Kurt Weill (1900-1950) 2 Mart 1900’de Dessau’da Albert Weill adlı bir ‘kantor’un üçüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Ailenin ertesi yıl bir de kız çocuğu oldu. Albert Weill iyi bir müzikçiydi. Weill’ın annesi de kültürlü bir insandı; XIX. yüzyıl Fransız edebiyatına meraklıydı. Evde, Goethe, Heine gibi klasik yazarların yapıtları kütüphanede bulunuyor, dönemin şairlerinden Rilke ise çok tutuluyordu. Weill’ın müzik yeteneğini çabuk keşfeden babası onun ilk hocası idi. Sonra da iyi bir eğitim görmesine destek oldu.
1983 yılında kız kardeşinin elindeki aile arşivinin açıklanmasından, Weill’ın 12-13 yaşlarındayken koro, solo ses ve piyano için yapıtlar bestelediği anlaşılıyor. Weill 1918’de Berlin’e geldi ve Hochschüle für Musik’de çalışmalarına başladı, Engelbert Humperdnick’in bestecilik sınıfına ve ayrıca felsefe derslerine de giriyordu. Bu dönemde Humperdnick’in gözetimi altında, daha 18 yaşındayken Si Minör Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nü ve bir yıl sonra da Mi Majör Orkestra Süiti’ni besteledi.
Weill müzik çalışmalarına Arnold Schoenberg ile devam etmek istiyordu. Ancak parasızlık buna engel oldu. 1919-1920 yıllarında Dessau’ya dönmek zorunda kaldı. Burada Friedrich-Theater’da ‘repetiteur’ olarak çalıştı. Weill’ın yaşamındaki büyük değişiklik, 1920 yılının Aralık ayında Ferruccio Busoni’nin (1866-1924) onu öğrencisi olarak kabul etmesiyle oldu. Busoni müzikteki yenilikçi okulun önemli bir sözcüsüydü ve Weill ondan çok etkilendi.
Weill’ın Busoni ile çalışmaları sırasında bestelediği ilk önemli yapıtı 1. Senfoni oldu. Weill bu yapıtı 1921 yılının Nisan ve Haziran ayları arasında besteledi. Gerçi Busoni bu yapıta pek sıcak bakmıyordu. Dışavurumcu söylemi ve o zamanın entelektüel hareketleri ile kurduğu müzik dışı ilişkileri onaylamıyordu. Buna karşılık kendi yeni-klasik tutumuna uygun gördüğü yapıtın sonuna doğru yer alan ‘fugato’ ve ‘chorale’i beğendiğini söylüyordu. Weill bu eleştiri üzerine yapıtını çekti ve icra ettirmedi. 1933’te kaybolan eser 1957 yılında tekrar bulunacak ve bestelendiğinden tam 36 yıl sonra ilk icrası yapılacaktı…

Bu arada Weill’ın mali durumu da biraz düzelmeye başlamıştı. Aralarında Yunanlı besteci Nikos Skalkottas, ünlü Şilili piyanist Claudio Arrau, orkestra yöneticisi Maurice Abravanel gibi isimlerin yer aldığı öğrencilere ders veriyordu. Bu dönemde Kurt Weill’ın Berlin entelektüel ve müzik yaşamı ile bütünleşmesinde önemli bir rol oynayan olay, onun 1922 yılının Kasım ayında Novembergruppe adlı sanatçı topluluğuna katılması oldu. Bu grubun müzik kolunda, ünlü orkestra yöneticisi Jascha Horenstein, Amerikalı besteci George Antheil, Alman besteci Hanns Eisler ve sonradan ABD’ye yerleşerek bu ülkenin müzik yaşamına yenilikler kazandırma yönünde büyük katkı yapmış olan Stefan Wolfe gibi isimler yer alıyordu…
Weill’ın Busoni ile çalışmaları ise devam ediyordu. Bu dönemde bestelediği önemli bir yapıtı, Op.8 Yaylı Çalgılar Dörtlüsü idi. Babasına adadığı bu yapıt, bestecinin bir yandan saf melodik yaratıya olan yakınlığını, öte yandan da daha önceki yapıtlarında görülen dinsel sembolizmden uzaklaşmağa başladığını gösteriyordu.
Yapıt ilk kez ünlü Hindemith-Amar dörtlüsü tarafından 21 Haziran 1923’de Frankfurt Oda Müziği Festivalinde icra edildi.
