İstanbul’un ve Türkiye’nin modernleşme serüvenleri birbirine bitişik ama bu ilişki kendi içerisinde sancılı karşıtlıklar taşıyor. Daha açık bir deyişle, Türkiye’de siyasal yapının modernleşme dönemleri, İstanbul’da tahrip edici ve taşralaştırıcı bir yankı yaratıyor.
Türkiye’nin 1950’den bugüne gelen modernleşme öyküsü merkez/çevre çatışması üzerinden okunduğunda, çevreden gelen siyasal aktörlerin iktidarı devraldıkları dönemlerde özgürleştirici ve modernleştirici bir rol yüklendikleri görülüyor. Merkezin ulus/devlet projesinin seçkinci, dışa kapalı ve buyurgan bir yapıyı hâkim kılmasına karşı, çevreden yükselen muhalif dinamikler, dışa açık, özgürleştirici ve demokratik bir program getiriyorlar. Özellikle iktidarlarının başlangıç yıllarında, bu programın uygulamaya konduğu ve Türkiye’nin modernleşme sürecinde temel kırılma noktalarının yaşandığı söylenebilir. Tabii şunu da belirtmek gerek: ‘Çevre’den gelenler bir yandan merkezi dönüşüme uğratırken kendileri de değişiyor ve bir süre sonra yeniden ürettikleri ‘merkez’de statu quo’nun yeni sahipleri haline geliyor. Bu da yeni merkez/çevre çatışmaları üretiyor ve dönüşüm yeni kırılma noktaları yaratarak kendini sürdürüyor. Buna Türkiye’nin “modernleşme diyalektiği” demek pek yanlış olmasa gerek.
Bu kırılma dönemlerinde, çevreden gelen siyasal aktörlerin merkezi değiştirme/dönüştürme isteği eylem bağlamını yalnızca Ankara’nın kurulu düzeniyle sınırlamıyor, iktidar alanını daha geniş bir mecraya taşımanın yollarını arıyor. İşte tam bu noktada gözler İstanbul’a çevriliyor, çünkü modernleşme dinamikleri İstanbul’da, hem de iktidarı ‘muktedir’ olmaya götürecek denli önemli bir merkez. İşte, İstanbul’a en radikal müdahalelerin bu dönemlerde yapıldığını görüyoruz.

Ne ki çevrenin merkeze taşıdığı yeni aktörler için, İstanbul’un tarihi, belleği, kimliği, kentsel yapısı hiçbir şey ifade etmiyor. Ne o bilgiye sahipler, ne de İstanbul mekânına ilişkin yaşantı birikimine. Sonuçta statükoyla girdiği çatışmada özgürleştirici bir rol yüklenen ‘yeni iktidar’ İstanbul’a yöneldiğinde tahrip edici ve taşralaştırıcı bir güce dönüşüyor.
Menderes Dönemi
İstanbul’a yapılan bu müdahalelerden ilki 1950 dönüşümünün ardından ortaya çıkıyor. Aslında Prost planının izinden giden, ama Menderes’in bizzat başında durarak yönlendirdiği ve yönettiği 1957 imar hareketi, ardında, İstanbul’un Haçlı seferlerinden sonra yaşadığı en büyük tahribatlardan birini bırakıyor; Menderes’in kendi belirlediği ölçülerde açılan yeni yollar için kent dokusunun belirli bölümleri kazınarak yok ediliyor, sayısız tarihî yapı ya ortadan kaldırılıyor ya da yeni bir yere taşınarak kentsel bağlamla ilişkisi değiştiriliyor. Tarihî yarımadayı kuşatan deniz surlarının önüne sahil yolu yapılarak surlar geri dönüşsüz bir biçimde tahrip ediliyor ve kentin denizle kurduğu özgün ilişki ortadan kaldırılıyor.
Özal Dönemi
1980’lerin Özal iktidarı da, yine çevrenin modernleştirici bir programla merkeze yerleştiği yeni bir dönemi oluşturuyor. Bu yılların İstanbul operasyonunu ise döneme adını veren Dalan yönetiyor. İstanbul’u Orta Doğu’nun finans-kapital merkezine dönüştürme ‘vizyon’unun biçimlendirdiği bu dönem, sonuçta kentin en fazla yara aldığı toplu müdahalelerden birine sahne oluyor. Boğaz hem vahşi bir yapılaşmanın altında eziliyor, hem de kazıklı yollarla denizden koparılıyor. Haliç kıyılarındaki tarihi doku parklara çevriliyor, Tarlabaşı’ndaki tarihi doku ise yerini yola bırakıyor. Dalan döneminde, kentin kara surlarına depremlerin veremediği tahribatı sözde restorasyonlar veriyor; Galata Köprüsü yok ediliyor; tarihî yapıların, sarayların üzerine karabasan gibi çöken çok katlı oteller İstanbul’a 1980’lerin damgasını vuruyor.
2000’li Yıllar
2000’li yıllar, yine Türkiye’nin modernleşme sürecindeki temel kırılma noktalarından birini gösteriyor. Yine ‘çevre’ modernleştirici bir dinamik olarak iktidarda, merkeze ve status quo’ya karşı bir dönüşüm mücadelesi veriyor; yani özgürleştirici ve demokratikleştirici rolünü oynuyor, Türkiye modernleşme serüveninin en önemli dönemeçlerinden birini yaşıyor. Bu yüzden, İstanbul’u da büyük müdahalelerin beklediğini tahmin etmek zor değil. Belirtileri de adım adım ortaya çıkıyor: Bir yandan Tophane-Fındıklı kıyısını teslim alacak Galataport projesinden, Boğaz’ın kuzeyinden geçecek 3. köprüden söz ediliyor, bir yandan da Belediye Başkanı, Leonardo da Vinci’nin köprü projesini ‘çağdaş bir tasarımla’ Haliç’e inşa edeceklerini, Haydarpaşa çevresini ise Manhattan’a dönüştüreceklerini açıklıyor. Yani bu kez, taşralaştırıcı operasyonun simgesel gücü, İstanbul’u bekleyen büyük tahribata eşlik edecek gibi gözüküyor ve modernleşmenin faturası yine İstanbul’a çıkıyor.1
Aykut Köksal.
- Bu yazı ‘İstanbul’u Ne Bekliyor?’ başlığıyla Yeni Mimar dergisinin 17 Ocak – 6 Şubat 2005 sayısında yayınlanmıştır.