8 Şubat 2005
Osman Akınhay

Susan Sontag

“(…) Ben edebiyattan ve vicdandan başka hiçbir şeyi temsil etmiyorum, ben sadece edebiyat ülkesinin yurttaşıyım,” diyen Sontag’ın, ‘saplantılı bir ahlâkçılık, bağnazlık şiddetinde bir ciddiyet, azgınlık derecesinde bir öğrencilik merakı’ şeklinde tezahür eden bir duruşu vardı. Bu da haliyle onun okurunu hem ayrıcalıklı bir konuma oturtuyor, hem ondan çok şey talep ediyor, hem de onu sarsarak bir yorumda bulunmaya yöneltiyordu. Sontag için makbul olan, ‘eleştirel, diyalektik ve şüpheci zekâ’ydı çünkü. Sontag “Halkın vicdanı olarak davranan bir yazarın, bir boksör gibi, olağanüstü sağlam sinirleri ve duyarlı içgüdüleri olmalıdır. Bir süre sonra bu içgüdüler ister istemez zayıflayacaktır. Dolayısıyla, o yazar duyguları açısından da dayanıklı olmalıdır” diyordu.

Sontag’ı benzersiz kılan özelliklerden biri tam da bu noktada kendisini gösteriyordu. Margaret Atwood’un dediği gibi, o, krala, ‘Kral çıplak’ diyen çocuktu. Dahası, o, enternasyonal aidiyetli ve sağlam karakterli bir kültür gerillası olarak, şahsi hayatı ve dünyanın hâlinin kendisini yüz yüze getirdiği tüm önemli olaylara mikroskobik ama tutarlı ve cesurca bir irdeleyici gözle yaklaştı:

“İnsanlık Tarihinin Kanseri”

Vietnam Savaşı’nın en kızgın döneminde Vietnam’a giderek, “insanlık tarihinin kanseri” dediği beyaz ırkı lanetledi. Kendisi kansere yakalandığında, 19. yüzyılın vebası tüberküloz ile 20. yüzyılın vebası kanseri ‘metaforik örtüsü’nden soyup, hayatın ve ölümün aynı istikametin doğal istasyonları olarak görülmesini savundu. AIDS belası dünyayı dehşete boğduğunda, “AIDS, küresel köyün ütopya-yıkıcı habercilerinden biridir,” saptamasını yaptı. 1993’te Saraybosna’da, “Burada bir oyun sahnelemenin, bu insanların ihtiyacı olan bir doktor ya da su kanallarını tamir eden bir mühendis kadar hayati bir gereklilik olduğunu düşünmüyorum tabii, fakat ben de yazmaktan, film yapmaktan ve oyun sahnelemekten başka bir şey yapmayı bilmeyen biriyim,” diye mahcubiyetini ifade ederek, elektrik bulunmadığı için mum ışıklarında Godot’yu Beklerken oyununu sahneledi. Fotoğrafçı bir kadınla birlikte yaşamaya başladığında fotoğraf sanatı üzerine alanının klasiği olan metinlerinden birini döktürdü. 11 Eylül’den iki gün sonra, hem de aforoz edilmeyi göze alarak, New York’un göbeğinden dünyaya seslendiği (ve Amerika’da önce o yazıyı basacak yer bulunamayıp, Almanya’da, Frankfurter Allgemeine Zeitung’da çıkan) makalesinde, “Kimse bizi ve kamuoyunu salak yerine koymasın; eğer cesaretten, ahlaki açıdan nötr olan yegâne erdemden bahsediyorsak, İkiz Kuleler’e saldıran suikastçılar hakkında söylenemeyecek tek şey, onların korkak olduklarıdır; oysa esas korkak olanlar, öldürmek için ölümü göze alanların yolundan gitmeyip, yükseklerde uçan uçakları kullanarak intikam vuruşları yapanlardır,” dedi.

