İlk Türk radyosu 1927’de Telsiz Telefon Şirketi’ne bağlı olarak kurulan, stüdyosu Sirkeci’deki büyük postanenin üst katında bulunan İstanbul Radyosu’dur. Mesut Cemil de bu radyonun neredeyse herşeyiydi: Baş spikeri, programcısı, hem Türk hem Batı musikisi icracısı. Daha sonra kurulan bütün radyoların her kademesinde çalışmış, radyoculuğu ölümüne, yani 1963 yılına kadar tam otuz beş yıl kesintisiz sürdürmüştü. Şunun da altını çizmek gerekir ki Mesut Cemil, eski Ankara Radyosu’nun müzik yayınları şefi udî Cevdet Kozanoğlu ile beraber Türk radyoculuğunun temelini atan iki önemli isimden biri olarak anılır.
Mesut Cemil elbette sadece idarecilik niteliklerinden dolayı değil, ülkenin başlıca musiki otoritelerinden biri olduğu için Türkiye radyolarının başındaydı. Radyo 1970’lere, televizyon çağına kadar Cumhuriyet döneminin en etkili yayın organıydı. Musiki açısından da öyleydi elbette. Hele Türk musikisi için sadece bir yayın organı değil, Türk musikisi konservatuvarının olmadığı bir dönemde yetenekli gençleri yetiştiren bir okuldu, küçük bir konservatuvardı aynı zamanda. Böyle bir kurumun en önemli hocalarından biri de Mesut Cemil’di.
Açık Radyo’da adı en çok geçen sanat adamı olan Mesut Cemil çok önemli bir kişidir elbette. Fakat bir sanat adamı olarak musiki tarihimizde tam anlamıyla yerine oturtulmuş bir kişi de değildir. Fikri de, zikri de, görüşleri de, eylemi de tartışma konusu edilmiş; hem övülmüş, hem eleştirilmiştir. Ama hiç tartışılamayan bir yönü vardır: Mesut Cemil üstün yetenekli bir musikici, harikulade bir sanatçıdır.

Efsanevî Tanburî Cemil’in oğludur o. Babası gibi o da eline aldığı her sazı ustaca çalabilen, doğuştan yetenekli bir musikişinastı. Bu derecede üstün yetenekli musikişinaslar her ülkede zor yetişir. Ama onu başka ülkelerin musikicilerinden ayıran bir yönü var: Mesut Cemil yalnız kendi musikisini, Türk musikisini değil, Batı musikisini de bilir, aynı ustalıkla icra ederdi. Cumhuriyet tarihine bakın, böyle kaç kişi bulabilirsiniz? Ararsanız birkaç kişi bulursunuz, ama onlar da Mesut Cemil kıratında icracılar değildirler. Türkiye gibi uluslararası musiki dilini benimsemiş ama kendi ulusal musiki geleneğinden de vazgeçemeyen ülkelerde her iki musikiyi iyi derecede bilen musikicilere büyük ihtiyaç vardır.
Bu ülkenin ciddi musiki adamları ile aydınları da iki musikiyi bilen sanatçıların özlemini duymuşlardır hep.
Bu ülkenin musikisine ve musiki kültürüne çok şey vermiştir o. Peki bir de tersinden bakalım: Türk musiki ortamı ondan yeterince faydalanabilmiş midir acaba? Hayır… Çevresindeki herkes ondan bir şeyler kapmıştır elbet, ama onun sanatı, bilgisi, kültürü yeterince değerlendirilememiştir ne yazık ki. Mesut Cemil’in keşfettiği değerlerden biri olan ney üstadı Niyazi Sayın, Açık Radyo’da yayımlanan Radyo Anıları dizisindeki sohbetinde şöyle demişti: “Mesut Bey’in çevresinde onu anlayabilecek çapta insanlar yoktu.” Sonra şunu eklemişti sözlerine Niyazi Sayın: “Benim için Tanburî Cemil Bey ne ise, Mesut Cemil Bey de odur; ikisi de aynı seviyededir, üzerimdeki tesirlerini ayırt edemem.”
