16 Aralık 2005
Halil Turhanlı, Ömer Madra

Sınırda Yaşamak

İkinci dalga feminizm içerisinde yer alan bir kesim son 15–20 yıldır dışlayıcı bir politikadan yakınmakta. Bu kez söz konusu olan ise !azınlıklar içerisindeki azınlıklar’. Etnik kökenleri farklı olan, siyah Afrika kökenli ve Meksika kökenli feministler son yıllarda 2. dalga feminizmin hegemonik bir söyleme dönüştüğünü söyleyerek alternatif bulma çabasındalar.

Yeni ‘Mestiza’ Bilinci

Bu akımın teorisyenlerinden biri Chela Sandoval, diğeri de Gloria Anzaldúa; ve ortaya koydukları teori gerçekten de çok etkili. Sandoval’ın Ezilenlerin Metodolojisi başlığını taşıyan önemli bir kitabı var. Anzaldúa’nın da bu konuda Borderlands yani Sınır Bölgeleri başlıklı bir kitabı var. Alt başlığı da Yeni Mestiza Bilinci. Yani, Kızılderili, melez bilinci. Her ikisi de etnik kökenleri farklı olan kadınlar, farklı bölgelerde, sınır bölgesinde yaşıyorlar. “Sınır bölgesinde yaşamak çok zordur” diyor Anzaldúa; “Bu bölge tehlikelidir. İki dili birden konuşuyorsun ama her iki dile de tam vakıf değilsin. Ne beyazsın ne siyah, ya da Meksikalı. Hem de Meksikalıların içinde küçük görülüyorsun. Her iki yazar da lezbiyen. Dolayısıyla bu totalize edici feminizme karşı bir alternatif oluşturma çabasındalar. Sandoval’ın Ezilenlerin Metodolojisi’nde söylemek istediği şu; “Kolonyalizm döneminden beri ezilenler, bu sınırda olma durumunu yaşıyorlar.” Burada, özellikle eleştirdiği bir şey de var: Fredrick Jameson, postmodern durumda öznenin çözüldüğünü, merkezsizleştiğini söylüyor; Sandoval ise, Jameson’un Batılı burjuva özneyi, modern özneyi temel aldığını, bu post modern çağda modern öznenin gerçekten de çözüldüğünü dile getiriyor. Ama kolonyalist baskı içerisinde yaşayan insanlar bu çözülmeyi çok daha önceden yaşamışlar.

Mestiza dediğimiz şey de melezlik. Aşağılamak için kullanılan sözcükleri kendilerine mal ediyorlar ve sınır bölgelerinde var olabilmek için ezelden beri taktikler geliştiriyorlar. Sandoval, “Fredrick Jameson’ın yasını tuttuğu, yakındığı durum hiç de kötü bir şey değil, aksine yeni muhalefet olanakları yaratmıştır” diyor. “Hatta Birinci Dünyadaki beyaz feministlerle, yani beyaz dünyanın ezilenleriyle üçüncü dünyanın ezilenlerinin ittifak yapmalarının, bir araya gelmelerinin, koalisyon kurmalarının da olanaklarını doğurmuştur” diyor. Bu bakımdan ana akıma dönüşmüş feminizmin de bu kavramlarla bir daha dönüştürülebileceğini söylüyor.

Burada bize verdiği bir kavram var aslında Chela Sandoval’ın: ‘Birleşik Devletler içindeki Üçüncü Dünya Feminizmi’ (US Third World Feminism) diye bir kavram bu. Aslında oldukça yeni olan bu kavram Birleşik Devletler içerisindeki azınlık durumda olan insanları ifade ediyor. Ama bu azınlık durumu, aslında, eğer ezildiklerini söylüyorlarsa, beyaz Amerikalıları da kapsıyor. Yani yeni ittifakın zeminini oluşturan bir şey bu: Yeni ittifakların, yeni bir politik örgütlenmenin, doğrudan eylem için, örgütlü mücadele için koşullarını da oluşturuyor; buna zemin hazırlıyor.

