‘Age of Apocalypse – X-Men’. Yakın geçmişe kadar çizgi roman çoğunlukla aşağılanan bir tür oldu. Gerek hitap ettiği düşünülen asosyal, iletişim sorunu yaşayan, içine kapanık ergen profili, gerekse mantık sınırlarını zorlayan hikâye örgüsü bu türün kabul edilmesini her zaman zorlaştırdı. Özellikle Amerikalıların çizgi roman için Altın Çağ ve Gümüş Çağ olarak isimlendirdiği 1930-1950 ve 1950-1970 yılları arasında, Superman ile vücut bulan süper kahraman prototipi de bu savları gayet etkili bir şekilde desteklemekteydi. Bu çağların kahramanları John Wayne’in çizgi romanlara taşınmış hâli gibiydi. Yüksek ahlâk anlayışı, keskin hatlarla çizilmiş iyi ve kötü ayrımı; bırakın yıkmak, yanına bile yaklaşılamayan tabular ve vatanseverlik, bu çağların tüm kahramanlarının ortak özellikleriydi. Konular karanlık olmaktan uzak ve çoğunlukla da ‘epik’ olarak tanımlanabilecek yapıda hikâyeler üzerineydi.
Çizgi roman türünü ‘daha karanlık’ ve ‘daha insancıl’ yapan Frank Miller’ın Batman: Kara Şövalye’nin Dönüşü (Batman: The Dark Knight Returns) ve Alan Moore’un Gözcüler (Watchmen) romanları sayesinde çizgi romanlar steril hayatlarından çıkıp dünya gerçeklerine gözlerini açabildiler. İşlenen konularda artık kahramanların ölmesi, yaşlanması, kötülüğü seçmesi, depresyona girmesi, intihara meyletmesi gibi durumlar sıkça görülür hâle geldi. Daha da önemlisi, önceleri birer tabu olarak görülen cinsellik, uyuşturucu, yabancı korkusu, eşcinsellik, ayrımcılık, azınlık hakları gibi konular oldukça karmaşık şekillerde işlenmeye, iyi ve kötü kavramları birbirine karışmaya başladı. Çizgi romanlarda iyi-kötü ayrımına prim vermeyen karakterlerin sayısı gitgide arttı.
Sansür Baskısı
Burada not düşmek gerekir ki, bu konuların daha önce işlenmemesindeki en büyük etken özellikle 1950’ler Amerika’sındaki sansür baskısı olmuştur. Bu zamanlarda etkin isimlerce dillendirilen Batman ve Robin karakterlerinin eşcinsel bir ilişki yaşadığı gibi iddialar ve McCarthy baskısı gibi olguların bir sonucudur Altın Çağ. Bu çağların bitişini ise Örümcek Adam’ın kız arkadaşı olan Gwen Stacey’nin ölümü simgeler. Örümcek Adam’ın vicdanında alsa kapanmayacak bir yaraya dönüşen bu olay ile başlayan ve Miller ve Moore’un hikâyeleri ile tepeye ulaşan bu süreçten en çok etkilenen çizgi roman serisi ise X-Men olmuştur denebilir. 1963 yılında ortaya çıkan X-Men ilk başlarda, sahip oldukları değişim geçirmiş ‘X geni’ sayesinde süper güçlere sahip olan Beyaz Amerikalı bir süper kahraman takımının hikâyesini anlatırken, çizgi roman hayranlarının farklı bir yerde tuttuğu Karanlık Anka Kuşu (Dark Phoenix Saga) serisi sonrasında etkili bir değişim geçirmiş; farklı etnik köklerden karakterlerle uluslararası bir kimliğe bürünmüş, yabancılık, ‘öteki’ korkusu, ırkçılık, etnik temizlik gibi tartışmalı konulara dalmıştır. Magneto karakterinin toplama kamplarından kurtulmuş bir Yahudi olması, X geni taşıyanların insanlar tarafından düşman olarak görülmesi, Homo-superior isminde vücut bulan evrimsel üstünlük kavramı, Wolverine karakterinin ‘anti-kahraman’ yapısı bu konuların en göz önüne çıktığı noktalardır.
Genetik Savaş
X-Men hikâyelerinde en farklı yere sahip olanlardan bir tanesi ise ‘Kıyamet Çağı’dır. Asıl adı ‘En Sabah Nur’ olan ‘Apocalypse’ (Kıyamet) adlı mutant, Hitler benzeri bir idealin peşinde, evrimsel süreci hızlandırmak adına en iyinin ayakta kalacağı bir genetik savaşın temellerini atmaya çalışmaktadır. Normal hikâye sürecinde bu çabalarından eli boş dönerken, Marvel yazar ve çizerleri ona bir şans tanımaya karar verirler 1995 yılında, olağan X-Men hikâye sürecini keserler ve Kıyamet Çağı adlı seriyi yayına koyarlar. Mutantlar ve insanların bir arada yaşaması idealine inanan Profesör Xavier, zaman içerisinde geçmişe gelen ve amacı Magneto’yu öldürmek olan kendi oğlunun ellerinde can verince, Apocalypse doğru zamanın geldiğine karar verir ve insan ırkına yönelik acımasız bir saldırıya başlar. Amacı bellidir: “En güçlü ayakta kalır”. Xavier’nin ölümü sonrasında ona karşı koyacak organize bir grup olmayınca, kısa süre sonra amacını büyük ölçüde gerçekleştirir. Milyarlarca insan Apocalypse ve yandaşlarının ellerinde yok edilir. Yaşanan soykırımdan Avrupa ve Afrika’ya kaçabilen küçük bir insan nüfusu kurtulabilmiştir ancak. Arkadaşı Charles Xavier’nin kollarında ölümünden sonra Magneto ideallerini değiştirir ve düşen yoldaşının yerini almayı kendisine görev sayar. X-Men’in başında artık Magneto vardır ama olan olmuştur bir kere. En tepesinde ‘Yüksek Lord’ olarak kendisinin yer aldığı bir güç piramidi oluşturan Apocalypse, ‘Mahşerin Atlıları’ adını verdiği ve tüm dünyayı paylaştırdığı dört lordu aracılığı ile acımasız gölgesini insan ya da mutant ayırt etmeden tüm dünya nüfusunun tepesinden eksik etmez.