1924 yazında Busoni öldü. Weill’ın üzüntüsünü biraz olsun gideren, bu sıralarda genç bir aktris ve dansçı olan Lotte Lenya ile tanışması oldu. 1926’da evlendiler. Lotte Lenya’nın Kurt Weill’ın yaratıcılık yaşamında önemli bir yeri var, zira birçok önemli yapıtında onu düşünerek müzik yazmış. 1924 yılının Mart ayı sonunda Weill Op.12 Keman ve Nefesli Çalgılar Orkestrası için Konçerto’sunu besteledi. Yapıt ilk kez 11 Haziran 1925’te Paris’te icra edildi. Ancak yapıtın tanınması ve değerinin anlaşılması aynı ay içinde Zürih’te yapılan icrasıyla oluyor.
Kurt Weill ve Bertolt Brecht
Weill, operanın önemli bir sanat alanı olmasına rağmen, Mozart’ta olduğu üzere besteci ile dinleyici arasındaki ayağı yerde ilişkiden zaman içinde uzaklaştığını ve böylelikle zaman içinde toplumdan yalıtıldığını düşünüyordu. Ona göre siyasal ve estetik açıdan demokrasinin hâkim olduğu çağda operanın içinde bulunduğu aristokratik denilebilecek durum sürdürülebilir değildi. Bu nedenle operanın daha geniş kitlelere ulaşacak bir dönüşüme girmesi gerektiği kanısındaydı. Bu bağlamda tiyatro ile opera arasındaki yapay bölünmenin ortadan kaldırılmasını savunuyordu. Dolayısıyla, sorusunu, “tiyatroda müzik ya da şarkı nasıl olabilir” biçiminde soruyordu. Bu soru, Busoni’nin sorunsalını, Bertolt Brecht’in geleneksel sanat biçimlerine karşı duyduğu kuşku ile bir araya getiren bir yaklaşımı simgeliyordu. İşte bu nokta, Brecht-Weill işbirliği ve başarısının özünü oluşturuyordu. Çünkü Brecht de farklı bir yoldan aynı görüşe yaklaşıyordu. O geleneksel dramın, toplumun yaşam biçimini ve süreçlerini anlatmakta yetersiz kaldığı kanısındaydı. Dolayısıyla, yeni bir tiyatro biçimine gerek vardı. O da epik tiyatroydu. Anlatan tiyatro, insanın dünyada kendi yolunu bulabileceğini beklemeyen bir tiyatro… Brecht de sahne yapıtlarında müziğin, söz ve görüntü ile birlikte bir bütünlük içinde, eş düzeyde yer almasını savunuyordu. Bu onun geliştirmekte olduğu epik tiyatro anlayışının önemli bir boyutu idi.

Ama bu iki sanatçıyı yakınlaştıran süreç aynı zamanda farklılıklarını da ortaya koyuyordu. Brecht için opera önemli değildi. O zaten geleneksel operayı, sadece zenginlerin lüks bir yemek gibi tükettikleri bir sanat türü olarak görüyor, bu nedenle de ondan iğreniyor ve kendisini bir opera librettosu yazarı olarak görmüyordu. Tahmin edilebileceği gibi bu farklı konumlanma, iki sanatçı arasına soğukluk girmesi için zemin hazırlıyordu. Ayrıca bu iki sanatçının siyasal görüşleri arasında da fark vardı. Weill olaylara insancıl boyuttan bakıyor, bunun sonucu olarak haksızlıklara ve baskılara karşı çıkıyordu. Oysa Marx’çı görüşü benimsemiş olan Brecht olayları sınıflar açısından değerlendiriyordu. Bütün bunlar birleştirildiğinde, ayrı yönlere doğru giden bu iki sanatçının bir noktada buluşması kadar, bir süre sonra ayrılmalarını da doğal saymak gerekir. Nitekim, Brecht ve Weill’ın bu olağanüstü verimli işbirliği, Paris’teki kısa beraberlikleri dışında, sadece dört yıl sürebilmiştir.