‘İki Arada Bir Derede’ Olmanın Faydaları

Bu fikir aslında neo-kolonyalist dönemde yeni bir muhalefet bilinci oluşturuyor. Chela  Sandoval bunu ‘farklılıklar temelinde bilinçlenme’ kavramıyla karşılıyor. Anzaldúa ise bunu ‘yeni mestiza bilinci’ olarak kavramlaştırıyor. Dolayısıyla bu kapsayıcı bir şey. Diğer beyaz feministleri de kapsayıcı bir şey. Elbette burada beyaz feministlerin teorilerinin dışlayıcı olmasına, ana akım içerisinde erimesine ve hegemonik söyleme dönüşmesine karşı bir eleştiri var. Ve bu eleştiriyi gidermek için de beyaz feminizme karşı bir alternatif olarak ortaya çıkıyorlar. Siyahları, lezbiyenleri, diğerlerini içeren bir ‘karşı teori’ (counter theory) ortaya koydukları.

Burada anlatmak istedikleri durum, sınır bölgesinde yaşamak. Ne Meksikalı, ne de tam olarak Amerikalı olmak; ama ikisini bir arada yaşamak. Oldukça da sınırlı, riskli bir bölge, riskli bir yaşantı bu. Ama burada bilincin monolitik olmaması, Jameson’un söylediği o bölünmeyi, parçalanmayı, çok daha eskiden, çok daha uzun süredir yaşıyor olmalarından, hatta doğuştan böyle bir bölünmüş bölgenin, sınır bölgesinin içerisine fırlatılmış olmalarından kaynaklanıyor. Bu yüzden de yeni bir bilinçten söz ediyorlar. Ama bu, aynı zamanda, sözünü ettiğimiz kuramcıların özellikle vurguladıkları, altını çizdikleri bir şey. Yeni koalisyon politikalarına zemin olabilir ve onun koşullarını yaratabilir. Fredrick Jameson’ın postmodern dönemde tarihselliğin, toplumsallığın ortadan kalktığını, ezilenlerin örgütlenemeyeceklerini söylerkenki karamsarlığına karşı, Anzaldúa’nın ve Sandoval’ın son derece iyimser bir yaklaşımları var. Bu yeni bilincin tarihsel ânın anlamını kavramada ve diğer ezilenler arasında bir ittifak kurmada çok elverişli koşullar yarattığını söylüyorlar. ‘Monolitik ben’in parçalanmasının politik eleştiriyi ve doğrudan eylemin de koşullarını yarattığını savunuyorlar.

Bu sınırda yaşama durumuna Türkçe’deki karşılığıyla ‘iki arada bir derede kalma’ da diyebiliriz. Bunun yaratacağı negatif, son derece olumsuz etkilerin yanı sıra, pozitif diyebileceğimiz açılımları da var. Yani, bölünmüş olmak, farklı kültürlere aynı zamanda ait olmak; Edward Said’in de söylediği gibi, ‘conunterpointal bir yaşantı’ içinde olmak, çok dilli olmak. Hiçbir dil tam olarak sana ait değil belki ama hepsini de konuşabiliyorsun o dillerin, onlarla farklı düşünebiliyorsun…

Yeni Varolma Stratejileri

Bu insanların çok uzun zamandan beri farklı bölgelerde, sınır bölgelerinde yaşamaları; baskıya, ezilmeye karşı da kendilerini korumak için stratejiler geliştirmelerine neden oluyor. Var olabilmek, ayakta kalabilmek stratejiler geliştiriyorlar. İşte Sandoval ve Anzaldúa, modern çağdan bu yana var olabilmek için o sınır bölgesinde yaşayanların, çifte hatta daha fazla bilinç taşıyanların, tek bilinçli olmayanların, monolitik ben’i parçalanmış olan insanların eski direniş biçimlerinin postmodern çağa taşınabileceğini söylüyorlar. Hatta farklı, yeni teknolojilerden de yararlanarak, yeni direniş stratejileri geliştirebileceklerini söylüyorlar.

