Halil Turhanlı

Marcuse

Herbert. İnsanlık dışı, olabildiğince adaletsiz, ekolojik yıkıma doğru hızla koşan ve bütün bu özelliklerinden dolayı radikal bir biçimde değiştirilmesi gereken bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünya, topyekûn reddedişi ve buna bağlı devrimci dönüşüm projesini âcil bir ihtiyaç olarak önümüze koyuyor. Mutlak özgürlük arayışımızda kim bize yol gösterebilir? Hayli zaman önce yitirdiğimiz insani varoluş koşullarını geri getirmede kim bize yardımcı olabilir? Belki de şöyle sormak gerekiyor: 1960’ların büyük isyan günlerini “sokağa çıkmış gerçeküstücülük” sözleriyle tanımlayan, “düşlerin devrimci gücü”nü vurgulayan, Herbert Marcuse’ye dönmek, özgürlüğün bu inatçı şampiyonunu bir kez daha okumak için bundan daha uygun bir zaman olabilir mi? Günümüzde özgürlükçü bir sol arayışında olanlar 60’ların yeni soluna sağlam bir kuramsal temel, militan bir ruh kazandırmış olan Marcuse’den daha zengin bir kaynak, daha radikal bir esin kaynağı bulabilirler mi ?

Marcuse’nin yirminci yüzyıl siyaset teorisine önemli katkı sağlayan; Lucien Goldmann’ın sözleriyle, “ileri endüstriyel toplumlarda gelişen muhalefetin programını formüle eden ilk çalışmalar” olan Tek Boyutlu İnsan ile Eros ve Uygarlık’taki düşüncelerinin nüveleri gerçekte onun 1922’de Freiburg’da kabul edilen Alman Sanatçı Romanı başlıklı doktora tezinde bulunabilir. Hegelci diyalektik metodun, Hegelci estetiğin yanı sıra Dilthey’in yorumbiliminden ve empati (Einfühlung) kavramından yararlanan genç Marcuse tezinde sanatın yerleşik gerçekliği sorguladığını, yerleşik toplumsal ilişkileri parçalayarak öznelliğin, hem de radikal bir öznelliğin doğmasına katkıda bulunduğunu ileri sürüyordu.

Herbert Marcuse, 1898-1979.

Kapitalizm maddi ve nicel olanı manevi ve nitelin önüne geçirmiş, fiyat ve para gibi niceliksel değerleri egemen kılmış, ruhsal yoksunlaşma pahasına maddi zenginleşmeyi temel almıştı. Romantik sanatçılar metaların soğuk ve ruhsuz dünyasına tepki göstermiş, maddi değerleri yücelten burjuva toplumunun karşısına kültürü, etik ve estetiğin niteliksel değerlerini koymuşlardı. Bir başka anlatımla, kapitalizmin gelişmesi romantik sanatçı ve içinde yaşadığı dünya arasındaki uyumu ortadan kaldırmış, dünya sanatçının ‘ev’i olmaktan çıkmıştı. Böylece sanatçı dünyada bir sürgün, aşkın bir yurtsuz olmuştu. Sanatçının hayat biçimi (Künstlertum) toplumun hayat biçimiyle, hatta insanlığınkiyle (Menschentum) dramatik bir çatışma içine girmişti.1

Marcuse romantik sanatçının idealist öznelliği ile maddi değerleri yükselten burjuva sınıfının dar görüşlülüğü arasındaki çatışmayı işliyor, romantiklerin bu dünyanın sınırları dışına çıkmayı denemiş olmalarının önemini vurguluyor; fakat aynı zamanda asıl çözümün var olan bu dünyanın aşılmasında olduğunu da hatırlatıyordu. Sanatçının idealist öznelliği burjuvazinin faydacı, maddiyatçı dünyasıyla çelişiyordu. Kendini kuşatan bu filisten (dargörüşlü) dünyaya teslim olmayı reddeden sanatçı, kimi zaman Genç Werther örneğinde olduğu gibi, intihar etmeyi teslim olmaya, uzlaşmaya tercih ediyordu. Sanatçı yabancılık duygusuyla yaşadığı bu dünyada kendini gerçekleştiremez; ama aslında bu sürgünlüğü, bu yabancılaşmayı ortadan kaldıracak olan da yine sanattır. Sanatçı ütopyacı öğeleri göstererek, bunları açığa vurarak

yabancılaşmayı aşmaya çalışır. Şimdiki ânın doğumunu engellediği geleceği, “insanın

aşkın yuvası”nı gösterir.

