“İnönü (Taksim) Gezisi’ni alelade bir belediye bahçesi sanmak hatalıdır. Burası büyük garp şehirlerindeki ‘promenade’ denilen gezinti bahçeleri nevindendir. Nitekim Paris’te böyle birçok gezinti bahçeleri vardır. Bunların en meşhuru Tuileries bahçesidir. Yine Paris’teki Luxembourg bahçesi, Trocadero denilen büyük binanın bahçesi de İnönü (Taksim) Gezisi kabilinden gezinti bahçeleridir…”
Bu sözler 40’lı yılların İstanbul Vali/Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar’a ait. Kırdar, Yenileşen İstanbul başlığını taşıyan kitapta kendi döneminde yapılan parkı böyle anlatıyor. Gezi, Cumhuriyetin İstanbul’da gerçekleştirdiği ilk kentsel uygulamalardan biri. Kırdar’ın Avrupa başkentlerindeki parklarla karşılaştırdığı park, o zamanlar Taksim Meydanı’na bakan merdivenlerle başlayan ve Maçka sırtlarında sona eren büyük bir alanı kapsıyor.
Bu park hiç şüphesiz kentin kenarındaki bir yeşil alan değil. İstanbul’un en değerli parçalarından biri. İlk önce kentin ilk belediyesi, ‘Altıncı Daire’ tarafından burada bir şehir parkı kuruluyor. Mezarlıklar Şişli’ye, kentin yeni sınırlarına doğru uzaklaştırılıyor. Parkın içinde gazino, bira bahçesi gibi eğlence mekânları yer alıyor. Topçu Kışlası ise kentin ilk stadyumuna dönüşüyor. Cumhuriyet döneminde ise kışla yıkılıyor, buna karşılık talim yeri yerleşim alanı oluyor. Lütfi Kırdar’ın 1940’lara doğru Fransız mimar Henri Prost’a yaptırdığı ‘neoklasik’ tarzdaki proje ile bu büyük yeşil alan bir bütün olarak ele alınıyor. Böylece tarihsel kent merkezi ile kentin yeni gelişen semtleri arasında halka açık bir yeşil kuşak oluşturuluyor. İçine Açıkhava Tiyatrosu, Spor ve Sergi Sarayı gibi kamusal kullanıma ait işlevler yerleştiriliyor.
Parklar Kime Aittir?
Bu devasa kent parkı, kentin tarihinde bir dönüm noktası olan Hilton Oteli tarafından ortadan ikiye bölünüyor. Bu tarihî kırılma noktası, kamu kavramının nasıl değişmeye başladığı hakkında bir fikir veriyor. İstanbul’un büyük otelleri sırasıyla bu parkın içine veya çevresine yapılıyor. İlk park fikri kamusal öznenin kenti temsil ettiği bir döneme ait. Henüz özel sektör, sivil toplum gibi aktörler ortada yok. Otellerin yapıldığı dönemde ise sermaye karar sürecine katılıyor ve tanınmış mimarlara iş vererek kamu alanından pay alıyor. Sonra sıra sivil topluma geliyor. Parka otomobiller alınmaya başlıyor, seyyar satıcılar, ne sattığı aldığı belli olmayan kişiler yavaş yavaş parkı dolduruyor. İstanbul’un bu son yeşil alanı bir boşluk olarak değerlendiriliyor. Sıra rekreasyon amaçlı bir tesis olarak Gezi’nin bir bölümünü oluşturan TED’e (Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü) geldiğinde burası için bir gökdelen projesi taslağı hazırlanıyor. Çünkü buraya yapılması düşünülen gökdelen Belediye Başkanı’na sunulduğunda yalnızca basit bir perspektiften ibaret ve avan projesi bile yok. Ancak siyasal gelişmeler gökdelenin gerçekleşmesine fırsat vermiyor. ‘Gökkafes’ adı verilen bina ise parkın gelişme alanı içinde. Yapılaşma imkânsız olmasına ve eski sahiplerine hiçbir imar hakkı tanınmamasına rağmen yeni sahibi bir yolunu bulup burada dev bir gökdelen inşa ediyor. Bu arada parkın Pasteur Hastanesi’nden Taşkışla’ya geçit veren güzel kapısı da bir daha açılmamak üzere kapatılıyor. İlginç olan; belediyenin, Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne ait araçların, dozer ve kamyonların ait oldukları kuruluşun ismiyle çelişir biçimde burayı sürekli bir ‘makine parkı’ olarak değerlendirmeleri. (Ta ki bir şirket Pasteur Hastanesi’ni satın alıp, oraya apartman dikene kadar.) Hyatt Regency Oteli, bahçesi içinde kalan son ufak ayrıntıların orasını burasını süsleyerek kendi çevre düzenlemesini bitiriyor. Ama Gezi, İstanbullulara iade edilmiyor ve terk edilmiş bir görünüm kazanıyor. Park gidiyor, yerine çamur ve mezbeleliğin, otomobiller ile kamyonların, barakalar ile inşaat molozlarının yığıldığı bir saha geliyor. Gezi’nin kalan diğer ucuna, Maçka Parkı’na ise restoranlar ve seyyar satıcılar hâkim oluyor. Otomobillerin girmesi yasaklanmış olmasına rağmen içindeki insanların üzerine gelen araçlardan kaçmadan yürüyebilmesi mümkün değil.
Son olarak Pasteur Hastanesi bir şirket tarafından satın alınıyor ve buraya apartmanlar yapılıyor. Pasteur Hastanesi ise kolaylıkla belediyeye devredilip kamusal bir işlev kazanabilecek durumdayken, özel bir şirkete satılıyor. Sonra da bahçesine sığdığı kadar apartman dikiliyor. Bundan da anlaşılan şu: Satın alan şirket ne olur ne olmaz diyerek buradaki mülkiyeti paylaşmayı tercih ediyor, elde ettiği fırsatı kazanca dönüştürüp mülkiyeti devrediyor. Diyeceksiniz ki elindeki mülkleri satmayı planlayan kamunun bunu yapmaya niyeti neden olsun? Çünkü kimse talep etmediği sürece kamusal alanların da sahibi yok. Korhan Gümüş .
Taksim Gezi Parkı
RA: Taksim Gezi Parkı.