İrlandalı bir göçmen ailenin çocuğu olarak 14 Şubat 1947’de New York’ta doğdu ve 28 yıllık ömrüne 9 stüdyo albümüyle çok azı kaydedilen binlerce konser, onlarca şarkı ve birkaç film sığdırdı. Alt-orta sınıf bir aileden gelen ve hayatı boyunca hiçbir müzik eğitimi almamış olan bu adam, hemen tüm müzik kariyeri boyunca onunla çalışmış olan lead gitaristi Lee Underwood’un deyimiyle “Miles Davis’in trompet, Coltrane’in saksofon, Cecil Taylor’ın piyano ve Hendrix’in gitarla yaptığını insan sesiyle yaptı.” Daha on iki yaşında bir veletken bisikletinin üstünde, otobüslerde bir trompetin yapabildiği kadar tiz seslere çıkma denemeleri yapıyordu. Eski borular, her neviden cam eşya, çatal bıçaklar, 12 telli gitarı ve dört oktavı aşan sesi… Onun için, sesi veren her şey, müziği içinde saklı bir enstrümandı. Şarkı söyleyenin ağzından sadece anlamlı sözcük dizileri, cümleler duymaya güdülenmiş dinleyiciler ve ‘müzik guruları’, Tim Buckley’in hele de konserlerinde inleyen, uluyan, ağlaşan, yalvaran, öfkeden kuduran, kimileyin otistik bir çocuğu yahut bir şempanzeyi andıran; kimileyin sarsıcı, tiz bir çığlığa dönüşen sesinin bu enstrümantal değerini ve onun tercümanı olduğu ruhu hiç anlamadılar.
“Amerika, Koca Bir İş Dünyası”
Elektra’dan 1966’da Tim Buckley’i ve 1967’de Goodbye and Hello’yu yayınladığında herkes onu folk-rock sahnesinin yeni dâhi çocuğu olarak kucaklıyordu. Ne var ki o, birçoklarının aksine kendisine başarıyı getiren güvenli sularda bir ömür boyu yedeklenecek, çoklarının onu layık gördüğü folk-rock kurulu düzeninin bir parçası olarak yaşamaya devam edebilecek biri değildi. Miles Davis, John Coltrane, İlhan Mimaroğlu, Cathy Barberian, John Cage, Charles Mingus ona çok daha yakın geliyorlardı. 1968’de Happy Sad’le başlayan, Lorca’yla devam ederek Starsailor’da doruğuna ulaşan süreçte folk-rocktan avangard caza savruldu ve aralardaki tüm renklerde müzik yaptı. Kendisini kalıplar içine sokmak isteyen müzik gurularının gösteri dünyasıyla; ve yaralanmaya her an açık kalbini sözleriyle taşlar arasında ezen sığ eleştirmenlerin istekleriyle uyuşmayı reddetti. Onların istediği üzere konserlerde, katıldığı programlarda iyi giyinmeyi, kuş yuvası gibi dağınık, uzayan saçlarına çeki düzen vermeyi, playback yapmayı hiçbir zaman kabullenmedi. Ticari felaketler getirse de sürekli denemeyi; kendisi ve müzik için müzik yapmayı hiç bırakmadı.

Onunla yapılan söyleşilerden birinde “Amerika, koca bir iş dünyası. Eğer bir Amerikalı olacaksan, ne yaptığın önemli değil, senden önce bir iş adamı olman beklenir. Katıldığım her programda bana sorarlar. ‘Albümler yapıyorsun, iyi de, bunu para kazanmak için yapıyorsun değil mi?’ Benim de her seferinde herşeyi baştan alıp onlara şunu söylemem gerekir. Siz, Monet veya Modigliani kırk yıl boyunca açlıktan sürünüp sonunda bir tablo sattıklarında dönüp onlara beş para etmez olduklarını söyleyen aynı insanlardansınız” diyordu.
Zamanının çok ötesinde olan bir avuç insan gibi sürekli ve acımasızca eleştirildi. Müziği tuhaf, anlaşılmaz, fazla melankolik ve üzgün, ticari açıdan iş yapmaz bulundu. Parasız ve ilgisiz kaldığı günlerde Down Beat dergisinden aldığı beş yıldızı yiyemeyeceği, karnını doyurmak için belki de kamyon kullanmayı öğrenmesinin daha iyi olacağı söylendi. Aşkı, yalnızlığı, dünyada bir insanın görüp görebileceği tüm acı ve sevinçleri, o tadına varılmaz sesiyle dillendiren bu adam, tıpkı Tanburi Cemil Bey, Oğuz Atay ve o neviden bir avuç insan gibi bu dünyada başka bir ateşle yanıyordu.
Alper Kaliber