Türkiye’de evin mobilyayla, yani hareketli eşyayla tanışması modernleşmeyle birlikte oldu. Modernleşme yoluna giren Türkiye’nin ‘kent evi’, kısa bir sürede Batılı yaşamı yansıtan mobilyalarla donatıldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise ‘zengin’ evleri Batı’yı neredeyse en önde izliyordu. Cemal Reşit Rey’in 1933’te bestelediği Lüküs Hayat opereti için Nazım Hikmet’in yazdığı sözler akıllardadır: “Şişli’de bir apartıman / yoksa eğer hâlin yaman / nikel-kübik mobilyalar / duvarda yağlıboyalar.” Bu sözlerden, Bauhaus’un modernist tasarımlarının 1930’lar başında, İstanbul’un modern yaşamında baş köşeye yerleştiği anlaşılıyor. Ama doğrusu Türkiye’de ev kültürünün mobilyayla kurduğu ilişki bu kadar sorunsuz bir seyir de izlemedi.
Türkiye’nin geleneksel evi, sedir, kerevet, yüklük gibi, ana mimari kurguya bağlı sabit öğelerden oluşan bir mekân düzenine sahipti. Bu sabit mekân düzeninde yer alan döşek ya da yemek tablası benzeri hareketli eşyalar ise kullanım anında mekândaki yerlerini alır, sonra da yüklüklere konurdu. Batı’nın mobilyasıyla ‘Türk Evi’nin, Türk yaşama biçiminin anlaşması ise pek kolay olmadı. Pek çok evde, kanepe, koltuk ve iskemleler, sedir düzenini anımsatır biçimde odanın duvarları boyunca sıralandı. Bu yerleşme düzeni öylesine hâkim bir tipoloji yarattı ki, evlerdeki modern yaşama biçimi zaman içinde hareketli eşyayı özgürlüğe kavuştursa da, ‘resmî’ kurumların kabul salonlarındaki oturma düzeni hiçbir zaman ‘sedir düzeni’nden vazgeçemedi.
Misafir Odası
Batı’dan ithal edilen yabancı eşyaların, asıl işlevlerine kavuşmadan önce hep statü öğesi olarak görüldüğü bilinen bir olgu. Bu eşyaların başında da ‘saat’ geliyor. Osmanlı’nın yaşama biçimi ve güneşe bağlı zaman ölçümü, saatin işlevini geri plana itmiş, ama ‘saat’ önemli bir statü öğesi olarak –ve yeni anlamlarla donanarak– yaşam içindeki yerini almıştı. Modern Türk evindeki mobilyanın serüveni de pek farklı olmadı. Önce kendi işlevine kavuşmakta zorlandı ve gündelik yaşamın dışına atıldı. ‘Asri’ evin yeni eşyası, ‘misafir odası’nın yalnızlığında görücüye çıkmayı bekledi. Evin en özel, en büyük odası misafir odası olarak ayrılıyor, gündelik yaşam oturma odasıyla –ya da sofayla– mutfak arasında geçiyordu. Televizyonun misafir odasına girmesine, peşinden de tüm ev halkını bu odaya taşımasına dek bu böyle sürdü. Bu arada, misafir odasında yalnız bekleyen mobilya, kaçınılmaz olarak yeni bir anlam yüklenmişti: Artık öncelikle bir statü göstergesiydi.
‘Türk Antikası’
Mobilyanın statü göstergesine dönüşmesi, özellikle üst gelir gruplarında, antika mobilya talebi yaratmakta gecikmeyecekti. Ne var ki mobilyasının tarihi olmayan bir ülkede, en fazla yüz yıllık eşyaların antika muamelesi görmesi kaçınılmazdı. Önce ‘Art Nouveau’ mobilyalar tüketildi, sonra sıra ‘Art Déco’ya geldi. Hepsi tükendikten sonra geriye kırk yıllık eski eşyalar kaldı ve sonunda antikacılar bit pazarına dönüştü. Doğrusu ya, alan memnun satan memnun olduktan sonra bunun da pek kimseye zararı yoktu. Ancak yeni Türk kentsoylusu, bit pazarından alınma eşyayla yetinmek istemiyordu. Bunun üzerine yeni bir ‘Türk antikası’ icat edildi. Artık eski Anadolu evlerinin tavan göbekleri masalara dönüştürülüyor, ahşap işlemeli yerli dolaplar salon köşelerine yerleştiriliyordu. Dekorasyon dergileri bu ‘yerli’ antikalarla bezenmiş villalara baş köşeyi ayırıyor, kimsenin de aklına “bu suyun kaynağı kurumaz mı?” sorusu gelmiyordu. Yaşanan kıyım düşlemesi zor boyutlardaydı. Her gün eski bir Anadolu evi sökülüyor, harıl harıl ‘antika mobilya’ üretiliyordu. Böylece kendine sözde bir tarih yaratan yeni Türk kentsoylusu, gerçek tarihini de kitsch’e dönüştürerek hızla ortadan kaldırdı. Şimdilerde ise meraklarını küreselleştirmeye çalışıyor, yeni antikalarını Anadolu köylerinden değil Uzakdoğu köylerinden getirtiyor.1
Aykut Köksal
- Bu yazı ‘Sizin Antikanız Hangi Köyden’ başığıyla Yeni Mimar dergisinin 7-20 Haziran 2004 sayısında yayınlanmıştır.↩︎