İhtilal, darbe, devrim. Tabii hangi taraftan baktığınıza göre söylenebilir bu. Ben nötr bir deyim olarak ‘müdahale’yi kullanıyorum. Bir devrim niteliği elbette var 27 Mayıs hareketinin, çünkü arkasından bir anayasa çıkmıştı ve bu anayasa devrimci bir anayasa sayılabilir, o zamana kadarki anayasalardan tamamen değişik, demokratik bir anayasadır. Fakat bu kavramlar üzerinde tartışılarak cepheleşmeler oluyor Türkiye’de, onun için de herkesin katılabileceği bir tartışma hâline gelmesi için hiç olmazsa başlangıçta ‘müdahale’ kelimesini kullanmak daha doğru sanırım.
27 Mayıs 1960’ta mevcut idareye müdahale edilmesi gerektiğini düşünenler çoktu. Niye çoktu? Çünkü gerçekten demokratik haklar ve hürriyetler büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştı, o zamanın gazetelerini gözden geçirmek yeter bunu görmek için. Şimdi unutuluyor ama öyle bildiriler yayınlanıyordu ki, hem Tahkikat Encümeni denilen Meclis Encümeni tarafından, hem sıkıyönetim tarafından, bugün okunduğu zaman insana “Allah, Allah, böyle şeyler olmaz” dedirtir. Mesela, “5 kişi yolda yan yana yürümeyecek!” “Gazeteler kapatılacaktır!” Zaten bir gerekçe de gösterilmeden kapatılıyordu, huzur bozucu yayın yaptığından dolayı, vs. “Filanca gazete süresiz kapatılmıştır!” Öyle bir ortam içinde iken müdahale edilmesinin gerektiğini düşünenler vardı. Belki şimdi bir kısmı başka türlü düşünüyordur ama o zamanın havası böyleydi.

Çok Partili Hayata Geçiş
1950’de Türkiye’de ilk iktidar değişikliği oldu, 1946’da çok partili hayata geçildi, o zamana kadar bir tek parti vardı: Cumhuriyet Halk Partisi. 46 başında, hatta 45 sonunda bir başka parti daha kuruldu: Milli Kalkınma Partisi; 46 başında da Demokrat Parti kuruldu. Fiilen bir çok partili rejim hâline geldi o zamanki rejim. 1946’da seçim yapıldı Demokrat Parti 60 milletvekili çıkardı, ilk defa mecliste başka bir partinin milletvekilleri de oldu, iktidar partisi milletvekilleri daha çoktu, 400’e yakındı. 4 sene sonunda da Demokrat Parti iktidara geldi. Fakat o dönemde, demokrasiye geçiş sırasında demokrasinin alt yapısı hazırlanamadı, bir anayasa değişikliği şarttı. O zamana kadarki 1924 anayasası, otoriter bir rejime de müsaade edecek şekilde düzenlenmiş bir anayasaydı. İçinde ne anayasa mahkemesi vardı, ne de demokratik hak ve hürriyetleri teminat altına alacak müesseseler vardı. Bu boşluktur ki iktidarla muhalefet arasındaki tartışmaları çok gergin hâle getirdi 1950 ile 60 arasında. Yeni gelen iktidar birtakım kanunlar çıkarmaya başladı, başlangıçta zaten kendisi demokrasiyi savunuyordu, adı da Demokrat Parti’ydi, “Ben demokratik bir partiyim” de diyordu. 1-2 sene öyle gitti, basın kanunu daha özgür hâle getirildi, fakat sonra tahammülsüzlüğü artmaya başladı. Hele 53, 54’ten sonra…
Hürriyetleri Sınırlayan Kanunlar