Estetiğin İçinden Geçmek

Marcuse sanatın olumsuzlayıcı gücünü vurgular ve özgürleşme sorunun çözümünde “estetiğin içinden geçme”nin rolüne değinir. Estetiğin özgürlüğe açılan bir kapı olduğunu söyleyen Schiller’in etkisiyle “estetik duygulu bir uygarlık”tan söz eder. Sanatı varoluşun bütününü kuşatan bir etkinlik olarak kavrar. Ona göre sanat özgürleşmenin imgelerini yaratır, var olanın ötesine geçmenin yolarını gösterir. Eşitlikçi ve adaletli bir dünyanın mümkün olduğunu duyurur. Douglas Kellner’in de işaret ettiği gibi Marcuse’nin tezindeki ilginç temalardan biri, toplumdışı sanatçıya, hoşnutsuz bireye yapmış olduğu vurgudur. Doğduğu andan itibaren burjuva toplumunun dışında kalan gezgin müzisyenlerin ve tiyatro topluluklarının, manastırdaki hücrelerinden çıkarak neşe içinde hayatın içine fırlayan genç rahiplerin, okullardaki disiplinden kurtularak esriklik içinde dolaşan göçebe öğrencilerin başıboş hayatlarını özgürleşme yönünde önemli adım sayıyor ve toplum dışındalığın muhalefet potansiyeline dikkat çekiyordu Marcuse.2 Toplumun en alt tabakalarının, sistemin kıyısında ya da dışında olanların radikal bir muhalefet potansiyeline sahip olduklarını savaş sonrası Avrupa’nın durumuna bakarak daha sonra da hep savunacaktı. İşçi sınıfının çoğunluğunun işçi aristokrasisine dönüştüğünü, tutuculaştığını ısrarla dile getirecek, bu nedenle geleneksel mücadele biçimlerinin (örneğin grevlerin) de yetersiz kaldığını belirtecekti.

Marcuse entelektüel alt kültürlerde radikal dönüşümün önceden canlandırıldığını, tasarlandığını ileri sürer. Fransa’daki 1830 ve 1848 devrimci ayaklanmalarıyla bohem alt kültürler, ütopyacı sosyalistler arasındaki ilişkileri örnek gösterir.

Marcuse toplumun en alt tabakalarının, sistemin kıyısında ya da dışında olanların radikal bir muhalefet potansiyeline sahip olduklarını savunuyordu. (İşçi Bayramı Yürüyüşü, Toronto-Kanada, 1940’lar.)

1830’daki ayaklanmaların bastırılmasından sonra Avrupa’da reaksiyoner eğilimler ağırlık kazanmış, yeni bir teknik çağ başlamış, endüstri gelişmiş, maddi çıkarlar ön plana çıkmıştı. Bu reaksiyon dönemini 1848’de yeni bir devrim dalgası izlemiş ve bir kez daha sanatçılar hayatın eski biçimlerine karşı ayaklananların ön saflarında sokağa çıkmışlardı. Marcuse bu noktada sanatsal ‘avant-garde’dan ne anladığını hissettirir. Avantgard sanat ve politik eylemin birliği, var olanı söküp atmayı hedefleyen bir doğrudan eylem biçimidir.

Yeni bir toplum için “büyük sistemler” yaratmış oldukları için Saint-Simon’u ve özellikle de Fourier’yi över.

Bedenin özgürleşmesi ancak dölleme ve üreme ile sınırlanmış sığ cinselliğin aşılması, bunun ötesine geçilmesiyle gerçekleşebilir. Ancak o zaman, cinsellik kuralları deneyimin içinde oluşan bir oyun haline gelecektir. (Eşcinsel Onur Yürüyüşü, New York, 2007.)

