(1921-2002). Hayatının büyük bir bölümünü Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak geçirmiş, çoğularına göre 20. yüzyılın en önemli siyaset felsefecisi. Rawls’un 1951 yılında kaleme aldığı makalesiyle başlattığı düşünsel çizginin ilk önemli durağı 1971 senesinde yayımlanan Bir Adalet Kuramı (A Theory of Justice) adlı eseridir. Bu kitabın ilk sayfasındaki bir cümle Rawls’un yirmi yıllık entelektüel uğraşının temel kabul noktasını simgeler: ‘Adalet, toplumsal kurumların en önemli erdemidir”. Adil bir toplumda egemen olması gereken ilkelerin savunulduğu bu eser, aynı zamanda 19. ve 20. yüzyıl düşüncesine damgasını vurmuş faydacılık akımına (Bkz; Mauss) karşı son derece kapsamlı bir alternatif sunma iddiasındadır. Rawls, Immanuel Kant’ın düşüncesini geliştirerek, kişilerin özgürlüğüne ve eşitliğine dayalı bir adalet kuramı oluşturmuştur. İngilizce’de yüz bin adedin üzerinde satmış ve yaklaşık otuz dile çevrilmiş bu kitap, İkinci Dünya Savaşı sonrası siyaset felsefesinin temel kaynaklarından birisi olmuştur. Ancak bu eser, belki de Rawls’un kendisinin de itiraf ettiği gibi ‘gereğinden uzun’ olması nedeniyle, ya da bir eleştirmene göre ‘sanki bir Orta Avrupa dilinden İngilizce’ye çevrilmiş’ izlenimini veren dili yüzünden, eşitlikçi liberal düşüncede büyük bir çığır açmasına rağmen akademik çevreler dışında geniş yankı yaratmamıştır.
Rawls 1993 yılında yayımlanan Siyasal Liberalizm eserinde, Bir Adalet Kuramı’ndaki ilkeleri, çağdaş toplumların derin ahlaki, felsefi ve kültürel çeşitliliği ışığında, bu ilkelerin özüne sadık kalınsa da, yeniden gerekçelendirmeye çalışır. Fakat, toplumsal çeşitliliğe daha duyarlı bir kuram sunma çabası, Rawls’un ilkelerinin evrensellik iddiasını epey zayıflatmış ve artık siyasal liberalizm sadece çağdaş liberal demokratik toplumlar için geçerli bir öneri hâlini almıştır. Katı bir eleştirmene göre, Rawls’un adalet kuramını böyle savunmayı tercih etmesi ileri değil, geri bir adımdır ve düşünürün “Boston’un merkezinde bulunduğu yüz kilometre çapındaki bir alan dışında bir topluma söyleyecek neredeyse hiçbir şeyi kalmamıştır”. Ancak bu tür olumsuz yargılara rağmen Siyasal Liberalizm yüzlerce makale ve kitaba konu olmuş, kimileri Rawls’un yeni yaklaşımını savunurken, onu reddeden yazarlar bile görüşlerini çürütebilmek için detaylı analizler yapmışlardır. Günümüz Anglo-Amerikan siyaset felsefesi alanında yazan neredeyse hiç kimse onun yaklaşımını gözardı edebilmiş değildir.
Uluslararası Adalet İlkeleri
Uluslararası ilişkilerin adil bir şekilde nasıl düzenlenebileceğini ele alan The Law of Peoples (Halkların Yasası) başlıklı eseri de benzer bir tartışma yaratmış, Rawls’un savunduğu uluslararası adalet ilkeleri kimi kozmopolit düşünürlerce adil küresel ilişkileri sağlamaktan uzak görülmüştür. Rawls’un yeryüzündeki toplumların aralarındaki kültürel ve felsefi farklılıklara karşı aşırı bir hassasiyet beslediği, evrenselliği ikinci plana attığı itirazı dile getirilmiştir. Ancak, düşünürün ölümünden sonraki uluslararası gelişmelerin de gösterdiği gibi, diğer toplumlara ‘adalet ve özgürlük getirmek’ iddiasının barındırdığı tehlikeler ve gizlediği baskılar belki de Rawls’un temkinli yaklaşımını haklı çıkarabilecektir.

Akademik çevrelerde bu kadar büyük ün kazanmış bir düşünürün gündelik siyasal tartışmalara hiç katılmaması, fikirlerinin neredeyse hiçbir politikacı ya da siyasal hareket tarafından dile getirilmemesi, düşünce dünyası açısından işaret edilmesi gereken ilginç bir noktadır. Bunda, Rawls’un tartışmalarının soyut ve kuramsal bir boyutta yer alması kadar, onun mütevazı, hatta aşırı çekingen yapısı da rol oynamıştır. On yıldır çok yakın çalıştığı sekreterinin, Rawls’un vejeteryan olduğunu sadece bir tesadüf sonucu öğrenmesi, onun kişisel yönünü ne kadar saklı tuttuğunun bir göstergesi olsa gerek.
Murat Borovalı