Anzaldúa’nın Borderlands’i son derece otobiyografik bir kitap. Yani ilk bakışta akademik bir çalışma gibi görünmüyor, araya şiirler koymuş; ama yazma sürecinde bu ‘bölünmüş ben’i geçici olarak da bir araya getiriyor. Farklı tahakküm kaynakları var ve okur aynı zamanda bunlarla hesaplaşmak durumunda. Otobiyografik olması bu yüzden, biraz da deneyimleri değerlendirmek, onları anlamlandırmak bakımından önem taşıyor. Hem akademik, hem de otobiyografik bir kitap bu. Ayrıca andığımız bu teorisyenlerin genel üslubuna uygun olarak eylem için de bir rehber oluşturuyor. Bu da altı tekrar tekrar çizilmesi gereken çok önemli bir nokta. Çünkü bu düşünürler, hepimizin hayatında hayati önem taşıyan söz – eylem birliğinin seçkin örneklerini oluşturuyorlar.

Kurdukları teori ve bu yeni kavramlar; muhalefet akımları içerisindeki bölünmeyi giderecek, insanları biraraya getirecek, muhalefet akımlarını hareket geçirecek bir güce sahip. Farklılık bilincini de zaten harekete geçirici bir güç olarak görüyorlar. Dolayısıyla eylemi de ön plana almaları bakımından önemli bir akım bu.

Bu Yazarlar Birinci Dünya’nın üniversitelerinin kapılarını açtığı insanlar gibi görünüyorlarsa da, hiç de öyle değiller aslında. Anzaldúa’nın kariyerine baktığımızda, çalışmaları kabul görmemiş bir lezbiyen olduğunu görüyoruz. Hatta bundan 15 yıl önce Amerika’da üniversitelerde böyle bir çalışma yapmak için kendine yer bulamıyormuş. Bugün belki bu tarz çok çalışma var ama 15 yıl da çok uzak bir tarih değil. Dolayısıyla gerek Ezilenlerin Metodolojisi, gerekse Anzaldúa’nın Sınır Bölgesi adlı çalışmaları önemli birer istisna oluşturuyorlar. Tüm ezilenlere, ve ezenlere karşı olan herkese postmodern dünyada muhalefet bilincini aşılıyorlar aslında.

Yeni Taktikler…

Sandoval, Ezilenlerin Metodolojisi’nde taktiklerden söz ediyor, bunlardan bir tanesi de demokratikleştirme. Yani ideolojik olarak aşağılayıcı olan kavramları alıp bunları ters yüz etmek ve hasma karşı kullanmak. ‘Chicana’ da bunlardan bir tanesi. Çok eskiden beri, Meksikalı çiftliklerde çiftlik sahiplerinin işçileri aşağılamak için kullandığı bir sözcüktü bu. Erkekse ‘chicano’ diyorlar, kadınsa ‘chicana’.  70’lerin sonlarında ‘Chicana’nın anlamı değişti. Aşağılamak için kullanılan bu sözcük zamanla sivil haklar için özgürlük mücadelesi yapan Meksikalı ve Amerikalıları ifade eden bir kavrama dönüştü. Mesela Cesar Chavez büyük bir chicano idi. Chavez aynı zamanda sözcüğün anlamının değişmesinde rol oynayan bir figür oldu. Onun öldürülmesiyle beraber chicano sözcüğü aşağılayıcı olmaktan tamamen çıktı.

Aslında normalde değerlere ilişkin birçok belirleyici kavramın ve sıfatın içinin boşaltıldığını görüyoruz. Burada ise tam aksine boş bir kavramın, daha doğrusu pejoratif bir kavramın içinin pozitif bir şekilde doldurulması söz konusu. Chicana da bunun ender örneklerinden biri olsa gerek. Tabii, siyahlar da bunu yapıyorlar. ‘Nigger’ sözcüğünü mesela, artık gururla taşıdıklarını söylüyorlar. Ama onlarınki daha yeni bir şey. Bir direniş dili oluşturuyorlar burada, aşağılayıcı sözcükleri alıp bunlardan bir direniş dili oluşturuyorlar. Sözünü ettiğimiz bu insanlar, parçalanmış kimliklerini bu direniş diliyle tekrar kurmaya, aslında belki de geçici olarak kurmaya çalışıyorlar. Onu monolitik bir hale getirmek gibi bir çabaları da yok. Ama geçici olarak kurarken de aslında bir ittifak oluşturuyorlar. Anzaldúa’nın sözünü ettiği sınır bölgesi, ittifakların kurulduğu bölge riskli bir bölge… Orada yaşamak çok zor, aşağılanıyorsun, pek çok farklı odaklardan baskı görüyorsun. Lezbiyen olduğun için, Meksikalı olduğun için görüyorsun, üniversitelere alınmıyorsun, üniversitede akademik kariyerini tamamlayamıyorsun, ve daha pek çok şey…

