşlardaki oğlunun, medeniyeti ve yeryüzündeki hayatın büyük bölümünü yıllar önce yoketmiş olan muazzam bir felaketin ardından kavrulup gitmiş topraklarda birkaç ay boyunca sürüp giden bitmez tükenmez yolculuklarının hikâyesi. Romanda felaketin ne olduğu anlatılmıyor: Bu bir atom savaşının ardından gelen nükleer kış veya küresel iklim değişikliği sonucunda hem kavrulmuş, hem de aynı anda soğumuş bir dünya olabileceği gibi, bunların her ikisi birden gerçekleşmiş olabilir.
Felaketin ardından, daha önce var olan tüm sosyal kod ve normlar kısa sürede çökmüş, onların yerine örgütlü vahşet, kaotik ve sınır tanımaz bir dehşet almış. Geriye kalan tek kaynak, insan. Dolayısıyla, biyosferini kaybetmiş olan bu dünyada insanlıktan artakalmış olan şey de, esas olarak, birtakım yamyam çeteleri ile onların kurbanlarından, yani orada burada kalmış konserve ve diğer yiyecek kalıntılarından çöplenen ‘mülteci’lerden ibaret.
Monokromatik bir dünya bu, gri: Yeryüzünün tüm yüzeyini küller kaplamış çünkü. Ve bu küller atmosfer tabakasını sarmış, güneşi, ayı ve yıldızları karartmış, pustan sonsuz bir tül yaratmış. Romanın iki yolcu-kahramanı, bu küllü havayı soluyabilmek için, kendi imalatları olan maskeleri sürekli takmak zorundalar. Bitkiler ve hayvanların hepsinin ölmüş olduğu anlaşılmakta. Sadece, ateş yakmak için bol bol ölü ağaç var ortalıkta. Nehirlerle denizlerin içindeki canlılar da tükenmiş görünüyor.
Anlamın Çöküşü
“Muşamba örtüyü yere serdi, ceketlerle battaniyeleri alışveriş arabasından aldı, her ikisinin de sırılsıklam olmuş çamurlu ayakkabılarını çıkardı ve orada konuşmadan öylece oturdular, ellerini alevlere tutarak. Adam söyleyecek birşey bulmak istedi, ama bulamadı. Daha önce de böyle bir duygu geçmişti içinden, o uyuşmuşluk halinin ve kunt umutsuzluğun ötesine geçen. Dünyanın ezilip büzülüp, parçalara ayrılabilir birimlerden ibaret yalın bir çekirdeğe indirgenmesi. Eşyanın isimlerinin de o eşyaların kendilerinin ardından ağır ağır unutuluşa geçmesi. Renklerin. Kuşların adlarının. Yiyeceklerin. Ve nihayet, insanın doğru olduğuna inandığı şeylerin adlarının. Düşünebileceğinden daha kırılganmış meğer. Daha şimdiden ne kadarı yitip gitmişti acaba? Gönderenleri kırpılmış, dolayısıyla gerçekliği de yolunmuş kutsal terim. Isıyı korumaya çalışan birşey gibi, kendi içine doğru kapanan. Zamanla sonsuza kadar sönüp gidecek.”
Cormac McCarthy
Bu olağanüstü yıkım koşullarında, babayla oğlu için birbirlerinden başkası yok. Önemli bir metafor olarak da yorumlanabilecek olan süpermarket alışveriş arabasına yükledikleri battaniyeleri, giyecek ve yiyecekleriyle, karayollarını takip ederek sürekli güneye, denize doğru gidiyorlar. Oğlan çocuğu, insanlığın içinde bir yerde hâlâ bir etik çekirdek bulunduğuna inanmayı sürdürüyor, adam da aynı fikirdeymiş gibi davranıyor ve ikisi de birbirlerine “ateşi taşıyan iyi adamlar” muamelesi yapıp duruyorlar. Yol, Amerikan yazınının en önemli ‘tür’lerinden biri olan yol edebiyatının, kelimenin her iki anlamında da son ve en parlak örneklerinden birini teşkil ediyor.
Ömer Madra
- Cormac McCarthy; The Road. London: Picador, 2007. (s. 93)