Bir sürü laf bulunabilir ama, galiba berbat bir uğraş demek en doğrusu. Bu köşe yazısı denen yazı türü galiba sadece Türkiye’ye özgü. Yani Batı Avrupa medyasında, Kuzey Amerika medyasında ‘köşe yazısı’ diye bir şey görmüyoruz; orada bir takım uzmanların yorumları, değerlendirmeleri gibi köşe yazısına benzer ama adı köşe yazısı olmayan yazılar, dolayısıyla köşe yazarı olmayan gazeteciler var. Türkiye’de ise ‘köşe yazarı’ diye bir şey var.
Ben oldum bittim soğuk bakıyorum bu ‘köşe yazısı’ ve ‘köşe yazarı’ terimine. Şundan dolayı: Eskiden – liselerde edebiyatın biraz daha ciddi okutulduğu dönemlerden söz ediyorum- yazı türleri birbirinden ayrılırdı ve bu nüanslar önemliydi, lezzet katardı. Eski terim çoğu ama, ‘makale’, ‘fıkra’, ‘sohbet’, ‘tefsir’ filan denirdi… Şimdi ise hepsi aynı sepete dolduruldu ve ‘köşe yazısı’ dendi adına.
Bunu Nasıl Açıklamalı?
Ne bileyim, mesela lokantaya gittiğinizde “Oğlum bana bir patlıcan yemeği getir!” demezsiniz de, patlıcan oturtma, silkme, karnıyarık, imambayıldı, mamzana filan dersiniz. Tıpkı onun gibi, aralarında gerçekten önemli nüanslar olan yazı türlerinin hepsini aynı sepete doldurup ‘köşe yazısı’ demek tuhaf bence; o yüzden soğuk bakıyorum.
Bir de ‘köşe yazarı’ diye bir tür var, bir tür süpermen herhalde bunlar. Her konuda fikirleri var bunların; her konuda yazı yazıyorlar, yazabiliyorlar. Ben de -utana sıkıla söylüyorum- bu meslekte kalınca onlardan biri oldum ister istemez… Bir tür toplum mühendisliği bu, yani topluma neyin nasıl olması gerektiği konusunda akıl veren, herhalde çok akıllı bir takım adamlar yada kadınlar köşe yazarı oldu Türkiye’de.
Bunun sıkıntılarını çekiyorum, çünkü ben akıl vermekten pek hoşlanmıyorum. Gazetelerde okuduğumuz haberleri veya televizyonda izlediğimiz haberleri “Ey seyirci, ey okur; sen bunu anlamamışındır, şimdi ben bunun anlamını sana yorumlayıvereyim” demeyi biraz küstahça buluyorum önce…
İkincisi, bir köşe yazarının her konuda fikri olması mümkün değil, hele dünya ve Türkiye’de uzmanlığın artık saygı toplamağa başladığı bir dönemeçte… Ama biz ‘köşe yazarı’ diye bir yaratık yaratmışız ve o ‘köşe yazarları’ her konuda fikir üretiyorlar. Dolayısıyla benim gibi haftanın altı günü yazan kişiler için birtakım zorluklar başlıyor.
Önce: Bugün Ne Yazmalı?
Bu, konu kıtlığından değil, konu bolluğundan oluyor, hele Türkiye’de, “Hangisini seçip yazmalı?” diye. Ama yazanlar genellikle “Yahu ben bu konuda acaba gerçekten okurlarla bölüşmeye değecek kadar fikir sahibi miyim?” diye sormayıp, “Bunlardan hangisini yazayım?” diye bir tercihle karşı karşıya kalıyorlar. Onun ötesinde bu da bir meslek. Keyif verdiği anlar, can sıktığı anlar, kendinizi mutlu hissettiğiniz ya da sıkıntıdan patlayacak hale geldiğiniz anları olur. Bazı yazılarınızdan çok hoşnut olursunuz, ne güzel yazdım, diye. Kendinizi, sanki başka birinin yazısını okuyormuş gibi sevinerek okursunuz, çevreden de “A, bugün çok iyi yazmışsın!” gibi tepkiler gelmesini beklersiniz. Gelmeyince de, Hay Allah anlamadılar galiba veya değerini vermediler, filan gibi kırılganlıklarınız olabilir. Ama bazen de kendi yazdığınız bir yazının ne kadar berbat bir yazı, ne kadar baştan savma bir yazı olduğunun farkındasınızdır; içinizden olsa olsa, inşallah okuyucular çok fark etmemiştir, diye geçirirsiniz ve bu beyhude bir çabadır; okuyucu fark eder. Okuyucu tuhaf bir yaratıktır, siz yazı yazıyorsunuz okurlar için; ‘okur’ anonim bir laf, şekilsiz bir yaratık. İçlerinde ironiden anlayan anlamayan, sizin görüşlerinize katılan, katılmayanları var. Hele benim yazdığım gazete Cumhuriyet’te hiperaktif okur kitlesi var. Birkaç defa değil, pek çok defa bir Tırmık’a –Tırmıklar aşağı yukarı 500-550 kelimelik yazılardır-, 1500-2000 kelimelik yanıtlar gelir! Yani onlar sizden çok daha aktiftirler ya da uzun uzun fikirlerini açıklarlar.
Sonuç: Berbat bir meslektir köşe yazısı yazmak. Nedenlerini açıklamaya çalıştım: Biraz gerginlik yaratan, biraz ömür törpüsü olan, içinizdeki saatin durmadan tıktık dediği ve sizi gerdiği bir meslek olduğunu söylemeliyim. Aydın Engin ile söyleşiden . Pr; Açık Dergi . 18 Mart 2002 .