Fourier’yi burjuva dünyasının aşılması için karşı konulmaz, yakıcı bir istek duyan romantiklerle kıyaslar…

Sığ Cinselliğin Aşılması

Marcuse, 1950-51 yılları arasında Washington Psikiyatri Okulu’nda verdiği dersleri genişleterek ve gözden geçirerek yayımladığı Eros ve Uygarlık’ta; modern toplumdaki üretkenliğe, bu toplumun üretkenliği teşvik eden, dahası zorlayan kültürüne şiddetle karşı çıkar… Ona göre üretkenlik, “çağdaş toplumdaki gerçeklik ilkesinin somut biçimi”dir.3

Modern kapitalist toplumda üretim fabrikadan aileye uzanan bir bütünlük içinde örgütlenmiştir. Emeğin ve cinselliğin, çalışma hayatının ve cinsel hayatın örgütlenmesi bütünlük oluşturur. Püriten ahlâk hem çalışma hayatına, hem de cinsel hayata damgasını vurur.4 Kapitalizm cinselliği de araçsallaştırmıştır. Beden hep çalışmaya, üremeye ve üretmeye yöneltilir. Gerçeklik ilkesi karşısında haz ilkesine boyun eğdirilir, hayatın dışına sürülür, haz alma ve oyun oynama yasaklanır. Modern toplumda haz almak aşağılanır, haz alan, haz peşinde koşan insan lânetlenir. Haz peşinde koşmak, hazzı aramak paryalara özgü kabul edilir. Meşru sayılan tek cinsellik, döllenmeye ve üremeye yönelik olandır. Bunun dışında kalan her cinsellik damgalanır, değişik sapkınlık kategorilerinden birinin içine yerleştirilir.

Bedenin özgürleşmesi ancak dölleme ve üreme ile sınırlanmış sığ cinselliğin aşılması, bunun ötesine geçilmesiyle gerçekleşebilir. Ancak o zaman, cinsellik kuralları deneyimin içinde oluşan bir oyun haline gelecektir. Bu noktada Marcuse’nin gey ve lezbiyen özgürlük hareket açısından neden bir yol gösterici olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.

Marcuse 1950’lerin sonlarında, SSCB’de de Batı’nın kapitalist toplumlarına benzer bir üretim mantığının ve cinsellik anlayışının yerleşmiş olduğunu saptamış ve Sovyet Marksizmi adlı kitabında bu tezleri işlemişti. SSCB’nin Batı’nın sanayi toplumlarıyla ortak özellikler taşıdığını ileri sürüyordu. Hem Batı’nın sanayi toplumları, hem de SSCB, eleştirel bilinçten yoksun uyumlu insanlardan oluşan, merkezîleşmiş, tekdüzeleşmiş, mekanikleşmiş, bürokratik toplumlardı. Marcuse üretim/üreme sözcüklerini her iki toplum açısından da pejoratif anlamda kullanıyordu.

Modern toplumun yasaları, tabu ve yasaklara dayalı ahlâkı, insanı uysallaştırmış, itaatkâr ve evcil kılmıştır. Bu uysallaştırma aslında uzun ve acımasız bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir.

Freud yineleyerek vurguluyordu ki, uygarlığa dayanak olan kalıcı kişiler arası ilişkiler eşeysellik içgüdüsünün hedefinde engellenmesini öngörmektedirler. Sevgi ve istediği dayanıklı ve sorumlu ilişkiler eşeyselliğin ‘sevecenlik’ ile bir birliği üzerine kurulur ve bu birlik uzun ve acımasız bir evcilleştirme sürecinin tarihsel sonucudur.5

Haz ilkesinin bastırılması, haz aramaktan vazgeçme, insanı köleleştiren baskıcı bir çalışma düzeninin örgütlenmesini mümkün kılmıştır. Gerçeklik ilkesi hayata egemen olmuştur. O hâlde uygarlık, bir özgürlük kaybının, doğal olanın bastırılmasının sonucudur.

Uygarlığın Temelinde Yatan Suçluluk Duygusu

Uygarlık, göçebe sürüden (horde), aralarında kan bağı bulunan kardeşlerden oluşan klana geçişle başlamıştır. Fakat klan sadece kan bağına değil, bir suç ortaklığına da dayanır. Kardeşler bir araya gelerek babayı öldürtmüş ve bağışlanmaz bir suçun failleri olarak el ele vermişlerdir. Kardeşlerin ataerkil despotu katletmeleri kuşkusuz özgürleşme yolunda atılmış önemli bir adımdır. Ne ki, baba katili oğullar bir süre sonra suçluluk ve pişmanlık duymuşlardır. Suçluluk ve pişmanlık duymakla kalmamış babayı tanrılaştırmışlardır da. Ölümünden sonra onun gücüne, iktidarına tapınır olmuşlardır.