Anzaldúa sınır bölgesinde çiftliklerde çalışırken, küçük bir kız çocuğuyken gördüğü baskıyı anlatıyor. Aynı zamanda annesinden de baskı görüyormuş. Tabii, geleneksel toplumların yapısına uygun olarak aile içi bir baskı da var; oldukça muhafazakârlar. Bu da çok ilginç bir nokta aslında. Anzaldúa’nın kitabının otobiyografik olmasının nedeni aynı zamanda bölünmüş kişiliğini yazma sürecinde geçici olarak bir araya getirme, deneyimlerini tekrar değerlendirerek bu baskı odaklarının nereden kaynaklandığını görme, anlayabilme ve kız kardeşleriyle, diğer ezilenlerle bu deneyimi paylaşarak onu ortak bir deneyime dönüştürme çabası. Çünkü sadece Anzaldúa’nın ya da Sandoval’ın sorunu değil, aynı şekilde sınır bölgesinde yaşayan yüzlerce Meksika kökenli kadının, siyah kadının ve lezbiyenin sorunu bu. Bunlar arasında bir koalisyon oluşturabilmek hedefi ise sadece azınlıkların değil, beyaz feministlerin de bir araya gelebilecekleri, model alabilecekleri bir konu aslında. Yani çok daha fazla ezilmiş olmanın getirdiği öğretebilecekleri çok deneyimleri var. Bu deneyimleri paylaşabilirler ve eğer gerçekten hegemonik yapıları kırmak, onlara karşı savaşmak istiyorlarsa bir ittifak oluşturabilirler. Bu kitabın anlatıcısı değişik tahakküm güçlerinin neler olduğunu kavrayabiliyor ve bunları da sadece kendi deneyimi olmaktan çıkararak kolektif bir eylemin zeminini döşemiş oluyor. Yani teorik bir yapıt olarak değerlendirmemek gerekiyor. Belki eleştirilebilir ama bu bir eylem rehberi, yol gösterici bir nitelik taşıyor. Çok zor koşullarda var olmayı öğreniyor bu insanlar ve bu zorlukların kolektif eyleme, yeniden bir örgütlenmeye nasıl dönüştürülebileceğini gösteriyorlar bize.

Kadim Direniş Biçimlerini Çağımıza Taşımak

Çok eski direnme biçimleri, onları post modern çağa taşımanın yollarını arıyorlar. Hem de bilim var, cyborg ile insanın ötesine geçmek çabası var ama aynı zamanda bir spiritüellik de taşıyor. Yani doğadan da kopmamışlar. Örneğin Mary Daly’i eleştiriyor Donna Haraway. Ama bakıyoruz ki Anzaldúa Aztek tanrıçalarına da dönüyor… Aztek tanrıçaları gölge hayvanlar içerir, yani güzel değillerdir. Hatta heykelcikleri çirkindir. Yılan, bizi korkutur, çok sevimli bir hayvan değildir, sevmek için yaklaşamazsınız. Ama tanrıçalar yılan şeklinde resmedilmişler.

Aztek ay tanrıçası, Coyolxauhqui.