Birçok nedeni söylenebilir, fakat bunun asıl nedeni o kişilerin; Demokrat Parti’yi kuranların da aslında tek parti döneminde yetişmiş olmalarıydı galiba. Celal Bayar tek parti döneminin başbakanıydı. Adnan Menderes tek parti döneminin Aydın İl Başkanı, mecliste bütçe encümeni üyesi, sözcüsüydü. Fuat Köprülü de aynı şekilde milletvekili. Refik Koraltan tek parti döneminin valisi, aynı zamanda milletvekili. Demokrat Parti içindeki diğerleri de öyle. Bir nesil boyunca, yani 1923’ten itibaren, aşağı yukarı 46’ya kadar, sadece o dönem içinde yaşamış insanlar var. Tahammülleri o kadar; tecrübe geçirmemiş, karşısında tam kendilerinin zıddına fikir söyleyenleri işitip de onları sükûnetle dinleyebilme yetenekleri yok, buna alışmamışlar. Galiba ondan, bir tahammülsüzlük başladı. Hürriyetleri sınırlayan kanunlar izledi. Mesela şu olabilir mi; 1954 seçimlerinde Kırşehir Osman Bölükbaşı’nın partisine oy verdiği için, onu il iken ilçe hâline getiren kanun çıktı Meclis’ten. Niçin Kırşehir’i ilçe hâline getiriyorlar? “Bize oy vermedi, Bölükbaşı’ya oy verdi, ondan bunu ilçe hâline getiriyoruz” denmiyor fakat müzakereler sırasında bir ara Menderes kızıyor; çünkü Bölükbaşı diyor ki “bana oy verdiler de onun için ilçe yapıyorsunuz, cezalandırıyorsunuz.” Menderes de “size oy vermeleri de enteresandır, Türkiye’nin başka hiçbir tarafında oy almadınız, buradan aldığınıza göre bu vilayette, bu Kırşehir’de bir anormallik var galiba” diyor. Bölükbaşı’nın anıları yayınlandı, orada bir kere daha okudum, zabıtları almış oğlu, anılarını bir araya getirmiş, biyografi gibi yapmış, orada da belirtiliyor. Olur mu şimdi, akıl alır mı? Belirli bir dönemi bulunan yargıçları, hükümet resen emekliye sevk edebiliyordu… 25 yılı dolduranları, aldığı bir kararı eğer beğenmezse, doğrudan emekliye sevk edebiliyordu. Belki açıkça itiraf etmez, “hoşuma gitmeyen bir karar verdi, onun için yaptım” demez ama anlaşılır artık. Bu da hâkimlerin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi duracaktır. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin sınırlanması kanunu iki defa geçirdiği değişiklikten sonra öyle bir hâle getirildi ki, artık hakikaten bir şeyler yazmak, eleştiri yazmak kolay değildi. Mesela şöyle bir hüküm vardı, şimdi hatırlamıyorum ama o zaman gayet iyi biliyorduk kanun numaralarını; çünkü ikide bir dava açılıyordu… O kanuna göre “ bir hükümet üyesi hakkında alay hissi uyandırıcı şekilde yayın yapmak” suç idi, cezası da 1 yıldan başlıyordu. “Alay hissi uyandıracak” ne demek? Eski deyimi istihfaf. Biraz mizahi bir şekilde bir eleştiri yöneltseniz, “bu alay hissi uyandıracak” diyebilir, yani kendi de o iddiada bulunabilir.
Bu kanunlar vs. çıktı, ama karikatüristlerin bu kanunlara yönelmesi daha geç oldu. Ulus gazetesi vardı CHP’nin sözcüsü, organıydı. Orada Ratip Tahir Burak diye bir karikatürist vardı, zamanın başbakanı Menderes’i hep kadın kıyafetinde çizerdi; kedi kıyafetinde çizdiği de çok olurdu. Hem de dişi kedi! “Niye kadın kıyafetinde çiziyorsun?” dediklerinde “bu Fransa’da da yapılır, oradan ilham alıyorum” vs. derdi. Hakikaten Fransa’nın kendisi bile karikatürize edilirken bir kadın kıyafetinde çizilir. Yani o dönemde de karikatüre tahammül etme sınırı biraz daha genişti. Mesela 80 yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın yazılarından dolayı hapse girdi. Yine 70’lerinde olan Ahmet Emin Yalman yazılarından dolayı hapse girdi, Metin Toker’ler vs. hapse girdiler. Karikatür de sonradan sıraya girdi.