Weill opera alanındaki ilk önemli yapıtlarını, Brecht ile işbirliği yapmadan önce, daha 1925-1926 yıllarında vermişti. Bunlardan ilki olan, George Keiser’in metni üzerine bestelediği Der Protagonist (27 Mart 1926) Dresden Staatsoper’de sahnelendi. Yvan Goll’un metni üzerine yazdığı Royal Palace (2 Mart 1927) adlı operası ise Berlin Staatsoper’de sahneye konulmuştu. Bu operalardan Der Protagonist büyük başarı kazanmış, buna karşılık Royal Palace bunu yineleyememişti. Bestecinin bu ilk yapıtlarında bile, hocası Busoni’nin operada yenilik aramak gerektiği konusundaki görüşlerinin etkilerini görmek olanaklıdır.
Brecht-Weill işbirliğinin ilk ürünü, kısa bir radyo operası olan Mahagonny Songspiel, ilk büyük yapıtı ise Die Dreigroschenoper (Üç Kuruşluk Opera) oldu. Bu yapıt, John Gay ile John Christopher Pepusch’un, İtalyan saray operaları geleneğine ve Haendel’in operalarına karşı çıkan 1728 tarihli ilginç The Beggar’s Opera adlı yapıtlarının bir uyarlaması idi. İlk kez 31 Ağustos 1928’de Berlin’de Theater am Schiffbauerdam’da sahneye konuldu. Weill’ın müziği Brecht’in söylemine çok uymuştu. Bu aynı zamanda, operanın da doğrudan eleştirisini getiren ve yeni bir dil taşıyan müzikti. Klasik operanın aryaları, yerini hafif müzik, ‘ballad’ ve ‘moritat’ biçimlerine bırakmıştı. Yapıt çok beğenildi. Şarkıları dillerden düşmez oldu, pek çok icrası yapıldı, plakları yayınlandı.
Weill, 1928 Kasım ve Aralık aylarında Der Deutsche Rundfunk’un (Alman Devlet Radyo Yayın Kuruluşu) siparişi üzerine Brecht’in şiirleri için Das Berliner Requiem adlı tenor, bariton, koro ve nefesliler orkestrası için kantatını besteledi. Ölümü konu alan ve bestecinin “bir laik ‘requiem’” olarak adlandırdığı ölümün insan eliyle gelmesine, yani öldürmeye karşı bir çıkış niteliğinde olan bu yapıt, ilk kez 22 Mayıs 1929’da Frankfurt’ta icra edildi ve radyodan yayınlandı. Anti-militarist havası, Rosa Luxemburg’un öldürülmesi olayına gönderme yapan bölümlerin olması gibi etkenler radyo yöneticilerini bu yapıtı yayınlamakta epeyce düşünmeye zorlamıştı. Nitekim bu yapıt, radyoda sadece bir kez yayınlandı.

Üstelik Rosa Luxemburg’un katlini konu alan Grabschrift adlı bölüm için Brecht’in yazdığı şiir, daha yansız olan ‘Marterl’ adlı şiirle değiştirildikten sonra… En önemli ve orijinal yapıtlarından birisi olduğuna inandığı Das Berliner Requiem’in bu biçimde karşılanması Weill’ın çok canını sıktı ve beş yıldır editör olarak çalışmakta olduğu Der Deutsche Rundfunk’tan istifa etti.
Weill aynı dönemde Brecht’in şiirleri üzerine iki tane de koro yapıtı besteledi. Bunlar aslında Das Berliner Requiem’in birer parçası olarak düşünülmüş, sonra dışında kalmış salt koro parçalarıydı. Her ikisi de bestecinin savaşa karşı olan çizgisinin yansımalarını taşıyordu.
1929’da Weill, Paul Hindemith ile birlikte radyo için Der Lindberghflug (Lindbergh’in Uçuşu) adlı didaktik oyuna müzik yazdı. Yapıt ilk kez 27 Temmuz 1929’da Baden-Baden’daki festivalde Herman Scherchen yönetiminde seslendirildi. Weill ile Hindemith’in müziklerindeki farklılıklara rağmen festivalin en önemli olayı olarak kabul edildi. Ancak yapıt bir türlü bütünlük kazanamadı. Weill yapıtı on beş bölümlü bir kantat biçimine dönüştürdü. Besteci her ne kadar didaktik bir yapıt olduğu savıyla ortaya çıktıysa da, amatör gruplar için icrası olanaksız sayılabilecek kadar güç bir yapıt olmuştu bu… Weill, Lindbergh’in 1935’te fikir değiştirip Nazilere sempati duymaya başlaması ve ABD’nin 1941’de savaşa girmesine karşı çıkması üzerine bu yapıtının adını Der Ozeanflug (Okyanus Uçuşu) olarak değiştirdi…
Die Dreigroschenoper’in kazandığı büyük başarı üzerine Brecht ve Weill benzer yeni bir yapıt siparişi aldılar. Sanatçılar bunun üzerine Happy End (Mutlu Son) adlı operayı ortaya çıkardılar. Happy End, 2 Eylül 1929’da Theater am Schiffbauerdamm’da ilk kez sahneye konuldu, ancak sadece yedi kez oynandı.