Daha sonra bu tanrıçalar, İspanyolların Katolik kültüründe biçim değiştirmişler. Anzaldúa ‘Guadalupe Meryem’inin, Azteklerin Katoliklere bir uyarlaması olduğunu, Aztek tanrıçalarının biçim değiştirdiğini anlatıyor. Yani tanrıça bir tür siyah Meryem olurken aynı zamanda deseksüalize ediliyor. Aztek Tanrıçaları çirkin ve iffetsizken, Guadalupe Meryem’i iffetli, saf, temiz, el değmemiş ve güzel olarak resmediliyor ikonalarda. Burada o tanrıça benimsetilirken, üçüncü dünya feministlerinin, Meksikalıların aslında kendilerine örnek alabilecekleri, bir güç bulabilecekleri o tanrıçaların ve eski mitolojinin ters yüz edildiğini görüyoruz. Yani yani kaynakları, tarihleri, mitolojileri; en önemli silahları ellerinden alınmış oluyor. Tabii kuramda bu mitolojiyi yeniden ele geçirip, yeniden kuruyor ve Aztek dilindeki bazı unutulmuş sözcükleri kullanıyorlar. Örneğin bunlardan bir tanesi ‘nepante’ diye bir sözcük. ‘Nepante’ rahimden kopmakla gün ışığına çıkmak arasında bir geçit. İnsanlar bu inanışa göre bir mağaradan, bir kanaldan geçiyorlar. ‘Nepante’ de geçit, çatlak demek.

Guadalupe Meryem’i.

Burada ‘nepante’ dedikleri şey mestiza bilincinin gün ışığına çıkmadan önce doğduğu alan aslında. Mestiza sınırları kolayca geçebilen bir şey, zaten sınırda çünkü… Meksika’dan Amerika’ya geçebiliyor ama aynı zamanda kadından erkeğe geçebiliyor. Başka yerlere de yani, siyahtan beyaza da geçebiliyor. Ruhsal sınırları da geçebilen bir şey. Sınır geçmek, sınır ihlal etmek çok önemli bir şey, çünkü muhalif bir eylem. “Senin yerin burası, burada duracaksın.” O yeri tanımamak, o kuralları tanımamak, onları ihlal etmek önemli… Bu bakımdan mestiza bilinci diğer bütün feministlere; birinci dünyanın, Avrupa’nın, Amerika’nın beyaz feministlerine önerdikleri  bir direniş biçimi. Sınırların ötesine geçmek çok önemli. Anzaldúa’daki mestiza bilinci de sınırların ötesine geçme gücü veren bir şey. Sınır bölgesinde, orada yaşayarak kazanılan bir bilinç, ama aynı zamanda paylaşmak istedikleri bir bilinç. Onlar bu farklılık bilinci, mestiza bilinci, sınır bölgesi temelinde örgütlenebilmeyi öneriyorlar.

Coyote, Cyborg, Starlock

Sandoval’ın sözünü ettiği üçüncü bir teorisyen daha var; Cyborg Manifesto’nun yazarı Donna Haraway. Haraway cyborg’tan1, insan ötesinden söz ederken, spiritüelliğe çok fazla dayanan, doğaya dönen feministleri eleştiriyor, ama kendisi de doğadan bütün bütüne kopmuş değil. Örneğin Kuzey Amerika yerlilerinin mitolojisine dönüyor bir yerde. Coyote’ye dönüyor. ‘Coyote’ hilekâr anlamına gelen bir kelime, tam karşılığı da ‘çakal’. Kuzey Amerika yerlileri için kutsal bir hayvan aynı zamanda. Hilekâr, güvenilmez, biçim değiştiren, en önemlisi de evcilleştirilmez ve denetlenemeyen bir güç olarak görülüyor. Tüm bu özelliklerinden dolayı, Kuzey Amerika yerlileri seviyorlar coyote’yi. Donna Haraway diyor ki; “feminist söylem de böyle olmalıdır, bir tür coyote söylemi olmalıdır. Neden? Çünkü kolay kolay yorumlanmamalı, kendini ele vermemelidir. Feministlerin teorisi, bir coyote, bir çakal söylemi olmalıdır” diyor.