Uygarlığın temelindeki suçluluk duygusu işte o zaman yerleşmiştir. “Ve kardeş klanı ilksel hordadan ayıran belirleyici ruhbilimsel olay suçluluk duygusunun gelişmesidir. İlksel horda ötesine ilerleme, suçluluk duygusunu öngerektirir.”6 Uygarlık arzuyu bastıran, haz ilkesini egemenliği altına alan, doyumu engelleyen bu suçluluk duygusuyla ilerlemiştir. Uysallaştırıcı, terbiye edici bir duygudur suçluluk. İnsanı yasaklara uymaya, yasalara saygılı davranmaya zorlar, tabular karşısında çiğneyici adım atmaktan alıkoyar.

Suçluluk duygusu değişikliğe uğramış olarak tarih boyunca yeniden üretilmiş, yerleşik otoriteye karşı başkaldırıyı önlemede kullanılmıştır. Bireysel ya da kitlesel pek çok isyanın yarıda kalmasında, ayaklanmaların, isyanların sonuna değin götürülmesini önlemede etkili olmuştur. Genç kuşakların dikbaşlılığını sona erdiren, haylaz çocuğu yuvaya dönmeye ikna eden hep bu duygu olagelmiştir. Nice âsi ruhu yatıştırmıştır bu duygu. Oysa özgür bir varoluş için asi ruhların uysallaşmamaları, isyanı nihai noktaya taşımaları gerekir. O halde izleri Freud’a dayanan baba-oğul(lar) çatışması ötelere taşınmalıdır. Çarmıhtaki İsa’nın sitemine kulak vermeye ne dersiniz?

İsa’nın “baba beni neden yalnız bıraktın?” sözü bir sitem olmanın çok ötesindedir aslında. Düpedüz isyandır ve tam da bu nedenle onun bir heretik olarak öldüğünü söyleyenler haklıdırlar. Yeryüzüne kurtarıcı olarak gelen oğul finalde baba ile çatışmıştır. Kurumlaşmış Hıristiyanlığın, kilisenin dışındaki onca mezhep, onca tarikat, Katharlar, Anabaptistler Albigensianlar ve niceleri işte bu heretik İsa’yı izlemişlerdi. Keza, Orta Çağın sonlarından 18. yüzyıl başlarına Avrupa’nın kırlarında patlak veren çok sayıdaki köylü ayaklanmasına, “henüz var olmayanın hayali”yle eyleme geçen ayaktakımına önderlik eden de aynı heretik İsa’dır.7 Marcuse, tıpkı Ernst Bloch ve Walter Benjamin gibi ‘mesiyanik komünizmin ütopyasındaki devrimci özü görmüştü.8

Akıl, Bilim ve Tekniğin Araçsallaştırması

Eleştirel teorinin en radikal temsilcisi Marcuse, tıpkı Adorno ve Horkheimer gibi temel itirazlarından birini de aklın, bilimin ve tekniğin araçsallaştırılmasına yöneltir. Modern toplumda bilim ve teknoloji, sahte bilinç yerleştirmede, tahakkümü ve sömürüyü fark edilmez kılmada kullanılır. Teknoloji ve bilim, doğaya ve insana hükmetmenin, doğa üzerinde tahakküm kurmanın aracı olmuş, araçsallaşmıştır.

Marcuse sosyal bilimlerin bağımsız, tarafsız olmadığını ısrarla belirtir. Tam aksine, otorite sağlamada, statükoyu korumada, toplumu istikrara kavuşturmada kullanıldığını vurgular. İnsana hükmetmenin aracı hâline gelen sosyal bilimler; çelişkiyi, farklılığı, hoşgörüyü reddeden formel bir mantığa dayalıdırlar. Keza, halkla ilişkiler, kamuoyu araştırmaları, reklam ve tüketimci psikolojisi, siyaset psikolojisi gibi çok sayıda alt disiplin toplumu manipüle etmede, sahte bilinç yaratmada kullanılmaktadır. Adı geçen bilimlerin katkısıyla yaratılan sahte bilince sahip olan, sahte bilincin taşıyıcısı olan insan özgürlüğünden kolaylıkla feragat edebilmektedir.

