Her yıl hiç değişmeden tekrarlanan törenlerle belediye fethi kutluyor. Gazeteler törenleri ironik bir şekilde veriyorlar: Lastik ayakkabılı leventler, kadırga niyetine dökülen kayıklar, egzoz saçan kamyonlarıyla ‘İstanbul’un Fethi’ törenleri; kol saatli, art nouveau mimarili, endüstriyel tuğla dekorlu, elektrik direkli tarihî Türk filmlerini anımsatıyor.
Müftülük tarafından mevlut okutulması, leventler ve mehteran gösterisi eşliğinde şerbet dağıtımı, güreş, gemilerin karadan geçirilmesinin temsili… Her sene belediye aşağı yukarı rutin hâle gelmiş olan bu programı yapıyor. Peki neden savaş müzelerinin konusu olması gereken ‘kentin Osmanlılar tarafından fethi’ teması sürekli, her yıl şaşmaz bir biçimde gündelik hayata taşınıyor?
Burada belki siyasetçilerin halkla iletişim kurma kaygıları ağır basıyor. Halkı kurmaca bir geçmiş algısı ile kültür dışına iten bir güzelleştirme fikri mi, yoksa kurmaca olduğunu, geçmişi yeniden keşfederken bunun bir anlamlandırma sorunu içerdiğini fark eden bir modernlik mi? Bu tercihlerin ikisi de modern ama birincisi bizi geçmiş adına, kapalı bir anlamlandırma dünyasına itiyor, diğeri kentin geleceğini çoklu anlamlandırmaya, profesyonelliğe açıyor. Bu işlevi yalnızca siyasetçilerden beklemek büyük bir haksızlık olur. Siyasetçilerin halkla kurdukları bir temsil ilişkisi var. Siyaset bu iletişim yırtığını ideoloji ile dikmeye çalışıyor. Fethin, savaşların, dinin sürekli kamusal hayata taşınmasının nedeni bu. Örneğin fetih metaforu bir taraftan kentin geçmişine gönderme yaparken aynı zamanda güncel bir duruma, kendi ötekisine de gönderme yapıyor. Merkezin ele geçirilmesini, seçkinci, halka öğretmeci bir kültüre karşı halkın tepkisini temsil ediyor. İktidarının merkezi ele geçiren bu elitin elinden alınmasını simgeliyor. Dolayısıyla fetih, demokratikleşemeyen bir siyasal ortamda temsil kabiliyeti sürekli güncellenen bir simge. Kültürün, siyaset ile arasındaki bu ayrışmayı onaracak kabiliyette olması gerekiyor.
İstanbul’un Fethi
İstanbul’un fethi törenleri belki de bizim yerel siyasetten ne anladığımızı en iyi gösteren örnek. Her yıl hiç değişmeden tekrarlanan törenlerle belediye fethi kutluyor. Karadan geçirilen kadırgaları temsilen tekerlek takılmış taka benzeri bir tekne Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya götürülüyor. Mehter takımı ve leventlerin gösterileri ile bu tören tamamlanıyor. Görünüşte son derece ilkel, hiçbir yaratıcı içerik kazanamayan bir gösteri ile karşı karşıya olduğumuz açık. Ancak bu uygulamaya karşı burnumuzu bükmek yerine ne olduğunu anlamaya çalışmak da mümkün. Fetih törenleri her ne kadar kentin geçmişine ait bir tarihsel olaya işaret ediyorsa da onun bugünkü varlığı geçmişe değil, bugünlere ait bir şeylere işaret ediyor olabilir.
İstanbul’un simgesi sayılabilecek olan ‘lale’ figürü kimi zaman kentin Osmanlı/İslami geçmişine, kimi zaman bir ayaklanma ile sonlanan ilk modernleşme deneyimine (1718-1730) gönderme yapıyor. Kimi zaman da belediyenin İstanbullulara sunduğu bir hizmet olarak kenti süslüyor.

Bu simge son olarak yol ortaları, kavşaklar gibi kentin göze çarpan kamusal alanlarına dikilen laleler ve belediyenin reklam mecrası olarak kullandığı üst geçitlere yerleştirdiği sloganlarla İstanbul’un gündemine geldi. Milyonlarla ifade edilen lale sayısından bu uygulamanın kapsamlı bir bütçeye sahip olduğu anlaşılıyordu. Bir radyo programında belediyenin üst düzey yetkililerinden biri şöyle söylüyordu: “İstanbul’a üç milyon lale diktirdik. Ama daha önemlisi, Hollandalılardan lalemizi geri aldık…”. İşte tam burada, en ikna edici olduğu noktada, lale tartışılmayı hak ediyor: Belediye kentin dikkat çekici noktalarında lale tarlaları oluşturdu; üstgeçitler, reklam panoları hatta vapurlar dahi lalelerle süslendi ve bu güzel çiçek hiçbir soyutlama, sanatsal uğraş, hatta kente dair bir politika içermeden, doğrudan kentin hayatına girdi. Bu durumu es geçmek pek mümkün değil. Demek ki, “Hollandalılardan lalemizi geri aldık” sözünün de ortaya koyduğu gibi, lalenin kentlilerle, kentle kuracağı başka bir bağ yok. Bir taraftan yaratıcı çabaları, araştırmaları, enerjiyi özel alana izole eden; kamunun rolünü basitçe bir satın alma işlevine indirgeyen bir ‘kültürsüzleşme’ süreci yaşıyoruz. Diğer taraftan meşruiyetini ideolojik bir temsille kuran, halkı seyirci hâle getiren kamusallık biçimi ile karşı karşıyayız. Sorun, kent yönetiminin lale tarlaları oluşturması değil, lalenin kentin yaratıcı imgelem dünyasından kopuk bir metafor olarak olağanlaştırılması. İstanbul lalelere harcadığı paranın onda birini kendisini dünya kültür ve sanat platformuna taşıyan festival, bienal gibi etkinliklerin desteklenmesine ayıramıyor. Oysa aynı çiçek, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı gibi kentin uluslararası güncel sanat platformuna taşınmasını sağlayan önemli bir kurumun da simgesi.