“Savaş Yırtar, Savaş Parçalar…”

Başkalarının Acısına Bakmak’ta, Kâbil’den Saraybosna’ya, Mostar’dan Grozni’ye, 11 Eylül sonrası Manhattan’dan Cenin mülteci kamplarındaki savaş fotoğraflarına bakarken, Virginia Woolf’un kendi dönemindeki tutumundan hareketle, “Savaşın neye benzediğini fotoğrafların kendileri söylüyor. Savaş yırtar, savaş parçalar. Savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır. Savaş teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder. Bu fotoğraflara bakıp da acı duymamak, bu fotoğrafları görüp de irkilmemek, bu yıkıma, bu kıyıma yol açan şeyi ortadan kaldırmak için uğraş vermemek; bunlar, ahlaktan ve vicdandan nasibini almamış bir canavarın vereceği tepkilerdir,” diye haykırdı. Son olarak da Ebu Garib hapishanesinde ABD ordusunun işkenceleri tüm çıplaklığıyla ve hiçbir şekilde inkâr edilemez rezilliğiyle dünyanın gözleri önüne serildiğinde, açıkça, “Bu tutuklulara yapılan işkence, bir sapma değildir. Bush yönetiminin ABD iç ve dış politikasını temelden değiştirmeye çalışırken kullandığı küresel mücadele doktrinlerinin doğrudan bir sonucudur,” diyerek Bush’u ve uşaklarını suçladı.

Ölümünden hemen sonraki günlerde çokça yazılıp çizildiği gibi, aynı zamanda bir estet ve eleştiri teorisyeni de olan Sontag, ele aldığı bir konuyu delici ve  keskin bir bakışla yoğurup saydamlaştıran, çırılçıplak bırakan ve orada insanı gerçeğin en has çekirdeğiyle yüzleşmeye zorlayan bir bakışa sahipti. 2003 Ekim ayında Frankfurt’ta, Barış Ödülü’nü alırken dinlediğim konuşmasında söyledikleri de onu dinleyende aynı çağrıyı duyurmaktaydı: “Edebiyata (dünya edebiyatına) ulaşmak, ulusal kibrin, dar görüşlülüğün, zoraki taşralılığın, anlamsız müfredat eğitiminin, sonu olmayan kaderlerin ve kötü talihin meydana getirdiği hapishaneden kaçmaktı. Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportuydu.”

Susan Sontag, 1933-2004.↩︎

Susan Sontag, Albert Camus’nün ne yazık ki ‘büyük bir yazar’ olmamasına hayıflandığı, ama başka nitelikleriyle birlikte, yapıtlarındaki olağanüstü çekiciliği oluşturan ‘ahlaksal güzelliği’ni de övdüğü esaslı makalesi ‘Camus’nün Defterler’i’nde, “Bir yazarın okurlarında minnet duygusu yaratması tehlikelidir belki de; çünkü minnet, duyguların en güçlülerinden, ama aynı zamanda en kısa ömürlü olanlarından biridir,” diyordu. Romanları, öyküleri, oyunları, denemeleri, makaleleri ve diğer yazılarından biliyoruz ki Sontag’ın kendisi, okurlarında minnet uyandırmayan, fakat illa ki cesaret aşılayan bir yazardı.1

Osman Akınhay 

www.acikradyo.com.tr 

8 Şubat 2005.


  1. Bu yazının tam metni 1 Şubat 2005 tarihli Milliyet Sanat dergisinde yayınlanmıştır.
Paylaş:

Önceki Yazı

Sun Ra

Akın Yılmaz
  Sun Ra gibi ana yolun yolcusu olmayan cazcılar, Sun Ra’yı biraz olsun anladılar anlamasına da, kendisinin o seçkin evrende…
Devamını Oku

Sonraki Yazı

Susurluk

Adem Örmar
  Balıkesir’in ayranı ve tostu ile ünlü ilçesi. Esas şöhreti bu iki maddeden oluşurken, 1996 sonlarında ilçe yakınlarında meydana gelen…
Devamını Oku

İlgili İçerikler

Hayvan Sevgisi

Ayşe Buğra
sosyal politikayla çok da ilgisiz değil ve hiç de hafif bir konu değil, gayet önemli bir konu. Sosyal politikayla şöyle…
Devamını Oku

Robert Wyatt

Hilmi Tezgör
Dünyanın “en hüzün verici sesine” sahip olduğu söylenmişti onun. Bu doğru olabilir, tartışılabilir; ama o, dünyanın yaşayan –tartışmasız– en büyük…
Devamını Oku

İncirlik

Ali Bilge ile söyleşiden
2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika ile Türkiye arasında yakınlaşma bir imza ile  başladı. 12 Temmuz 1947’de, Truman doktrini çerçevesinde Türkiye…
Devamını Oku