Haz ilkesinin kısıtlanmasına, bilim ve teknoloji aracılığıyla içsel ve dışsal doğanın ele geçirilmesine karşı çıkan Marcuse içgüdüsel bir hayattan yana mıdır? O, adaletsiz ve eşitliksiz bir dünyayı, baskı ve sömürüye dayalı bir toplumsal düzeni meşrulaştıran araçsal akıl ile aklın kendisi arasındaki farkı belirtmeye özen gösterir. Salt içgüdülere dayanmayan, fakat aklı da araçsallaştırmayan ve dolayısıyla da baskıcı olmayan bir kültürü savunur. İnsanın akıldışının güçlerine teslim olmasına kesinlikle karşı çıkar. Aklın ve akla dayalı bilginin özgürleşme için ne denli önemli olduğunu vurgular. Özgürlük için ‘ilk günah’ bir kez daha işlenmeli, insan bilgi ağacına uzanmalı ve yasak meyveyi yemelidir.

Cinsel enerjinin basit bir boşalması, patlaması değildir Marcuse’nin savunduğu. O, bu enerjinin hayatın tüm alanlarına, insanın yaptığı her işe yayılmasından, libidonun dönüşmesinden yanadır. Bu yayılma ve dönüşme hayatı erotikleştirecek, çalışmayı oyun haline getirecektir.9 Geleceğin özgür toplumunda çalışma, zahmetli sıkıntı verici bir uğraş olmaktan çıkacak, her türlü insan eylemi sanatsal ve estetik bir etkinlik haline gelecektir. Marcuse, çalışmayı haz ilkesi içine alarak Charles Fourier’nin ütopyacı düşüncelerine hayli yaklaşmaktadır.10

Mediyokrasi ve Medyakrasi

Gelgelelim, modern insan var olanı aşma ve böylelikle özgürleşme arzusunu büyük ölçüde yitirmiştir. Kendisine sunulan belirli bir refah karşılığında özgürlüğünden feragat etmiştir.

Modern toplumların karakterize edici özelliği mediyokrasidir. Kendilerini metalar ve markalarla tanımlayan uyuşumcu bir yığın. Kolektif öykünme, çoğunlukla dolaysız özdeşleşme nedeniyle bireysel farklılıklar silinmiştir. Bu toplumda yerleşik söylemi ve davranışı aşan her girişim anında bastırılır. Popüler kültür ve bu kültürü yayan medya aşırı toplumsallaştırıcı etkide bulunur. Medyanın, reklamların ortak işlevi, itiraz etmeyen toplum, eleştirel bilinçten yoksun insanlarla makûl çoğunluk yaratmaktır. Böyle insanlar baskıya kolayca boyun eğerler. Marcuse bu noktada bir kez daha toplum dışındakilere, toplumun kıyısındakilere döner ve bu konformist yığın karşısında muhalif sanatçıdan, yerleşik ahlâkı tanımayan fahişeye değin modern zamanların bütün karşı-kahramanlarını taçlandırır.

Marcuse, Eros ve Uygarlık’ta yeni bir ahlâktan söz ediyordu. Eros’un ahlâkından, Orfik ahlaktan.

Batı kültüründe Prometheus insanlığa yol göstermiş, insanlığın yazgısını değiştirmiş bir kahraman olarak bilinir. Ne ki bir zamanlar tanrılara başkaldırmış olan bu kahraman Batı uygarlığının gelişi içinde giderek tanrı katına çıkarılmış, tanrılaştırılmıştır. Onun yol göstericiliği hazzı lanetleyen baskıcı bir uygarlığa doğru evrilmiştir. “O üretkenliği simgeler” ve onun üretkenliğinde “kutsama ve ilenme, ilerleme ve zahmet ayrılmamacasına iç içe geçmiştir”. Prometheus’un boğucu ve baskıcı dünyasında Pandora, dişil ilke ve haz, “ilenç olarak” görünürler.11

Marcuse’nin alternatifi, hoşgörüsüz, cezalandırıcı tanrıların dünyasının uzağındaki Orfeus’tur. Şarkı söyleyen, hazza çağıran, dolayısıyla da zamandan ve zamanın baskısından kurtuluşu amaçlayan Orfeus.