Musikiye Getirdikleri: Disiplin, Haysiyet, Koro…
Mesut Cemil Cumhuriyet döneminde Türk musikisi icrasına çeki düzen veren bir adamdır. 1920’lerin, 30’ların icrası başıboş, disiplinsiz bir icraydı. Evet, musikide disiplin askerî disiplin gibi olamaz, ama her sanat gibi musiki de disiplinden büsbütün yoksun olamaz. Açalım o yılların gazetelerini, o dönemdeki icrayı yerin dibine batıran yazılar bulursunuz. Kimileri de o icraya bakıp bu musikiyi ‘meyhane musikisi’ diye nitelendirmişlerdir. İşte Mesut Cemil 1938’de ilk devlet radyosu olarak açılan Ankara Radyosu’nda icraya bir disiplin, daha doğrusu ciddiyet getirmiştir.
Mesut Cemil’in radyo icraatının bir başka önemli yönü daha var. Mesut Cemil’den önce en “klasikçi” hanendeler ve fasıl heyetleri bile programlarına herkesçe bilinen bir “beste” yahut bir semaiyle başlarlar, sonra hemen “şarkı”lara geçerlerdi. Oysa Mesut Cemil yönetimindeki radyo korosu Osmanlı-Türk musikisi dağarının seçkin örneklerini iki beste ve iki semaiden oluşan “takım”lar hâlinde önümüze getiriyor, notaları raflarda tozlanan nadide eserleri ülkeye tanıtıyordu. Bu ülkenin musikiseveri daha önce kimsenin yüzüne bakmadığı parlak eserleri ilk defa onun korosundan dinlemiştir. Mesut Cemil’in piyasaya düşüp tahammül edilemez bir icraya mahkûm edilen eski musikimize layık olduğu haysiyeti kazandırdığını unutmamak gerekir. Yönettiği, Ankara Radyosu Klasik Türk Musikisi Korosu’nun radyo konserlerinin programları, daha sonraları verilecek olan salon konserleri için de örnek olmuştur. 1947’de İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti kurulduğu zaman bir klasik musiki konserinin nasıl olması gerektiği konusundaki ölçüt Mesut Cemil’in korosuydu.

Mesut Cemil’in sık sık eleştirilen koro icrasına da değinmek gerekir. Bilindiği gibi, Türk musikisinde ilk koro şefi odur. Eski musikimizin kâr, murabba, semai gibi beste şekillerindeki seçkin eserlerinin toplu okuyuşla kazanacağı ihtişamı görüp kurmuştur koroyu. Kimileri koro icrasının Türk musikisinin aslî icra biçimi olmadığını söylemişlerdir. Kimileri de düpedüz “gâvur icadı” demiştir koroya. Gâvur lafını kullanmak, uluslararası bir nitelik kazanan Batı musikisine gâvur musikisi demek hoş bir şey değil ama, söylenen şey özünde doğrudur. Evet, koro kavramı batıdan gelmiştir bize. Şimdi gelin Batı’dan gelen şeylerden birkaçını sıralayalım: Keman, viyola, viyolonsel, klarnet Batı’dan gelmiştir; hanendenin ayakta okuması âdeti Batı’dan gelmiştir; icracıların önünde duran nota da Batı’dan gelmiştir… Koro fikri nereden gelmiş olursa olsun, esas olarak Mesut Cemil’in nasıl bir icra ortaya koyduğuna bakmak gerekir. Son derece sanatkârane bir icra biçimi ortaya koymuştur o. Okunan eserlerin daha önceki icrada ortaya çıkmayan musiki değerleri onun yönettiği koronun yorumunda pırıl pırıl parlayan renklerle açığa çıkmıştır. O dönemde bunu takdir edemeyip de ne olduğu pek iyi bilinmeyen bir ‘gelenek’ adına eski icrayı savunmak her şeyden önce zevksizlikti.
İşin bu tarafı bir yana, Mesut Cemil’in koro icrasını eleştirenlerin çarpıttıkları bir nokta da vardır. Fakat bu nokta üzerinde pek durulmamıştır. Bilindiği gibi, Batı’da korolar, kadın ve erkek seslerinin tizlik-pestlik derecelerine göre kurulur. Oysa Mesut Cemil’in korosu böyle bir topluluk değildi, yani gerçek bir koro değildi, topluluğun adı ‘koro’ydu sadece. Onun getirdiği yeniliğin en göze çarpan yönü, eserleri ‘unison’ olarak, yani perde-akort birliği içinde okutmaktı. Kârların, bestelerin, semailerin musiki değerleri ‘fasıl’ düzeninde, yani her hanendenin kendi ses sahası içinde okumasıyla ortaya çıkmıyordu çünkü. Bu anlamdaki ‘koro’ icrasına karşı çıkan hangi musikici o anıtsal eserlerin ‘fasıl’ anlayışıyla okunmasını savunabilir bugün? Görmezlikten gelinemeyecek bir nokta da şudur: Âdeta senfonik bir yapısı olan o eserlerin değeri solo icrada da çok kere verilememiştir.
