Cengiz Aktar

Niçin Avrupa

Aralık 1999’da yapılan, Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığının teslim edildiği Helsinki Zirvesi’nden az önce geldiğim İstanbul’da hedefim, her kamusal alanı ve her kitle iletişim olanağını kullanarak Avrupa Birliği üyeliğinin bu ülkenin yurttaşlarına yararlı bir şey olacağını, bunun herkesin bu işi sahiplenmesiyle olabileceğini anlatmak, Avrupa Birliği adaylığı konusunda birikim ve deneyimlerimi paylaşmak ve dikkatleri mümkün mertebe Avrupa Birliği üzerinde toplamaktı. İçinde bulunduğum pek çok etkinlik gibi Açık Radyo’nun Avrupa’ya Doğru programı da Kasım 1999’dan bu yana, bu çerçevede yapılıyor. Türkiye’de bu kadar eski bir Avrupa Birliği programı yok. Bu çalışma sekiz yıldır kesintisiz sürüyor.

1970’lerin sonundan itibaren Türkiye’nin Batılılaştırılmasından, süreçteki edilgenliği özellikle öne çıkararak söz ederken bugün Avrupa Birliği üyeliği konusunda bu denli önsaflarda olmak çelişki değil miydi? O zamanlar, Batılılaşmanın, Batılılaşan için ne derin bir travma, o dünya görüşü için ne beter bir hezimet olduğu, ama öte yandan, sürecin yapaylığı ve seçkinlerin toplum alerjilerinden ötürü Batılılaşmanın topluma yeterince değmediği gözlemini yapmıştık (Türkiye’nin Batılılaştırılması, Ayrıntı Yayınları). Batılılaşmanın özünde, eskiye ve yeniye yönelik, birbirine koşut iki normalizasyon sürecinde vücut bulduğunu yazmıştık: Bir yandan geleneksel farklılıkların gayrimeşru

Avrupa Birliği’nin toplumsal katılımı şart koşan pratikleri belki ilk kez, Batılılaştırılan bir halka toplumsal aktör olarak kendi kaderine sahip çıkma olanağını sağlıyor.

kılınarak eşitlenmeleri, diğer bir deyişle her yerde olduğu gibi modernliğin inşası için gereken evrenselci normalizasyon. Ama öte yandan modernliğin banileri olan seçkinlerin, modernliği toplumsal dinamikten ziyade etkin bir toplumsal denetim aracı olarak görmeleri sonucunda ortaya çıkan tekdüzeleştirme. Türkiye’nin kimlik sorununun, özgüven eksikliğinin ya da toplumsal şizofrenisinin verileri.

“Türkiye’nin Batılılaştırılması”

1980’lerin başında Frenkçe yazılmış olan “Türkiye’nin Batılılaştırılması” soru işaretleriyle bitiyordu. Batılılaşmanın ve modernliğin geriye dönüşü olmayan bir ‘continuum’ olduğunu elbette görüyorduk. Bu süreci zorla geriye döndürmeye çalışan girişimlerin, sürecin yarattığından daha derin travmaları beraberinde getirdiğini örnekleriyle izliyorduk. Ama yerle bir edilmiş dini, harsi, mahalli, ırki ve lisani farklılıkların, modernlik karşısında tutunamayanların gizlendikleri yerden çıkmalarını da modern toplumun bekası açısından hayati addediyorduk. Sorunsal, modernliğin, sağlam basabilmesi için böyle bir birlikteliğe ihtiyacı olduğunu nasıl ve ne zaman fark edeceğiydi. Avrupa Birliği pratikleri işte bu senteze zemin oluşturmak açısından önemli.

Avrupa Birliği pratikleri aynı zamanda Batının birçok konuda bugün için vardığı en gelişmiş nokta. İki yüz yılın sonunda Türkiye toplumu da, cebren de olsa, bir yerlere geldi, Batılılaştı. Batılılaştırma süreciyle dayatılan ulus ve iktisadiyat pratiklerinin bu coğrafyada yaşayan insan topluluklarına ne denli yabancı olduklarını hatırlarsak, cebrî yöntemlerle uygulamaya geçilirken yapılan eziyetin ve çekilen ıstırabın bir mükâfatı olmalı. Bugün, bunlara maruz kalmış bu toplumun özgürlük ve esenliğe, Batılı teknik ve birlikte yaşama biçimlerine lâyık olmadığını kim söyleyebilir? Batılılaştırıcı seçkinlerin, daha hâlâ, Batılı dinamiklerin topluma malolmasından nasıl ürktüklerini unutmayalım.

Körelen Farklılıklarımızı Tekrardan Keşfetmek

Uluslaşmanın şiddetiyle Osmanlının kozmopolit yapısının aldığı darbeleri AB’li yeni yapılar sayesinde tedavi etmek, uluslaşma ile körelen farklılıklarımızı tekrardan keşfetmek mümkün. Keza, sonradan görme ve ahlaki temelleri olmayan bir maddiyatçılığın değiştirdiği insani ilişkilerimiz bizi bireysellikle değil bencillikle tanıştırdı. Avrupalı toplumsallık bu çarpıklığımıza bir çare gibi durmakta.

