Jack Kerouac… Yarın hakkında hiçbir fikri olmadan ama zamanın kudretinin farkındayken, hesap yapmadan, her şeye açık olarak ‘yolda’ olmanın, hayatın içinde olmanın ışıltısı. Sözde değil gerçek özgürlüğün, kutsallığın, soyluluğun ve masumiyetin ışıltısı… Beat Kuşağı’nın İncil’i, manifestosu, sonradan bir kült-kitaba dönüşen (Türkçe çevirisi tükenmiş olan) On the Road (Yolda) ile döneminin en tanınmış yazarları arasına giren Amerikalı yazar Jack Kerouac bir yalnızlık ikonu bugünün dünyasında. Hâlâ kuşakları etkileyen bir büyük isim, bir şair. Söylendiği gibi “tuhaf, çılgın, katolik ve mistik bir yazar.” Başka türlü olması mümkün olamayacak bir durum; alkol, aşk ve hüznün büyülü bileşimi.
12 Mart 1922’de Lowell, Massachusetts’de, Fransız-Kızılderili karışımı bir ailenin oğlu olarak doğan Jack, ancak futbol oynamak ve arkadaşlarıyla takılmak için kütüphaneden çıkarmış. Okulu bırakıp bir süre ticaret filosunda çalıştıktan sonra 1943-50 yılları arasında 47 Amerikan eyaletini ve Meksika’yı otostopla dolaşmış. “Kesintisiz ve kendiliğinden”, üç haftada yazdığı ikinci romanı Yolda, bitiminden altı yıl sonra yayımlanabilmiş ancak. Hayatının bir yarısını yollarda, diğer yarısını ise annesinin evinde geçiren Kerouac 47 yaşındayken aynı evde, üçüncü karısı ve annesinin yanında sirozdan ölmüş.
Günbatımlarının Hüzünlü Çocuğu
Toplumdışı insanlarla, karşı-kahramanlarla özdeşleşen Beat Kuşağı’nın önde gelen sözcüsü, “günbatımlarının hüzünlü çocuğu” Jack Kerouac’ın hayatı âdeta bir caz şarkısı gibi. Daha ilk notalarından kendini belli eden, sonrasında art arda doğaçlamalarla doruklarda gezen ve sonra yine aynı temaya dönen, ama aslında baştakinden biraz farklı, belki biraz daha durgun, belki biraz daha hüzünlü bir şarkı.

Ritm, doğaçlama ve ruh. Sözcüklerin ve seslerin müziği. Bir yaşamın bütün şarkısı. Beş şiir kitabından biri olan Mexico City Blues’un girişinde, “bir Pazar öğlesonunda uzun bir blues parçasını üfleyen bir caz şairi olarak anılmak” istediğini söylüyor Kerouac.
Allen Ginsberg, Gregory Corso, Gary Synder, Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Michael McClure, Amiri Baraka… Tüm bu şairler, onun arkadaşları; savaş sonrası Amerikan karşı-kültürünün, ruhlarını korumaya çalışan, baskılara karşı direnen genç kuşağın isyanının fenerleri. William S. Burroughs, ya da Yolda romanındaki ismiyle Old Bull Lee ise onu bir başka güzel tanımlıyor: “Kerouac bir yazardı. Yani, o yazardı. Kendine yazar diyen ve kitaplarının üstünde isimleri olan birçok kişi aslında yazar değiller ve yazamıyorlar –boğayla çarpışan bir matador ile boğanın olmadığı yerde hareket çeken bir bokçubaşı arasındaki fark. Yazar ya ‘orada’ olmuştur ya da onun hakkında yazamaz. Bazen, Fitzgerald ve Kerouac’ın durumu gibi, bir yazarın yarattığı etki çok doğrudandır, sanki koca bir kuşak yazılmayı bekliyormuş gibi.”
Kerouac’ın az sayılmayacak, müzik yüklü okumaları ve müzik eşliğinde metinlerinin toplandığı albümler var: Pull My Daisy, Reads On The Road, Readings by Jack Kerouac on the Beat Generation ve The Jack Kerouac Collection. Ölümünden sonra yapılan kayıtlar arasında ise en renklisi, bir ‘tribute’ niteliği de taşıyan 1997 tarihli Kerouac-Kicks Joy Darkness albümü. Buradan isim seçmek zor olsa da, şair dostlarını saymayarak, Jeff Buckley, John Cale, Thurston Moore/Lee Ranaldo, Michael Stipe, Joe Strummer, Eddie Vedder ve Morphine’i anabiliriz. Eski kayıtlardan da tabii ki David Amram ve Tom Waits’i…
Şarap ve Şiir
“Öylece ölüp gidemeyiz; insanın en azından şarap ve şiire ihtiyacı var,” demişti Kerouac: “Benim adam dediklerim sadece çılgınlardır, yaşama çılgınları, konuşma çılgınları, çok şey isteyen, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen tipler, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenlere ‘Vay canına!’ dedirten o muhteşem sarı maytaplara benzettiğim kişiler. Goethe’nin Almanya’sında böyle gençlere ne derlerdi acaba?”
Hilmi Tezgör