Şef Mesut Cemil
Mesut Cemil gerçek bir şefti. Ondan sonra pek çok kişi koro yahut topluluk yönetti. Ama bunların büyük çoğunluğu şef değil, ancak ‘heyet başkanı’ olabildi. Şef diyebileceklerimiz de Mesut Cemil’in seviyesine çıkamadı.
Radyo Anıları dizisine katılan, Istanbul Radyosu’nun eski okuyucularından Tülin Yakar Çelik, programda Mesut Cemil’in nasıl bir şef olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyan bir anısını şöyle anlatmıştı: “Bir gün radyoda solo programım için provadaydım. Muhlis Sabahattin’in bir şarkısını okuyordum. Birden odaya Mesut Cemil girdi. Yanıma gelerek, şöyle dedi: ‘Bak, bu şarkıyı bir de benim vereceğim işaretlere bakarak oku. Gözünü benden ayırma, sadece işaretlerime bak…’ Onun işaretlerine dikkat ederek şarkıyı yeniden okudum. O kadar güzel okudum ki, nasıl okuduğuma ben de şaştım. Aynı şarkıyı daha sonraki programlarımda defalarca okudumsa da, hiçbir zaman aynı güzellikte okuyamadım.”
Tülin Hanım sözü buraya getirmişken Türk musiki icrasında şefin işaretleri üzerinde de durmak gerekir. Konserlerde olsun, TRT televizyonunda olsun şef diye çıkan kişilerin işaretlerine bakınız, verdikleri işaretlerin birbirini tutmadığını, işaretlerin şeften şefe değiştiğini hemen fark edersiniz. Her biri kendince işaretlerle yönetir karşısındaki topluluğu. Evet doğrudur, Türk musikisinde şeflik diye bir görev yoktur gelenekte, ama Mesut Cemil’den bu yana, yani en az altmış yıldır madem ki koro yahut toplu okuyuş diye bir şey vardır, şef işaretlerinin o günlerden bu yana istikrara kavuşmuş olması beklenirdi. Bu yönde çalışan birileri olmamış demek ki bugüne kadar… Türk musikisinde şefe hiç ihtiyaç olmadığını söyleyen birileri sık sık basında, şurada burada çıkar. Ama o kişiler bunu herhâlde Mesut Cemil için değil de, olsa olsa ‘heyet başkanları’ için söylemişlerdir.
1930’lu yıllar Türk musiki kültürü açısından acı bir dönemdir. Türkiye’deki kültür değişiminin yarattığı ‘ilerici’–‘gerici’ kalıpları çok katı bir biçimde musikiye de uygulanmıştır bu dönemde. Mesut Cemil çok anlamsız olan ‘alaturka-alafranga’ tartışmasının iyice sertleştiği bu dönemde genellikle bu tartışmanın dışında kalmıştır. Bu yüzden de eleştirilmiştir. Batı musikisi taraftarları onu ‘alaturkacı’, Türk musikisi taraftarları da onu ‘alafrangacı’ diye suçlamışlardır. Her iki suçlama da yersizdir. Ama Mesut Cemil’in yazılarında, konuşmalarında, basına verdiği demeçlerde Türk musikisi adına talihsiz diyebileceğimiz sözler de yok değildir. Bunları yok sayalım diyemeyiz. Ne var ki, bu tür sözlerine değil de eylemine bir bütün olarak baktığımızda Mesut Cemil Türk musikisine hizmet etmiştir demekte tereddüde düşmeyiz. Türk musikisi dışında ülkedeki musiki kültürü ve zevkinin de yükselmesine hizmet etmiştir.
Diğer yandan herkesin teslim ettiği gibi, Mesut Cemil kalemi kuvvetli bir yazardı aynı zamanda. Türkçeyi çok iyi kullanırdı. Babasının hayat hikâyesini anlattığı bir biyografi denemesi olan Tanburî Cemil’in Hayatı adlı kitabı, Türkçeyi nasıl ustaca kullandığının bir göstergesidir. Keşke çeşitli gazeteler ve dergilerde kalan makaleleri de bir kitapta toplanabilse… Sadece güzel Türkçesi için değil elbette; Cumhuriyet döneminin musiki ortamını ve Mesut Cemil’i daha iyi anlamak, yerli yerine oturtabilmek için.
Bülent Aksoy