24 Anayasası
24 Anayasası zaten kısa bir anayasaydı; ilkeleri koymuş ve asıl yetkiyi Meclis’e bırakmıştı. Öyle ki o Anayasa’ya göre meclis kendi içinden, İstiklal Mahkemeleri kurabiliyordu; Takriri Sükûn Kanunu gibi, bütün hürriyetleri sınırlayan, çok sıkı bir şekilde sınırlayan bir kanun çıkarmasına imkân veriyordu. Yani demokrasiyle idare edilecek bir devlete pek uygun bir anayasa değildi. Edilemez mi? Edilir. Yani yine bu anayasaya göre, demokratik usuller konularak, yine dünyanın en ileri demokrasileri bile ortaya çıkarılabilir. Yani İngiltere anayasası diye birşey yoktur, ama orada demokrasinin kuralları işler, gelenekselleşmiştir. Türkiye’de böyle gelenekler pek olmadığı için durum farklıydı. Biz geç başladık, meşrutiyetle başladık, o da kesildi iki defa. Bu yüzden bizim demokrasimizin kurallara ihtiyacı olduğu, demokrasiye geçişle birlikte rejimimizin demokratik kurallara ihtiyacı olduğu besbelliydi. Bu yapılamadı. 1961 Anayasası işte bu boşluğu giderdi. Neler getirdi? 24 Anayasası’nda Anayasa Mahkemesi yoktur, zaten 27 Mayıs olayının sebebi de, “çıkan kanunlar anayasaya uygun mudur değil midir?” tartışmasıdır. Bir merci olmayınca, iktidar diyordu ki; “benim çıkardığım kanun uygundur, buna ben karara veririm.” Muhalefet diyordu ki; “Kırşehir kanunu, olur mu böyle şey? Anayasaya aykırıdır.” “Hayır, uygundur” diyordu diğeri. Teşkilat-ı Esasiye Komisyonu, Anayasa Komisyonu’ndan geçerse, Meclis’te de kimse itiraz etmezse, çıkan kanun ne olursa olsun anayasa uygun sayılıyordu. 61 Anayasası, Anayasa Mahkemesi’ni getirdi ve kanunların anayasaya uygunluğunun denetimini yapan bir müesseseye sahip olduk. Eğer öyle bir müessese 1950-60 arasında olsaydı, belki böyle bir müdahaleye ihtiyaç olmayacaktı.
61 Anayasası
1961 Anayasası sadece Anayasa Mahkemesi getirdiği için değil, birçok bakımdan çok ileri bir anayasadır. Bu, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki Avrupa anayasalarını esas alan bir hazırlığın sonucudur, Alman anayasası özellikle etkili olmuştur. Milliyetçilik sözü, 6 ok arasında anayasaya da girmişti. Çok tartışıldı Kurucu Meclis’te, ben de üyeydim. Kurucu Meclis iki meclisten oluşuyordu; bir tanesi Temsilciler Meclisi diye bir meclis, 187 kişiydik zannediyorum, çeşitli mesleklerden ve partilerden seçilmiş kimselerden oluşuyordu. Öbür tarafı da Milli Birlik Komitesiydi, yani müdahaleyi yapanlar, o zamanki deyimle ihtilali yapanlar. Birinci mecliste de ikinci mecliste de tartışıldı. Bir kısmımız milliyetçilik sözünü istemiyorduk, bir ideoloji anayasaya girsin istemiyorduk ve yanlış anlamalara yol açacağını düşünüyorduk. Çünkü milliyetçilik denildiği zaman lugati açıp bakarsanız görürsünüz, bunun aşırı milliyetçilik şeklinde anlaşılmasına da imkân veren karşılıklar vardır orada; ‘şovenizm’ anlamına gelebilir. Fakat bunu Milli Birlik Komitesi kanadından isteyenler de vardı. Nasıl olacak? Bu önce meclislerin kendi içinde tartışıldı, tabii milliyetçilik olsun diyenler bizim temsilciler meclisinde de vardı, ama olmasın diyenler de vardı. Öteki tarafta daha çok milliyetçilik olsun diyenler vardı. Sonuçta ‘milliyetçilik’ lafının mutlaka geçmesini isteyenler tarafından, başlangıç kısmında kullanılması ve ‘Atatürk milliyetçiliği’ adıyla kullanılması kabul edildi. Yani çeşit çeşit milliyetçilik var, aşırısı var, vs. ‘Atatürk milliyetçiliği’ olunca, medeni anlamda bir söz olarak başlangıca girdi. Metnin içindeki ‘milli devlet’, ulus devlet, ulusal devlet, zaten birçok ülkenin durumunu tespit eder rejim açısından… Yani ileri bir adım oldu bence.