‘Post insana geçiş’ dediği cyborglar ne organik, ne inorganik, ne insan, ne hayvan, ne makine, ne insan, ne erkek, ne kadın; ama hepsini aşan birşey var onda. Bu acaba insanı küçük görmek mi, diye düşünebilir insan. Hayır, değil.

Kuzey Amerika yerlileri için kutsal bir hayvan olan coyote, hilekâr, güvenilmez, biçim değiştiren, en önemlisi de evcilleştirilmez ve denetlenemeyen bir güç olarak görülüyor.↩︎

Marcuse, Hegel’i yorumladığı Us ve Devrim’de “İnsanlık tarihi Hegel için bireyle başlamaz; birey, insanlık tarihinin daha sonraki bir aşamasında geçer” diyor. Yani, insanla birey farklı şeyler. İnsan ilkel bir küme halinde yaşıyor. O ilkel küme bir insan topluluğu, ama birey topluluğu değil. Burada sözü edilen birey, ‘bilinçli, akıllı olan’. Burada insan belki de aşılması gereken bir şey. Nietzsche’nin dediği gibi “insanca, çok fazla insanca”; insan aşılması gereken bir şey. Bu insanı küçük görmek değil, ama bilinçli insanla bilinçli olmayan insan arasındaki farkı vurgulamak bakımından böyle bir sözcük kullanılıyor. Yani bu anlamda insanlardan oluşan bir topluluk kolaylıkla manipüle edilebiliyor, bir kitle toplumuna dönüşebiliyor. Ama bireylerden, eleştirel insanlardan oluşan topluluk farklı. Cyborgcular da insanın aşılması gerektiğini söylüyorlar aslında. Benzer bir şeyi Hardt ve Negri’nin İmparatorluk’unda görüyoruz. O da cyborg’un antropolojik bir karşı koyuş olduğunu söylüyor. Toplumsal olarak inşa edilmiş cinsiyetlere bir karşı koyuştur diyor. Burada cyborg bir metafor tabii. Sözünü ettiğimiz o ikili kategorileştirme, karşıtlıklar üzerine kurulan ve dar tanımları, kategorileri aşmanın bir yolu aslında. İmparatorluk’ta yeni bir barbarlar çağı başlıyor, onlar göçmenlerden söz ederken, “aslında toplumsal cinsiyet de tavır alınması gereken bir şeydir” diyorlar ve cyborg’u örnek veriyorlar. Starlock’un2, Orlan’ın3 yaptıkları da bu aslında; sahnede bize göstermeye çalıştıkları şey insanın aşılması gereken bir şey olduğu fikri.

Kimlik: Ortak Sorun

Sözünü ettiğimiz teorisyenler, vaktiyle muhalif olan, muhalefet hareketi olarak doğan, ama zamanla ana akım içerisinde eriyen, o muhalif kimliğini kaybeden ikinci dalga feminizme bir alternatif oluşturmaya çalışıyorlar. Onun yarattığı dışlamayı, dışlamaya en çok maruz kalanlar siyah feministler, Meksika kökenli feministler, lezbiyenler, bu dışlamayı gidermenin bir yolu olarak yeni kavramlar üretiyorlar. Sonuçta azınlıkların mücadelesi, azınlıkların sorunu diğer insanların da sorunu. Başkaları özgürleşmediği müddetçe bizim de özgür olmamız mümkün değil. Her zaman bu bütünün bir parçası olmak ve bütünle ilişkide olmanın temel kavramı olarak aldığımız bir nokta bu. Yani, ister chicana olsun, ister Güneydoğu’da yaşayan insanlar, insanların bir kimlik sorunu varsa, kimlik mücadeleleri varsa, bu hepimizin sorunu… Eğer özgürlükten yanaysak bizleri de ilgilendiriyor sonuç olarak. Aralarında bir ortaklık var. Bu ortaklığa değinmesi, ortaklığın altını çizmesi bakımından da Sandoval’ın, Anzaldúa’nın ve Haraway’in söyledikleri son derece önemli.

