Bütün mal varlığı: Cesaret. Hiç kimseyle, kendiyle bile karşılaştırılamaz Serge Gainsbourg. Her devrin adamı. Her devrin istenmeyen adamı. Fransa toplumu Brel, Ferré, Barbara, Brassens şarkıları sayesinde, siyasetin gazete manşetlerinden; aşkın papatya fallarından ibaret olmadığını zaten biliyordu ama, Gainsbourg açmadık kapı-pencere bırakmayıp içeriyi esaslı bir cereyana tuttu. Sözlerinde siyasi doğrular yerine şiirsel doğruların peşinden gitti. “One more time” dururken neden “encore une fois” dendiğini bir türlü anlayamayan bu Rus Yahudisi, çareyi Fransızcayla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamakta buldu. Derdini ‘lisan-ı münasip’le değil, küstahlığın zarafetiyle yarattığı yeni bir dilde, kemiksiz bir dille anlattı. Müziğini caza, swing’e, rock’a, funk’a, rap’e, diskoya, oryantal yaylılara, siyah tamtamlara buladı. Şansona en büyük cerrahi müdahaleyi yaptı, melodinin kalp atışını değiştirdi. Bir gün Eurovision’u kazanacak şarkıyı besteledi, öbür gün Sid Vicious’un resmini piyanosunun üstüne koydu, ertesi gün Jamaika yollarına vurdu.
“Dansa müsait…”
Fransız millî marşının reggae yorumunu yaptığında üstüne çok geldiler. “Gene bir provokasyon mu?” sorusunu, günde yedi paket içtiği Gitanes sigarasından bir fırt çekip şöyle cevapladı: “Yoo, neden provokasyon olsun! Reggae devrimci bir müzik. La Marseillaise de devrimci bir marş. Dansa müsait.” Özel ilgi alanı ise erotik marşlardı. Yatak odasının mahremiyetine destursuz dalıveren bir şarkısında Jane Birkin “seni seviyorum” diye inlerken, Gainsbourg cevap veriyordu: “Ben de seni” değil, “bense seni hiç” hiç değil, “ben de seni hiç!”

Bir kısmını, fiziksel çirkinliğini daha da görünür kılan güzel kadınlara söylettiği yüzlerce melodi; aynı anda hem romantizmin hem sinizmin doruklarında gezinen edepsiz sözler; arabalara, uçaklara, gökdelenlere, emziklere, gözyaşlarına, aşkın ıstırabına, ihanete, enseste, içkiye, dışkıya dair şarkılar… Brel bir keresinde ona “ben hata yapıyorum, sense hile yapıyorsun” demişti. Toplumsal değerler gözlüğüyle bakıldığında daima yokuş aşağı yuvarlanan bu adam, sanki hep dimdik tırmanıştaymışçasına, görüntüyü tersine çevirme hüneri gösterdi. Ustaları sürrealistler, dadacılar, Boris Vian’lardı. Çırak yetiştirmedi, hayran besledi. ‘Revolver’den ‘Nevermind’a bütün rock başyapıtlarının altında 20’lik çocukların imzasına alışığızdır, ama Gainsbourg ‘Histoire de Melody Nelson’u çıkardığında 43 yaşındaydı. Hep yaşsız, zamansız, erken, avangard kaldı. Ölümünden yıllar sonra Beck, R.E.M., Placebo gibi Anglo-Sakson müzisyenler bile ona hürmet sunmak için kuyruğa girdi.
Serge Gainsbourg esasında ressam olmak istiyordu, ama 20. yüzyıl galerisinin baş köşesinde, siyaha çalan bir renk cümbüşü içinde, kıymetine paha biçilmez bir resim oldu.
Derya Bengi