Brecht-Weill işbirliğinin en önemli yapıtı Aufstieg und Fall der Stadt Mahagonny (Mahagonny Şehrinin Yükseliş ve Çöküşü) operası idi. Eserin oluşumu ise Mayıs 1927’den 1929 yılının Eylül ayına kadar geçen, iki seneyi aşkın bir süreye yayıldı. Bu yapıtı, geleneksel operanın bir karşı-savı gibi ele almak mümkündür. Burjuva düzenine ve onu düzenleyen kapitalizmin yasalarına acımasız bir ayna tutan bu yapıtta aslında kaba bir anarşist görüşün hâkim olduğu da görülüyor. Belki de bu sebeple, kapitalizmi eleştiren tavrına rağmen Moskova çizgisindeki komünist partileri, bu yapıtı hiç bir zaman benimsemedi, partilerin iktidarda olduğu ülkelerde icra edilmedi.
Opera 9 Mart 1930’da Leipzig’de Neues Theater’de ilk kez sahneye konuldu. Gala, Weimar Almanyasındaki en büyük tiyatro skandallarından birine sahne oldu. Naziler gösteriyi engellemeye çalıştılar. Ardından sağcı basın büyük bir yaygara kopardı ve yapıtın yasaklanmasını istedi fakat şehir meclisi bunu reddetti. 16 Mart’ta ikinci icra yapıldı. Bu arada Almanya’nın önde gelen müzik eleştirmenleri de yapıtı överek göklere çıkarıyorlardı. Örneğin, o dönemin önde gelen müzik eleştirmenlerinden birisi olan Alfred Einstein, bu operayı, Wagner’in ‘magnum opus’u Der Ring des Niebelungen ile kıyaslıyordu… Opera, başka yerlerde de sahneye konuldu… Lotte Lenya plaklar yaptı… Yapıtın ünü ülke sınırlarını aştı; 1930’da Prag’da, 1932’de Viyana’da ve 1933’de Kopenhag’da sahneye konuldu.
Ancak bu opera, aynı zamanda, Brecht-Weill işbirliğinin de sonu oldu. Her iki sanatçının da eseri yorumlayışları çok farklı olmuştu. Gerek siyasal görüşleri, gerek estetik anlayışları ve gerekse opera hakkındaki görüşlerindeki farklılaşma giderek belirginleşiyordu. Ardından Der Jasager adlı bir opera daha yaptılar. Der Jasager 1930 yılında sahneye konuldu. O yılın yazında beraberliklerine geçici olarak son verdiler. Brecht, Hanns Eisler ile, Weill ise Caspar Neher ile çalışmağa başladı.
Almanya Dışındaki Yaşamı ve Avrupa Yılları
Bu dönemde Weill’ın yaşamında iki önemli olay oldu. Weill Almanya’da giderek artan Nazi baskısı karşısında daha fazla dayanamayarak 1933 yılında ülkeden ayrıldı ve Paris’e geldi. Bu arada da Eşi Lotte Lenya’dan ayrıldı. Fakat bu ayrılık pek uzun sürmedi, 1935’de Londra’da tekrar bir araya geldiler.
