Açık Radyo, 1997 ve 1998’de İstanbul Müzik Şenliği 1 ve 2’yi Pozitif ile birlikte düzenledi. Klasik Batı Müziği’nden Halk Müziğine, Dünya Müziğinden Caza, Arabesk’ten Salsa’ya binbir müzik türünün, çocuk etkinliklerinin, uluslararası panellerin, dünya prömiyerlerinin, video gösterilerinin, dans atölyelerinin yer aldığı şenliklere yaklaşık 10’ar bin biletli izleyici katıldı.
1. İstanbul Müzik Şenliği (Ekim 1997)
Herşey Hemingway ile başladı. Daha doğrusu onun çevirmeniyle. Ernest Hemingway Avrupa’da geçirdiği gençlik ve yetişme yıllarının bir bölümünü Paris Taşınabilir Bir Şenliktir başlığıyla yayınladıktan sonra, bu kitap uzun yıllar önce Paris Bir Şenliktir adı altında Türkçe’ye çevrildi. Kızılca kıyamet de ondan sonra koptu: Ülkenin bilumum hevesli yazarları, acemi köşe yazarları, radyo ve televizyon programcıları ve başkaları, akla gelebilecek her türlü olayı: ‘Bir Şenliktir…’ diyerek –hem de devrik tümceyle, ki bunda çevirmenin zerrece ‘suçu’ yok, devrik tümcenin işi daha şairane kıldığını düşünüyor olsa gerek insanlar– bize sundular. O mahut kitap yayınlandığından bu yana, içimiz dışımız şenlik oldu. Öyle ki, her mevsim, günde yirmi dört saat şenlik halinde yaşar olduk dense yeridir hani. Sürekli bir şenlik hali yani. (Hayatın sanatı taklit etmesinin iyi bir örneği. Aslında, böyle bakınca her şeyin George Orwell’la başladığını da düşünmemek elde değil: Yenikonuş’unda ‘Aşk Nefrettir’ sloganını ortaya atan o değil miydi?)
İşin garip yanı, bu durum, bir yandan da, daha vahim bir durumu ortaya çıkartmaktaydı: Her şey, dağ taş şenlikti şenlik olmasına da, ortalıkta şenlik filan yoktu aslında ve işin kötüsü, bizim şenliklere adamakıllı ihtiyacımız vardı.
Ansiklopedi şöyle tanımlıyor şenliği:
‘Bir bayramı, sevinçli bir olayı kutlamak amacıyla düzenlenen coşkulu eğlence ve gösteri.’ Bu tanımı esas alırsak, böyle coşkulu ve sevinçli bir eğlence ve gösteriden oluşan bir şenlik olayını, bırakınız yaşamak, böyle bir şeye tanık olduğumuzu bile kolay kolay söyleyemeyiz bugüne kadar. Aynı madde Osmanlılar’ın şenliklerinde ‘kol oyunu, ortaoyunu ve gölge oyunu gösterilerini, cambazların, zorbazların, şemşirbazların, kuzebazların, gürzbazların, yılanbazların, kuklacıların, matrakçıların, okçuların…sergiledikleri hünerleri’ izlediğini yazıyor.
Şimdi: Boşaltılan kavramların içini doldurmak için hamle etmek zamanıdır. İşte biz de bir yerinden başlayalım istedik. ‘Müzikle ilgili her kesimden insanı tek bir çatı altına keyifli bir ortamda buluşturmak’tan söz ediyoruz. Yani Türkler, Bulgarlar, Rumlar, Yahudiler, Amerikalılar, Almanlar, Romanlar, Hintliler, beyazlarla siyahlar, başka renkliler, gökkuşağının yedi rengi… Yedi düvelden insan yani. Yediden yetmişe herkes iki gün boyunca müzik cambazlarının, dilbazlarının, matrakçılarının büyülü dünyası etrafında dönensinler, çalsınlar, oynasınlar, dinlesinler, düşünsünler, konuşsunlar, tartışsınlar, yesinler, içsinler…velhasıl coşkuyla eğlensinler ve gösterinin bir parçası olsunlar istedik. Burada gökten üç elma düşüyor: Üç adet anahtar kelimemiz var: Müzik, Katılım, Eğlence. Bu üçündense tek bir kelime çıkıyor zaten: Şenlik.1
2. İstanbul Müzik Şenliği (Aralık 1998) (Bkz. Kemençe)