Orfeus özgür bir hayatın, baskısız bir düzenin müjdecisidir. Suçluluk duygusu ve ona bağlı olarak vazgeçmeler, ertelemeler üzerine kurulu; hazzın ardına düşmeyi yasaklayan, düşeni ise cezalandıran bir uygarlığa meydan okuyuşu, ‘büyük reddediş’i simgeler.

Büyük Reddediş

Nedir büyük reddediş? İnsanca bir varoluşun koşullarını yaratabilmek, böyle bir varoluşu gerçekleştirebilmek için var olan yerleşik düzeni, bu düzenin kurumlarını ve değerlerini geri çevirmek, onaylamamak ve uzlaşmamaktır. Marcuse’ye göre Orfeus’un yaptığı, bizleri yapmaya yönelttiği tam da budur. Onun şarkıları insanı olduğu kadar doğayı da özgürleştirir.

Marcuse, Orfeus mitinin bu yorumuyla radikal bir Epikürcü olarak karşımıza çıkar… Sol Hegelcilikle başlayan Marx ve Freud sentezinden geçerek radikal Epikürcülüğe varan ve nihayet Fourier’nin kösnül evreninin hayli yakınına uzanan bir serüvendir onunki.

Orfeus miti ve Proust’un romanları, yitirilmiş mutluluğun, altın çağın yeniden ele geçirilişini anlatır bizlere. Yitirilmiş olan cenneti talep etme hakkımız bulunduğunu hatırlatırlar… Geçmişteki altın çağ hatırlama yoluyla geri getirilir. Hatırlama anında “Eros bilincin içine yayılır”, zamanın varoluş üzerindeki baskısı geçici bir süre için de olsa ortadan kalkar.

Zamanın akışı bağışlanmaması gereken bir geçmişi, uğranmış haksızlıkları, baskıyı, zulmü ve kıyımları unutturur ve bağışlatır… Böylesi bir bağışlama, köleleştirmeyi doğuran koşulları yeniden üretir… Zaman geçmişi, geçmişte olmuş olanı unutturmakla kalmaz, olabilecek olanı tasarlamayı da engeller. Kronos insanın mutluluğunu, sevinçlerini ve düşlerini yer.

Zamanın yaşam üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmadıkça özgürlük gerçekleştirilemez. Bu nedenle, hatırlama bir “kurtuluş aracı”dır,“düşüncenin en soylu görevlerinden biri”dir. Zamanın egemenliğini yenme girişimidir.12 Sanatın yaptığı budur aslında; zamanı estetik düzeyde yenilgiye uğratmak. Bizlere düşen, zamanı tarihsel olarak da yenilgiye uğratmaktır. Zihinsel eylem olan hatırlamayı tarihsel ve devrimci eyleme dönüştürmektir.

1978 yılında Douglas Kellner’in yaptığı söyleşide Marcuse Marksizmde birey vurgusunu, psikolojik boyutu eksik bulduğunu, Marksizmin devrimci bilincin en ağır baskı ve sömürü koşulları altında dahi neden gelişemediğini açıklamada yetersiz kaldığını düşündüğü için Freud’a yöneldiğini söylüyordu.13

Marcuse, 1950’lerden itibaren Batı’daki işçi sınıfının artık devrimci bir güç olmaktan çıktığını dile getirdi… İşçi sınıfının büyük bir kesimi artık sistem karşıtı değildi. Marx’ın devrimci proletaryası tarih olmuştu. “…..nüfusun çoğunluğunu oluşturan proleterya, tatmini kapitalist

olanaklarla gerçekleştirilemeyecek ihtiyaçları olması yüzünden devrimcidir. Başka bir deyişle, kapitalist üretim tarzında sömürülen sınıf olduğu için değil, bu sınıfın ihtiyaçları ve özlemi bu üretim tarzının ortadan kaldırılmasını talep ettiği için devrimin potansiyel öznesi işçi sınıfıdır. Bundan çıkan şudur: Eğer işçi sınıfı artık var olan toplumun bu şekilde ‘mutlak olumsuzlanması’ değilse, bu toplumun içinde onun ihtiyaçlarını ve özlemlerini paylaşan bir sınıf olduysa, ne şekilde olursa olsun iktidarın yalnızca işçi sınıfına devredilmesi sosyalizme geçişin niteliksel olarak farklı bir toplum oluşturacağını garantilemez” 14