Sadece o değil, 157 maddelik bir anayasaydı bu, geçici maddeleri ile birlikte daha fazla. Çalışma hakkı, o zamana kadar olmayan grev hakkı, toplu sözleşme hakkı, bütün bunlar vardı bu anayasada. Anne ve çocuklara getirdiği haklar, kültürel varlıkların muhafazası gibi, yani kültürel alanda da ilk defa kullanılan bazı şeyler vardı. O zamana kadar pek teminat altına bağlanmamış olan sözleri, teminat altına alınmış somut ve hayata geçirilebilen ilkeler, kavramlar hâline getirdi. Evvelki 24 Anayasası’nda, “basın hürdür, ama basın hürriyetinin sınırlarını kanun tayin eder” deniyordu. Yani kanunu nasıl çıkartırsan o çerçeve içerisinde hürriyetleri en tahdit edici, sınırlayıcı kanunu da getirsen, anayasaya aykırı olmayabilir o açıdan. Nasıl hürdür? Özellikle müesseselerin hürriyeti, yani üniversitelerin özerkliği, TRT… O zaman tek radyo vardı, bugünkü gibi birçok radyolu bir düzen yoktu. TRT bir kamu özerk kuruluşu olarak nitelendirilmişti 61 Anayasası’nda. Sonradan 71’de 12 Mart müdahalesinde bu özerklik maddeleri kaldırıldı. Fakat kavramlar geldi oturdu. 82 Anayasası’nda bile bunlardan bazıları çıkarılamadı, yine sınırlamalar konuldu vs. ama artık yerleşti hayatımıza. Mesela çalışma hakkı, hatta biraz abartmalı algılandı. “Çalışmak herkesin hakkıdır ve ödevidir”, “bunu da devlet sağlar, sağlamalıdır” gibi sözler vardı. Öyle deyince, “mademki devlet bana çalışma hakkı sağlayacak, öyleyse sağlasın bakalım. Sağlamazsa vazifesini yapmamış olur” gibi tartışmalar da çıktı. Sonradan sınırlama getirildi, “devlet bunun gibi konulardaki görevlerini ancak imkânlar oranında yerine getirebilir” diye. Devlet “eğer imkânım yoksa ne yapalım, işsizliği tam önleyememişsem çalışma imkânı veremiyorum” diye bir mazeret kazanmış oldu başka bir madde getirilerek. Fakat artık sosyal tarafı olan bir anayasa olduğu için “çalışmak bir haktır” sözü kaldı.
Bunlar da önemli, sadece siyasi hürriyetler açısından bakmamak lazım, sosyal hakları da getirdi. Bunların uyum kanunlarının çıkarılmasını şart koştu. Yani pek çok açıdan çok ileri bir anayasaydı, bugünkü anayasamızdan, 82 Anayasası’ndan, çok ileri bir anayasadır. Zamanının da en ileri anayasalarından biriydi. Pr; Açık Dergi,Altan Öymen ile söyleşiden, Yt; 27 Mayıs 2005