Weill Paris’e geldikten sonra Brecht ile bir ortak çalışma daha yaptı. Die Sieben Todsünden (Yedi Ölümcül Günah) adlı şarkılı balenin söz ve müziğini beraberce yaptılar. O tarihlerde, Paris’te George Balanchine yönetiminde ‘Les Ballets 1933’ (1933 Baleleri) adlı bir bale grubu oluşmuştu. Bu gruptan gelen istek üzerine Weill ve İsviçre’de sürgünde olan Brecht, Paris’te buluşup çalışmaya başladılar. Die Sieben Todsünden balesi 1933 yılının 15 Nisanı ile Mayıs başı arasında tamamlandı. Weill’ın bu yapıt için bestelediği müzik, sanatçının Avrupa dönemi çalışmalarının en başarılı örneklerinin başında gelir. Bu yapıt, ilk kez 7 Haziran 1933’te Paris’te Theatre des Champs Elysées’de icra edildi. Tepkiler ise çeşitli oldu. Paris’te sadece yedi kez oynandı. Londra’daki icrası da başarısız oldu. Brecht ve Weill’ın yaşamı boyunca yapıt sadece bir kez, 1936’da Kopenhag’da oynandı.
Weill, Brecht ile işbirliği yaptığı bu dönemde kendi dünyasında çalışmalarına da devam etmişti. Bu dönemdeki önemli bir yapıtı ise 2. Senfoni’dir. Yapıt, ilk kez 11 Ekim 1934’te Bruno Walter yönetiminde Concertgebouw Orkestrası tarafından Amsterdam’da icra edildi. Aynı yıl New York’ta da bir icrası yapıldı.
ABD Yılları
Avrupa’daki gelişmeler, sonunda hem Brecht’in hem de Weill’ın ABD’ye kaçmasına yol açtı… Weill, 10 Eylül 1935 tarihinde eşi Lotte Lenya ile birlikte S.S. Majestic gemisi ile New York limanına ulaştı. Fakat Brecht ve Weill’ın sahne sanatı alanındaki ayrılıkları burada da sürdü… Brecht, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya döndü, Doğu Almanya’ya yerleşti. Weill ise ABD’de kaldı, sahne müziği ile meşgul oldu.
Weill, ABD’ye geldikten sonra bu müzikli oyun alanında büyük bir boşluk olduğunu görmüştü. Ona göre, ABD’de bir tarafta Metropolitan operasının temsil ettiği geleneksel opera, öte yanda ise müzikli komedi vardı. Arası ise tümüyle boştu. Weill bu nedenle müzikli tiyatro için büyük bir potansiyel görüyordu. Weill’ın bu yönde ilk girişimi, Group Theatre adlı bir grupla birlikte gerçekleştirdiği Johnny Johnson adlı oyun oldu. 19 Kasım 1936’da ilk icrası yapılan bu yapıt iyi karşılandı. İlk icrasında rol alanlardan biri de Elia Kazan idi. Yapıt 68 kere sahnelendi ki aslında bu Broadway oyunları için düşük bir rakamdı.
4 Eylül 1937’de Manhattan Opera House’ta, Franz Warfel’in yazıp Weill’ın müziklediği The Eternal Road’un ilk icrası yapıldı. Yapıtı Max Reinhardt sahneye koymuştu ve icra çok beğenildi. Fakat 153 defa sahnelenmesine karşılık, masrafların yüksekliği nedeniyle sonuçta zarar edildi. Lotte Lenya ise bu icradaki başarılı performansı ile ABD’de ismini duyurdu.
Weill’ın bundan sonra giriştiği üçüncü büyük proje, Maxwell Anderson’un sözlerini yazdığı Knickerbocker Holiday adlı oyun oldu. Yapıt ilk kez 19 Ekim 1938’de, New York’ta Ethel Barrymore Theatre’da oynandı. Eleştiriler son derece olumlu çıktı ve yapıt 68 kez oynandı. Bu defa fazla para kazanamadılarsa da, zarar söz konusu olmadı. Time dergisinin yazdığına göre oyunu Washington’da izleyen ABD Başkanı Franklin Roosevelt, yapıtın kendisini ve izlediği New Deal politikasını alaya aldığını görünce, kahkahalarla gülmüş ve çok eğlenmişti…
Deneyimli bir Broadway yönetmeni olan Moss Hart 1940 yılında Weill’a bir müzikal bestelemesi için başvurdu ve Weill da kabul etti. George Gershwin’in kardeşi olan Ira Gershwin sözleri yazdı. Müzikalin adı Lady in the Dark idi. Bu yapıt ilk kez 23 Ocak 1941’de Alvin Theater’da oynandı. Orkestrayı yine Maurice Abravanel yönetiyordu ve bu icrada sonradan çok meşhur olacak olan Danny Kaye de yer alıyordu. Sonuç büyük bir başarı oldu. Yapıt, tam 467 kere oynandı ve Weill’e parasal bağımsızlık sağlayacak kadar büyük gelir sağladı. Şarkıları plak olarak yayınlandı.