 

Cyborg bir makineymiş, robotmuş gibi görünebilir ama değil aslında. Doğaya karşı da değil. İnsanla doğa arasındaki bölünmüşlüğü de ortadan kaldıracak bir şey bu. Yani bedensel mutasyonla insan doğadan uzaklaşmıyor, tam aksine yaklaşıyor. İnsanın her türden değişmeye, melezleşmeye açık bir özne olduğunu göstermesi bakımından da önemli. Değişmeye, yeniliklere, farklı kültürlere açık olmak kadar güzel bir şey olamaz herhalde. Bunu göstermesi bakımından, bir metafor, teorik bir figürasyon olarak çok önemli. Hepimiz cyborg olacağız diye bir şey yok tabii, ama bir mecaz olarak önemli. Ve çoğulculuğun da odağını oluşturuyor. Bir koalisyon bu aslında. Mestizanın renkleri bizim de renklerimiz. Koalisyon gökkuşağı renginde olacaksa, orada her renkten insanlar olması gerekiyor.

Sandoval bu cyborg tavrının Amerika’daki özellikle marjinalize edilmiş grupların politik duruşlarını karakterize ettiğini söylüyor. “Ezilenlere cyborg gibi davranıyorlar şimdiden” diyor. Farklı bölgelerde ikilikleri aşmaya çalışıyorlar, kimlikleri bir araya getiriyorlar, parçalanmış kimlikle yaşamayı bir avantaja dönüştürüyorlar. Hepsinden önemlisi, bu evrensel bir kavram. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün o marjinalleştirilmiş, baskılanmış grupları temsil eden bir duruş.

Halil Turhanlı. Ömer Madra

Cuma Adlı Adamlar 

16 Aralık 2005.

 


  1. Cyborg: Sibernetik ve bio-organizma sözcüklerinin birleşiminden türetilmiştir. Yapay ve doğal sistemlerin birleşiminden oluşan organizma anlamına gelir.↩︎
  2. Starlock: Hexagon Comics’in yayınladığı aynı adlı çizgiroman serisinin kahramanı. Savage tarafından yazılıp, Luciano Bernasconi tarafından resimlenen Starlock dünyada mahsur kalmış, süper güçlere sahip bir uzaylıdır. Astronot Nick Thaler ile aynı bedeni paylaşan Starlock, ABD hükümeti ve Madam Tarentula’nın yönettiği S.P.I.D.E.R. adlı kötü niyetli bir organizasyon tarafından kovalanmaktadır.↩︎
  3. Orlan: Carnal Art (Bedensel Sanat) manifestosunun yazarı, 1990-1993 yılları arasında kendi isteğiyle geçirdiği estetik ameliyat-performanslarıyla tanınan Fransız sanatçı.
Paylaş:

Önceki Yazı

Sıçma Hakkı

Adem Örmar
21. yüzyılın ilk on yılı bitmeden; dünyada sessiz sedasız büyük bir devrim oldu: İnsanlık tarihinde ilk kez şehir nüfusunun kırsal…
Devamını Oku

Sonraki Yazı

Silah

Sauro Scarpelli ile söyleşiden
Yaz tatili için Foça’ya gelen Grimason ailesinin oğlu Ali Staire, silahlı bir çatışmada vuruldu. Ali bu çatışmaya dahil olduğunda henüz…
Devamını Oku

İlgili İçerikler

Olimpiyat Törenlerinde Sanat

Emre Zeytinoğlu
Olimpiyat yarışmalarından önce niçin etkileyici sanat gösterileri yapılıyor? Acaba bu gösteriler birçok kişinin söylediği üzere, yalnızca o ülkenin turizm tanıtımına…
Devamını Oku

Maradona

Bağış Erten
 Diego Armando. 16’sında millî, 18’inde şampiyon, 22’sinde dünya yıldızı, 26’sında efsane, 31’inde kokainman, 44’ünde ağır yaralı, 50’sine gelirken TV yıldızı……
Devamını Oku

Hip-Hop

Cüneyt Bolak
Hip-hop’la ilgili söylenmesi gereken ilk şey belki de şu: Hip-hop bir müzik türü değildir. Bu gerçekle ilgili en güzel lafı,…
Devamını Oku