Marcuse de Bakunin gibi radikal toplumsal dönüşüm-değişim umudunu lanetlenmiş ve dışlanmış olanlarda görüyordu. Siyahlarda, işsizlerde, cinsel azınlıklarda, paryalarda, mülksüzlerde. Gelecekte ayaklanmanın doğal ortamının gettolar olacağı kehanetinde bulundu. Yerleşik sosyalist, komünist parti anlayışını, özellikle de Leninist parti anlayışını reddetti. Çeşitli direnişçi grupların, isyancı toplulukların aralarında gevşek bağlarlarla kuracakları ittifakların ve ittifaklarla oluşacak hareketi parti önderliğinde ya da parti çatısı altında yürütülecek mücadelenin daha radikal ve daha özgürlükçü olacağını savundu.

Eleştirel Teorinin Son Devrimci Düşünürü

Marcuse eleştirel teorinin son devrimci düşünürüdür. Öncelikle, tüm kapalı ve baskıcı düzenleri, tahakküm ilişkilerini üreten yapıları ancak yıkımla aşabileceğimizi gösterdiği için devrimcidir. Fakat, yıkıcı kızgınlığın ancak akıl ve vicdan bir araya geldiğinde özgürleştirici bir isyana dönüşebileceğini de hatırlatır.

Eleştirel teori, gerçekliği olduğu gibi kabullenen pozitivizme karşıdır. Var olanın, baskıcı ‘şimdi’nin karşısında adaletli, âdil bir geleceği olan ‘şimdi’yi kararlılıkla savunduğu için ütopyacıdır. Eleştirel kuram ve düşünce ütopyacıdır. Ve bu özelliği en net biçimde Marcuse’de görülür: “Felsefe gibi eleştirel kuram da gerçeği olduğu gibi kabul eden her türlü adalete, hâlinden memnun her türlü pozitivizme karşıdır; ancak felsefenin aksine eleştirel kuram kendi amacını yalnızca toplumsal sürecin gerçek eğilimleri temelinde geliştirir. Böylece o, yeni düzen düşüncelerine genelde yapıldığı gibi, ütopyacı olarak kınanmaktan korkmaz.”15

Düşlemenin devrimci bir eylem olduğuna inanan düşünürlerdendir Marcuse. Lucien Goldmann, Marcuse ve Ernst Bloch’un ütopyacılığını kıyaslarken Bloch’un iyimser, Marcuse’nin ise karamsar bir ütopyacı olduğunu belirtir.16

İlkgençlik yıllarında militan olarak katıldığı 1918 devriminin bastırılması Marcuse’nin ilk yenilgi deneyimidir. Bunu izleyen birçok yenilgi ve karamsarlığa yol açabilecek deneyim yaşamıştır. Sovyet devriminin ardından ortaya çıkan totaliter düzen, faşizmin yükselişi ve kitle desteği kazanması, işçi sınıfının faşizmin saflarına kayması, işçi sınıfı örgütlerinin bürokratikleşmesi, işçi sınıfının giderek gericileşmesi, kitlelerin pek de direnmeden katı disiplin ve baskı altına alınmaları, toplama kamplarının dehşeti, McCarthy döneminin cadı avı… Bunların her biri tek başına karamsarlık yaratabilecek deneyimlerdi.

Marcuse kötümserliğe karşı daima kesin tavır alarak umudun politikasından yana oldu.↩︎

Fakat Marcuse, Douglas Kellner’in de belirttiği gibi, kötümserliğe karşı daima kesin tavır alarak umudun politikasından yana oldu. Hem, Tek Boyutlu İnsan’ı, “umut bize bu dünyada umutsuzlar olduğu için verilmiştir” sözüyle kapatan bir devrimcinin karamsar olduğunu nasıl ileri sürebiliriz? (Bkz; Sitüasyonist Enternasyonal)