1943’de hem Knickerbocker Holiday hem de Lady in the Dark filme alındı. Ancak, filmlerde Weill’ın müziği epeyce kırpılmış ve üstelik de kötü söylenmişti. Weill bundan sonra metnini S.J. Perelman’ın, sözlerini ise Ogden Nash’in yazdığı One Touch of Venus adlı müzikal için bestelediği müziği 1943 yılı Eylül ayında tamamlandı. Yapıt, 7 Ekim 1943’de Imperial Theater’de ilk kez sahneye konuldu. Yönetmenliğini Elia Kazan’ın yaptığı bu yapıt daha da başarılı oldu ve 567 kere sahnelendi.
22 Mart 1945’de Weill seyircilerin önüne yeni bir müzikal ile çıktı; The Firebrand of Florence. Bu yapıtta da sözler Ira Gershwin’ine aitti. Floransalı ünlü heykeltıraş Benvenuto Cellini’nin yaşamını anlatan eser, basından olumlu eleştiriler almasına rağmen başarılı olmadı. 43 defa oynandıktan sonra sahneden kaldırıldı.
Weill, 1948 yılında Alan Jay Lerner ile Love Life adlı bir vodvil hazırladı. Bu oyun üç yüzyıl boyu Amerikan evlilik yaşamından günlük sahneler üzerine kurulmuştu. İlk kez 7 Ekim 1948’de sahneye koyuldu. Elia Kazan’ın yönettiği yapıt 252 defa temsil edildi. Parasal açıdan da sonuç başarılı oldu. Fakat aynı zamanda yaratıcıların müzikal alanında artık atılım yapamadıklarını da gösteriyordu. Nitekim Weill bir daha bu alana dönmedi.
Weill ABD’ye geldiği tarihten itibaren yeni bir opera kavramını geliştirme fikri üzerinde çalışmaktaydı. Düşündüğü yeni operayı gerçekleştirmek için Elmer Rice’in Pulitzer Ödülü kazanan Street Scene adlı oyununu üzerinde uzun süre düşünmüştü. Nihayet, Weill ile Rice 1946 yılında bu konuyu ele aldılar. Sözleri ünlü Amerikalı zenci şair Langston Hughes yazdı ve provalar 1946 Aralığında başladı. Gala 9 Ocak 1947’de Adelphi Theater’da yapıldı. Seyirciler coşkuluydu. Basında olumlu eleştiriler de çıkmıştı. Ama parasal açıdan pek de başarılı bir sonuca ulaşılamadı. Opera ancak 148 kere temsil edilebildi.
Weill’ın opera alanındaki ikinci büyük denemesi, Alan Paton’un ünlü Cry the Beloved Country adlı kitabı üzerine bestelediği Lost in the Stars oldu. Weill, bu yapıtında yapay Afrikacılığa özenmemiş, buna karşılık ‘spiritual’ların güçlü yönlerine dayanmıştı. Maxwell Andersen’in sözlerini yazdığı yapıtın ilk icrası 30 Ekim 1949’da yapıldı ve 273 defa oynandı.
Amerika’daki kısa sayılabilecek yaşamında, bu bambaşka topluma, inanılmaz bir hızla uyum sağlama başarısını gösteren ve yine akıllara durgunluk verecek bir biçimde yoğun çalışarak, bu ülkenin sanat yaşamında önemli bir konuma sahip olan Kurt Weill 17 Mart 1950’de bir kalp krizi geçirdi, kaldırıldığı New York Flower Hospital’da 3 Nisan 1950’de, elli yaşında, yaşama gözlerini yumdu.
Hasan Ersel
Kaynaklar
Jürgen Schebera; Kurt Weill-An Illustrated Life. Yale University Press, New Haven, 1995.
Kim Kowolke (Der); Essays on A New Orpheus. New Haven: Yale University Press, 1986.
Ronald Sanders; The Days Grow Short-The Life and Music of Kurt Weill. Los Angeles: Silman-James Press, 1980.
Stephan Hilton (Der.); Kurt Weill-The Threepenny Opera. Cambridge: Cambridge University Press, 1990.