Geçen yıl Birinci Şenlik’te yaşanan ‘insan manzaraları’ndan biri şöyleydi mesela. Bir yanda Konferans Salonu’nda yaklaşık yüzelli kişilik bir meraklı topluluğu Orhan Gencebay’ın ‘Arabesk ve Pop Müziğin İlişkisi’ üzerine büyük bir vukufla anlattıklarına kulak vermiş, çıt çıkarmadan onu dinlerken ve konuşmanın ardından da, 18 yaşlarında bir ‘çocuk’un akıl almaz ayrıntı ve derinlikteki sorularına tanık olurken; aynı anda Top Teşhir Salonu’unda belki elli çift insan sahneye fırlamış, Avilene Çakıcı-Arrindell’in usta ve sevecen yönetiminde, onunla ve birbiriyle yekvücut, vücutlarını Latin müziğinin karşıkonmaz ritmine terkederek bir renk ve ses cümbüşü içinde coşkuyla salınmakta… Ve gene aynı anda, hınca hınç dolu Yeşil Salon’da koridorlardan giriş kapısı önüne kadar taşmış insanlar, birbirlerini zerrece engellemeden ve gene tıs çıkarmadan,

Ayşe Tütüncü Piyano Perküsyon Grubu’ndan yükselen Weill-Brecht nağmelerini dinlemekte iken –evet, hâlâ bitmedi– aynı dakikalar içinde Büyük Konser Salonu’nda toplanan sekizyüz kişilik bir topluluk da Muammer Ketencoğlu ve Arkadaşları’nın enstrümanları ve dokunaklı ama coşkun sesleriyle dokunan Yeryüzünün Yedi Rengi’ni, Ketencoğlu’nun görmeyen ama gören gözleriyle dinleyip seyrediyorlardı.
Önce kapkara bulutlarla kapanan tehditkâr bir gökyüzü, ardından bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve onlarla birlikte gelen ısırıcı soğuk. Böyle bir Pazar öğleden sonrasıydı işte, hiç de insana sıcak ve hoş duygular vermeyen. Ama, bütün bunlar da o bir saatlik süre içinde tıpatıp böyle cereyan etti, inanın; inanmazsanız, o bir saati yaşayanlardan birine sorun…

Burada anlatılmak istenen şey, müziğin, dansın, düşüncenin ve duygunun çeşit zenginliği değil sadece; ondan başka, hatta onun biraz da ötesine geçen başka bir şey: Dokunma duyusu diyebiliriz belki. Sahiden şu oluyordu: İnsanlar, nefes nefese koşturuyorlardı, merdiven başlarına geliyorlardı, uzak yakın kimi tanıdıklarına rastlıyorlardı orada; duruyorlardı; birbirlerine dokunuyorlardı; birşeyler paylaşıveriyorlardı oracıkta ve o saat –bir iki fikir, biraz duygu filan; sonra aynı anda karşılıklı olarak yeniden hareketleniyor, yeniden koşturuyorlardı; bir sonraki konserin ardından yeniden aynı merdiven başında, bu sefer belki bambaşka âşina yüzlerle karşılaşıp onlarla birkaç dakikalık düşünce ve duygu teatisinde bulunana, ardından da başka bir konsere ya da konuşmaya koşmaya başlayana dek…
Böyleydi işte Şenlik geçen sene.
Geçen seneki Şenlik’in üç anahtar kelimesi vardı: Müzik, Katılım, Eğlence. Bu sene, deneyimlerimizden ders çıkartarak bir tane daha ekliyoruz: Müzik, Katılım, Eğlence ve Dokunma. Bunlardansa gene tek kelime çıkıyor tabii ortaya: Şenlik.2
Açık Radyo
- Ömer Madra; 1. İstanbul Müzik Şenliği Kitapçığı, Ekim 1997.↩︎
- Ömer Madra; 2. İstanbul Müzik Şenliği Kitapçığı, Ekim 1998.