Metaforları Görünür Kılmak
Bu nedenle ‘kenti lalelerle güzelleştirme’ fikrinin, bu derinliği, katmanlılığı olmayan tek yönlü iletişimin nasıl bir anlamlandırma sorunu yarattığının farkında olmalıyız: Bu konuda yapılan yorumlardan biri şöyleydi: “Lale figürü Osmanlı yüksek kamu sanatı içinde bir gerilimin taşıyıcısıdır: Lale bir taraftan bir simge olarak ikonografik bir sorun yaratır, ama diğer taraftan bu temsil sorununu lale yetiştiriciliği, sanatsal soyutlama ile kültürel bir alana taşıyarak aşar.” Kamusal alandaki bu simgesel kullanımı lalenin evlerimizdeki saksılara giren bir çiçek gibi kolayca değil, ancak çok karmaşık ve yaratıcı süreçlerden geçerek girebileceğini gösteriyor. Demek ki lalenin ‘olağanlaştırılmış bir metafor’ olarak gündelik hayata girişi herkesi olmasa bile farklı kesimlerden kişileri çok benzer bir sorgulama biçimine yöneltebiliyor. Bu açıdan bakıldığında laleler gibi kentin gündemindeki basit bir konunun bile nasıl bir anlamlandırma potansiyeli taşıdığı görülüyor. Bu anlamlandırma sorunu dikkate alınmadığı anda ise kent için bu tür simgesel potansiyeller taşıyan lale, kendisini gizleyen bir metafora dönüşüyor ve fetişleşiyor. Bu bir simge olarak lalenin bizimle kurduğu iletişimin de ‘sıfır noktası’. Çünkü iletişimin en güçlü olduğu an, metaforun bize kendisini bir gerçek olarak sunmasından ibaret kalıyor ve bizi düşünmeye değil, seyirci olmaya zorluyor. Lale, kentin bir simgesi olarak kurmaca olandan; kültürel ve sanatsal bağlamlarından arınarak somut ideolojik bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Kamu sahasında kentlilerle kurulan bu ‘düz’ anlamlı seyirlik ilişki, modern toplumda halkın kültürel izolasyonunu da meşrulaştıran bir iletişim biçimi.
Sorun, lalenin kentin yaratıcı imgelem dünyasından kopuk bir metafor olarak olağanlaştırılması. Öyleyse laleyi bu açıdan da tartışmalıyız: Kentlileri kendi kurmaca dünyasına hapsetmeyi hedefleyen, çoğulcu olmayan bir anlamlandırma biçimi mi? Yoksa toplulukları dikkate almayan, kendisine özel bir kamusal alan yaratmayı ve bir yaşam tarzına dönüşmeyi hedefleyen izole edilmiş bir modernlik mi? İstanbullular bu ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda mı? Bu soruyu bir başka türlü soralım: Lale, kentte siyasetle kültür arasındaki ayrışmanın bir simgesi olarak yaratıcı çabaları engelleyici bir işlev mi görecek? Yoksa tarihten aldığı bu kurmaca yükü bir kenara koymadan, modernliğin bizi yeniden düşünmeye ve araştırmaya yönelten sorgulayıcı dünyasına mı taşıyacak? Bir tarihsel simge olarak laleyi kendi modernliğimizin bir parçası haline getirmeye çabalarken hangi laleyi tercih edeceğiz?
Bu tercihi yalnızca siyasetçilerden beklemek herhâlde haksızlık olur. Unutmayalım ki lale gibi simgeleri kullanarak halkla ilişki kurmaya çalışan yöneticiler, modernleşmenin yarattığı bu iletişim yırtığını ideoloji ile kapatmaya çalışıyor. Bu nedenle sürekli gündelik hayata taşınmaya çalışılan bu tür metaforlar siyasetçilerin iletişim kurma stratejilerinin en önemli unsurları. Eşitsiz ve dışlayıcı olan bir kamu fikrinin maddi yeniden üretim araçları. Bu ayrışma sonucu kamusal alan ideolojikleşirken, kendi kurmacalığını ele veren bütün kültür ve sanat ürünleri, ve yaratıcılık özel alana hapsoluyor. Bu da modernleşmenin bir yaşam biçimine dönüşmesine ve müzeler, sanat galerileri gibi özel alanlara izole edilmesine yol açıyor. Dolayısı ile modern toplumda halkın kültüre erişmesine yönelik engeller yok. Bu engelleri oluşturan biziz. Entelektüel enerjinin kentte yer alışını bir kesimin kendi temsili olarak kavrayan siyasetçilerin sivil toplumla kurdukları bu seyirlik ilişkiyi çözecek farklı bir modernleşme biçimi için çaba göstermek zorundayız. Lalenin anlamlandırma sorununun da işaret ettiği gibi, kültürün ideoloji aracılığıyla halka seyirlik bir nesne olarak erişmesini değil, halkın kültür aracılığıyla politikaya erişmesini sorun etmeliyiz. Kitleler ile iktidar arasındaki sürtünme bölgesinin ‘akışkan’ hâle gelmesi için yaratıcı çabalara ihtiyaç var. Çünkü modern toplumda ideolojinin yarattığı bu iletişim yırtığını ancak metaforları görünür kılan ‘kamusal sorumluluk üstlenmiş özgür bireyler’ onarabilir.
Korhan Gümüş