Halil Turhanlı


  1. Kellner, Douglas; Herbert Marcuse and the Crisis of Marxism (Herbert Marcuse ve Marksizmin Bunalımı), USA: University of California Press, 1984, s. 20. Kellner’in incelemesinin “Origins : Politics, Art and Philosophy” başlıklı ilk bölümünde Marcuse’nin doktora tezine ilişkin ayrıntılı bilgiye yer verilmiş.↩︎
  2. Kellner, Douglas; a.g.e. s. 21↩︎
  3. Goldmann, Lucien; ‘Marcuse’yi Anlamak’. Çev. H.Emre Bağce, s.313. Frankfurt Okulu. (Ed. H.Emre Bağce) içinde ‘Doğu/Batı’, 2006.↩︎
  4. Marcuse’nin üreme/üretim konusundaki eleştirilerinin özeti için Bkz; Serdar Taşçı, Yüzyılı Düşünmek, Say Yayınları, 2006, s.45-49.↩︎
  5. Marcuse, Herbert; Eros ve Uygarlık: Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme. Çev. Aziz Yardımlı, İdea, 3. Baskı, 1998, s.147.↩︎
  6. Marcuse, Herbert; Eros ve Uygarlık, s.62↩︎
  7. Marcuse, Herbert; Eros ve Uygarlık, s.66↩︎
  8. Mesiyanik komünizm ve özgürlükçü teoloji için Bkz; Löwy, Michael; Dünyayı Değiştirmek Üzerine: Karl Marx’dan Walter Benjamin’e Siyaset Felsefesi Denemeleri. Çev. Yavuz Alogan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999.↩︎
  9. Marcuse, Herbert; Eros ve Uygarlık , s.148↩︎
  10. Marcuse, Herbert; Eros ve Uygarlık, s.157↩︎
  11. Marcuse, Herbert; Eros ve Uygarlık, s.122↩︎
  12. Marcuse’de zamanın akışı, unutma ve hatırlama nosyonları için özelikle Bkz; Eros ve Uygarlık: ‘Eros ve Thanatos’ başlıklı 11.Bölüm, s.161-169.↩︎
  13. Douglas Kellner, Herbert Marcuse and the Crisis of Marxism, s.155.↩︎
  14. Marcuse, Herbert; Karşıdevrim ve Başkaldırı. Çev. G.Koca-V.Ersoy. İstanbul: Ara Yayıncılık,1991, s.38.↩︎
  15. Marcuse’nin 1937’de yayınlanmış ‘Felsefe ve Eleştirel Teori’ başlıklı yazısından. Aktaran, Lucien Goldmann, ‘Marcuse’yi Anlamak’, Frankfurt Okulu (Ed. H. Emre Bağce) içinde, s. 308- 9.↩︎
  16. Goldmann, Lucien; ‘Marcuse’yi Anlamak’ , s. 309-10
Paylaş:

Önceki Yazı

Maradona

Bağış Erten
 Diego Armando. 16’sında millî, 18’inde şampiyon, 22’sinde dünya yıldızı, 26’sında efsane, 31’inde kokainman, 44’ünde ağır yaralı, 50’sine gelirken TV yıldızı……
Devamını Oku

Sonraki Yazı

Marika Ninou

Serhan Ada
–Rebetikonun ölümsüz seslerinden. 1918’de Kafkasya’da doğdu. Onun öyküsünden ve rebetikonun ‘kralı’ Vasilis Tsitsanis’le kesişen yollarından esinlenerek gerçekleştirilen, yönetmenliğini Kostas Ferris’in…
Devamını Oku

İlgili İçerikler

Sevgiliye Mektup

Rakel Dink
  Hrant Dink’in Eşi Rakel’e Mektubu Ey sevgilim, ey birtanem, ey ‘ben’tanem Aç gözlerimi hadi… Ve anımsa. Günlük ezberimizin bozulduğu,…
Devamını Oku

Silikon

Nazif Topçuoğlu
Atom sayısı 14, atom ağırlığı 28,09, yoğunluğu 2,34 olan, 1420°C’de eriyen, endüstride geniş ölçüde kullanılan ve doğada oksijenden sonra en…
Devamını Oku

Deprem

Açık Radyo
16 Ağustos 1999 Pazartesi gecesi, bir daha huzurlu bir uykuya kolay kolay dalamayacağımızı bilmiyorduk. Sonra Pazartesi Salı’ya döndü, birkaç saat…
Devamını Oku

Hayat

Ömer Madra
Yeryüzü yüzeyinde ve dünyanın bütün okyanus ve sularında maddenin ortak ve yaygın rastlanan bir hali. Hidrojen, karbon, oksijen, azot, kükürt…
Devamını Oku