Türkiye Batılılaştırıldı. Süreç sonunda oluşan çarpıklıkların çözümünü, hem bu çarpıklıkların aşılmasını hem de Batılılaşma sonucunda yeraltına mahkûm edilmiş değer, farklılık ve zenginliğin yeniden keşfedilmesini hazırlayacak, toplum ve birey ağırlıklı bir zeminde aramalı. Edilgen Batılılaştırılmanın aksine, katılım gerektiren ve dinamik ‘Avrupalılaşma’ işte o zemin. Avrupa Birliği’nin toplumsal katılımı şart koşan pratikleri belki ilk kez, Batılılaştırılan bir halka toplumsal aktör olarak kendi kaderine sahip çıkma olanağını sağlıyor.

‘Avrupacı’ Aydın

Bugünün ‘Avrupacı’ aydınının dünün Batıcı seçkininden farkı da, ilkinin önerdiği süreçte toplumsal ve bireysel katılımın, sürecin özünden ötürü bir önkoşul olması. Avrupa Birliği ile Avrupalılaşma ancak gönüllü olabilecek bir değişim.

Günümüzün ikilemi : Bir yanda farklılıkları hümanizm adına eşitleyen, evrenselci, dünyevi ve hukuki bir toplumsal yapılanma; diğer yanda federal, farklılıkları gözeten, siyaseten dürüst (politically correct), çokkültürlü ve tarihî bir toplumsal yapılanma. İlki farklılıkların eşitlenmesi uğruna mirasını reddetmiş, kimliksiz bir insanlık tehlikesini; diğeri ise içe dönük, ‘feodal’, cemaatçi ve bencil bir insanlık tehlikesini taşıyor.

Günümüzün bir diğer ikilemi: Özgün ve halis gibi duruyorsa da sonuçta statükonun işine gelen millî kalkınmacı, otarşik, töreci yerellik ile postmodern ‘tek düşünce’ esareti. Bu ikilemlerden kurtuluş var mı? Avrupa Birliği bu ara yol olabilir mi?

Farklıyı barındıran, kollayan ve Avrupalı üstkimliği altında çok düzlemli bir ‘çoğul ben’e (multiple self) imkân tanıyan yapı: O Muşlu, Yezidî, Türk ve Avrupalı. Benliklerinin hiçbiri diğerine ve ötekilerin benliklerine üstün değil. Toplumsal yaşamda farklı benliklerini temsil eden farklı yapılara devrettiği hakları kaybolmadığı gibi, bu farklı düzlemlerin arasında oluşan dengeler ve denetim mekanizmaları sayesinde egemenlikleri/farklılıkları daha etkin bir biçimde gözetiliyor.

Yarın Bugünden Başlar

Fransız devrimi misali çocuklarını yiyen, insanı ve doğayı bozuk para gibi harcayan, ekonominin insana hizmet etmesi gerekirken insanı ve doğayı ekonomiye esir eden neo-liberal cinnet karşısında Avrupa’nın dayanışmacı, sosyal ve çevresel modeli çarelerden en cazibi gibi duruyor. Türkiye toplumunun, sosyalist öğretinin mutlu yarınlarına ya da kapitalizmin gününü gün eden zihniyetine değil, “yarın bugünden başlar” diyen yaklaşıma ihtiyacı var. Bu onun, halen direnen ama hızla da tükenen dayanışmacı âdetlerine yeni ufuklar açacak.

Etkileşim tek yanlı olmayacak kuşkusuz, ve karşılığında, buraların direnen insanlıkları, tekrardan keşfedilmiş zengin farklılıkları Batı insanına ve XXI. yüzyılın yeni Avrupa Birliği’ne can katacak.

Türkiye’de egemen olan devlet, toplum değil. Yalnızca devletin tarif ettiği sınırlar içinde ve aslında hiçbir zaman tam anlamıyla egemen olamamış bu toplumun egemen olmasının yolu devletin egemenliklerini diğer devletlerle ve kendi toplumuyla paylaşacağı Avrupa Birliği’nden geçiyor. İşte bu yüzden Avrupa!

Cengiz Aktar 

Paylaş:

Önceki Yazı

Sonraki Yazı

Ninni

İbrahim Betil
Ninniler her insanın dinlediği ilk aşk şarkılarıdır. Tapılası sevgiyi, koruyan aşkı, güven verici duyguyu, her şeyi veren ve hiçbir şey…
Devamını Oku

İlgili İçerikler

Erol Atar

Nazif Topçuoğlu
Modern zamanların en önemli Türk fotoğrafçısı. Türkiye’de 1980’li yıllarda başlayan değişimi kendine özgü tarzıyla belgelemekle kalmamış, fotoğrafçının toplumda saygıdeğer bir…
Devamını Oku

Dünya ve Deprem Işıkları

Mikdat Kadıoğlu
Dünya atmosferinde görülen ve dünya kaynaklı olan, fakat tanınamayan ışıklar ‘dünya ışıkları’ (earth lights) olarak adlandırılıyor. Bu ışıklar, genellikle ‘yıldırım…
Devamını Oku

Sıçma Hakkı

Adem Örmar
21. yüzyılın ilk on yılı bitmeden; dünyada sessiz sedasız büyük bir devrim oldu: İnsanlık tarihinde ilk kez şehir nüfusunun kırsal…
Devamını Oku

İncirlik

Ali Bilge ile söyleşiden
2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika ile Türkiye arasında yakınlaşma bir imza ile  başladı. 12 Temmuz 1947’de, Truman doktrini çerçevesinde Türkiye…
Devamını Oku