Daniel Defoe’nun romanlarından Robinson Crusoe kadar ünlü olmasa da herhalde onlar kadar sayılması gereken ikinci romanıdır. Daniel Defoe da dünyanın ilk romancısı diyebileceğimiz bir adamdır. Roman, daha düz yazı ile bir sanat formu hâline gelmeden önce bu tarzı en erken denemiş insanlardan biri. Robinson’da yaptığı gibi Moll Flanders’da da öykü birinci kişi açısından, onun ağzından anlatılır; Moll bir kadın kahramandır. Defoe aslında Protestanların püriten kolundan, o gelenekten gelen bir kişi olduğu için püritenliğin çeşitli meziyetlerinin yanı sıra, çeşitli tatsızlıkları da paylaşan, onlara da sahip olan bir kişiliktir. Moll Flanders’da başına kötü şeyler gelen bir kadın hikâyesini okuyoruz. Bunlardan ötürü zavallı Moll Flanders hırsızlık yapmak zorunda da kalır, orospuluk yapmak zorunda da kalır, böyle çeşitli durumlar başına gelir. Yalnız bütün bunları epey bir keyifle de yapar bir yandan, müthiş de bir başarı duygusunu gayet iyi yaşar. Romanın sonuna gelindiğinde gayet uyduruk bir pişmanlık duygusunun arkasından “oh, oh neyse bütün bunlar oldu ama param da var, helal olsun bana!” gibi bir tavırla bütün günahlarıyla da uzlaşır kolayca.
Aslında bu son derece yüzeysel, bencil, kendine yontan ahlak anlayışını Defoe’nun bütün kitaplarında görüyoruz. Bunun belki Calvinizm’in kaderi gereği, seçkinler arasında olduğuna inanmanın, cennete gideceğine inanmanın bir sonucu olduğu söylenebilir. Nitekim estetik kaygının henüz olmadığı bir zamanda romanın çok satması bekleniyordu, ve epey de satmıştı, Defoe bunlardan bolca para kazandı. Defoe’nun ilginç tarafı ise gerçekten çok sansürsüz yazmasıydı. Defoe romanını okuyup da bir Madam Bovary okumaktan veya Defoe’nun zamanına daha yakın Tom Jones’u okumaktan duyulan bir edebiyat zevki almaz insan. Defoe’dan bunu çıkarmak kolay değilse de müthiş bir gerçekçilik efekti çıkar. Anlattığı bir olayda olguya ve ayrıntıya çok yatkın bir aklı vardır, onun için anlattığı bir olayı adeta kendiniz de hissederek yaşayabilirsiniz. Bir yankesici bir adamın saatini çekiştiriyordur; saatin zincirle takıldığını, çıkmadığını anlatır. İnsanın yüreği ağzına gelir okurken, o zinciri siz çekiyormuşsunuz da gelmiyormuş, o anda yakalanacakmışsınız gibi bir duyguyla okuyabilirsiniz. Bu bir tür gerçekçiliktir yansıttığı ama bunun daha önemli olan yanı, sansürsüz yazması… Orada 18. yüzyılın erken bir döneminde yaşamış bu adamın, bir zihniyeti temsil ettiğini, örneklendirdiğini görüyoruz. Yani bu Calvinist, Püriten zihniyeti bütün yalınlığı ile ortada görüyoruz. Mesela adada yerliyi alıp, adını sormaya tenezzül etmeden, kendisi Cuma diye adlandıran, kendisini ona efendi diye tanıtan ve yıllarca yalnız yaşadığı adada bir insan bulup, onunla bir şeyler yapıp, bir hayat paylaştıktan sonra da -ikinci cildinde anlattığı bir şeydir- adamı para karşılığında satan bir kahraman. (Bkz; Cuma) Biraz daha romancılık kaygısı, estetik kaygısı, vs. duyan birisi olsaydı bütün bunları sansür ederdi, etmediği içindir ki, Defoe’da aslında yalın, çok ham bir ideoloji görüyoruz. Murat Belge ile söyleşiden . Pr; Açık Dergi . Yt; 29 Ağustos 2004 .