Geçen Eylül ayı ortalarında Bosna’da bir doğumevinde dünyaya bir çocuk geldi. Adını bilmiyoruz. Çok merak etsek öğrenirdik belki, ama bunun fazla önemi de yok. Asıl önemli olan bebeğin ‘numara’sı ve onu çok iyi biliyoruz işte: Yaklaşık üçbuçuk kilo ağırlığındaki bu mavi gözlü bebek, gezegenin 6 milyarıncı sakini olarak ilan edildi. Bu sembolik bir jestti: Aynı anda dünyanın dörtbir köşesinde farklı ten renklerinde binlerce başka bebek de doğdu tabii, ama insanlık alemi, Bosna’daki savaş ve katliamı düşünerek, orada doğan bebeğe altı milyarıncı insan ‘ödülünü’ layık gördü işte. 2000’e girmeden az önce o yuvarlak ve sihirli rakama ulaşmıştık! Kalabalıklaşmıştık. Oysa, daha yüz yıl önce çok daha tenha bir gezegenimiz vardı. 1900’de aşağı yukarı şimdikinin dörtte biri kadardık: Birbuçuk milyar.
Yirminci yüzyıl: Kayda geçmiş insanlık tarihinin yüzde 3’ü. Bu kısacık zaman dilimi içinde dört misli çoğaldık, radyo dinlemeye, telefonla konuşmaya, uçmaya, antibiyotik kullanmaya, sinemaya gitmeye, televizyon seyretmeye, uzayda ve sanal uzayda ‘surf’ yapmaya başladık; küreselleştik, ömrümüzü uzattık; dev örgütler yarattık; akıl almaz servetler, süper vücutlar, mega şehirler yaptık. Bir yandan da kıtalararası balistik füzeler attık, atom bombaları patlattık, herbir yana mayın döşedik, içimizden 111 milyon kişiyi savaşlarda yitirdik, yeni savaşlarda askerler yerine yüzde 90 oranında sivilleri öldürmeye ve gitgide büyüyen sayılarda çocuklarımızı savaştırmaya başladık, ozon tabakasını deldik, atmosferi toza dumana boğduk, binbir canlı türünü ortadan kaldırdık; ve gezegenimizi, yani evimizi galiba geri döndürülemez biçimde ısıtma mucizesini gerçekleştirdik.

İnsanlık, varolduğu andan bugüne kadar yaptığı bütün buluşların yarısını, toplam kayıtlı tarihinin işte bu yüzde üçlük diliminde yaptı: yirminci yüzyılda. Kendisi de dahil olmak üzere tüm canlı türlerini bir anda yokedebilecek güze nükleer bomba ile bu yüzyılda ulaştı insanoğlu (ya da insankızı). Genetik kopyalama yöntemiyle kendisini yeniden yaratma olanağına kavuşması da yine bu yüzyılda oldu denebilir. Yani yokeden ve vareden sıfatına, bu tanrısal sıfata, h,çbir zaman bu yüzyılda olduğu kadar yaklaşmamıştı da diyebiliriz. Tarihin en büyük kahramanlıklarıyla en büyük alçaklıklarının eşzamanlı olarak sırtsırta yaşandığı başka bir yüzyıl göstermek epey zorlu bir iş olur. Yirminci yüzyıl sonundaki dünya, dünya çapında bir eğlence parkı ile yine aynı çapta bir canavarlar sarayında dönüşmüş görünüyor.
263 portreden oluşan bu sergiyi de, gezegenin bu iki yüzünü aynı anda yansıtan bir kristal ‘aynalar galerisi’ olarak görmek yerinde olur. Tabii aynaların, daima ona bakanları yansıttığını da unutmaksızın.
Bilim, sanat ve kültür insanlarının çoğu, kimi zaman ‘akıntıya kürek’ çekme pahasına da olsa, çoğulcu duyuş ve düşünüşün başını çekerek insanlığı dönüştürme çabası içinde ‘kahramanlar’ safında yeralıyorlar. Yirmi yüzyılın önemi ‘yeniden keşif’lerinden biri olan ‘anti-kahramanlar’ın (bunları post-modern dönem öncesi bir bakışla ‘alçaklar’ diye de nitelendirebiliriz pekala) kahramanlar karşısında ne kadar şansları olacağını, çocuklarımız görebilecek ancak. Bizeyse, şimdilik galerinin her iki yanında yer alan portreleri seyretmek düşüyor. Bu da kendi başına, az buz keyif değil hani.1
- Ömer Madra; 20. Yüzyılın Portreleri: Unutlumayanlar başlıklı sergi kitabından, Mayıs 2006.