Bunu yaparken New York’ta Özgürlük Heykeli’nin eskiden bulunduğu yerde bulunan komuta merkezinde tüm canlıları; güç, zekâ ve dayanıklılık seviyelerine göre fişlemekte ve piramidinde yerlerini belirlemektedir. Kısacası Orwell’in korktuğu dünyadır burası; korkunun, ihanetin, ispiyonlama, arınma, izlenme ve ‘öteki’ gibi kavramların dünyası.
Superman Sendromu
Bu ilginç hikâye serisinde Örümcek Adam’dan, Fantastik Dörtlü’ye, Punisher’dan Daredevil’a kadar tüm karakterlerin hayatı farklı süreçlere girmiş; örneğin isyancı liderlerinden Gwen Stacey’e yakınlığından dolayı Peter Parker, Apocalypse’in adamları tarafından öldürülmüş ve asla örümcek güçlerine sahip olamamıştır. Alternatif hayatların hepsinin ortak yönü, yaşanan acılardır. Tüm karakterler yaşanan katliamlardan bir şekilde paylarını almış, hepsi acılı hayatlar yaşamaktadır. Bir zamanlar evrimsel üstünlüğe kendisi de inanan Magneto, sonuçlarına şahit oldukça kendini daha fazla sorumlu hissetmekte ve Apocalypse ile kaçınılmaz bir yüzleşmeye kendisini hazırlamaktadır. Bu karmaşık hikâye serisinin genetik olarak mükemmel hâle gelmiş bir mutantın yardımıyla sonlandırılması ise bir başka ilginç nokta. Apocalypse’in lordlarından birisi olan Mr. Sinister’ın mükemmel bir genetik matris ile Apocalypse’i yok etmek gayesiyle ortaya çıkardığı X-Man Nate Grey, ‘babası’nın kehanetinin gerçekleşmesinde çok önemli bir rol üstlenir ve temel olarak genetik üstünlük kavramına ters bir yaklaşım izleyen hikâyenin kendisi ile çeliştiği ironik bir nokta olur. Bu aşırı güçlü karakter, daha sonraları ‘Superman sendromu’ olarak adlandırılacak bir durumun kurbanı olur. Diğer kahramanlara göre çok daha fazla olan güçleri yüzünden Marvel yazarları ona zayıflıklar bulmak ve devamlılığını sağlamakta güçlük çekerler. Diğer bir deyişle ona göre Kriptonit bulmakta zorlanınca, kendisini dünya için feda ettiği bir başka hikâye ile Nate Grey’in yayın hayatına son vermek zorunda kalırlar.
İç Huzurdan Uzak Anti-Kahramanlar
Apocalypse’in Kıyamet Çağı, 1995 yılında 4 hafta boyunca yarattığı değişim, işlediği son derece aykırı hikâye örgüsü ve kahramanları ile başarılı bir alternatif evren senaryosu olarak çizgi roman severlerce her zaman saygı duyulan bir yayın serisi oldu. Marvel’in daha sonraki benzer çabalarının hüsranla sonuçlanmasıyla bu saygı daha da arttı. Bu serinin başarısı sonrasında Marvel yazarları, genetik savaş ve mutant insan çekişmesi konularına daha rahat yaklaşmaya başladılar. Bu durum X-Men film serisinin işlenmesinde de oldukça etkili oldu. Bu filmlerdeki X-Men karakterleri, normal hikâye serisindeki ‘Beyaz Anglosakson Protestan’ X-Men’ler yerine kendilerine ön yargı ile bakılan, karanlık ve iç huzurdan uzak kahraman/anti-kahramanlar olarak işlendi.
Şunu da söyleyebiliriz ki, Kıyamet Çağı hem karmaşık yapısı, hem de başlangıç ve bitişinin diğer hikâyelere bağlanmasından dolayı potansiyel bir film senaryosu için pek uygun olmasa da, kendinden sonraki bir çok X-Men hikâyesini ve çekilen filmlerin senaryosunu etkileyen ve etkileyecek olan farklı bir masal. Umudun tükendiği, kahramanların sadece hayatta kalabilmek için çabaladığı, acımasız bir tiranın hayallerinin ürünü olan korkutucu bir masal ya da gerçekleşmiş bir karabasan…
Rabun Koşar