Amerika Birleşik Devletlerindeki 61 numaralı karayolu, Route 66 ile birlikte müzikle, özellikle blues ile en çok özdeşleşmiş eyaletler arası karayoludur. İlk inşa edildiği yıllarda New Orleans’tan Kanada sınırına kadar uzanan I-61, artık Wyoming, Minnesota’da sona ermektedir. Bu yolun bizleri ilgilendiren kısmı ise St. Louis, Missouri’ye kadar uzanıyor.

Yolculuğumuzda mekân kadar zaman içinde de dolaşmanın mümkün olduğunu varsayarak, I-61 üzerinde ufak bir gezinti yapalım.
1863’de köleliğin ABD’de resmen kaldırılması sonrasında Alabama, Mississippi, Louisiana, Arkansas ve Tennessee gibi güney eyaletlerindeki zencilerin bir anda yepyeni bir dünyaya adapte olmaları gerekmişti. Daha önce yarı-feodal bir sistemin içinde, çiftlik sahiplerinin bütün gereksinimlerini sağladığı bir ortamda yaşayan ve hayatlarını pamuk tarlalarında geçiren zenciler, kendilerini para kazanmak zorunda buldular. Özellikle Mississippi’de büyük çiftlikler yeni bir sisteme geçmek zorunda kaldılar.
Bu sistem, ortakçılık olarak bilinen ‘sharecropping’ sistemiydi. Çiftliğin içinde belli bir arazi bir aileye tahsis ediliyordu; bu aile –ki çok büyük bir çoğunlukla zenci bir aileydi– bu araziyi işliyor, daha sonra hasattan gelen parayı çiftlik sahibiyle paylaşıyordu. Hasat zamanı dışındaki dönemde ise gereksinimlerini hasat hasılatına mahsuben borçlanarak karşılayan aileler, kötü bir mahsul olduğu veya mahsulün beklenen parayı getiremediği dönemlerde borçlarını ödeyemiyor ve tam bir batağa saplanıyorlardı. Kimi çiftlik sahipleri daha da acımasız davranarak kendi paralarını basıyor, çiftlik içindeki dükkanlarda malları sadece bu parayla, gerçek değerlerinin çok üzerinde fiyatlarla ortakçılara satıyorlardı.
Şüphesiz adil davranan çiftlik sahipleri de vardı. Ancak bir zenci için bu kısır döngüden tek çıkış yolu, kuzeye gitmek ve fabrikalarda çalışmaktı. Üstelik Chicago’dan gelen The Chicago Defender gibi gazetelerdeki iş ilanları, oradaki hayatın çok daha güzel olduğunu müjdeliyordu.
Zenciler için iki alternatif vardı; biri demiryolu, diğeri ise karayolu… Demiryolu, önce Southern Railroads ile Memphis’e gitmeyi, daha sonra Illinois Central Railroads ile Chicago’ya gitmeyi gerektiriyordu, ancak bu ‘hoboing’ adı verilen yöntemle yük vagonlarında kaçak olarak gidilmediği takdirde çok pahalı bir seçenekti. Diğer seçenek ise St. Louis’e kadar I-61 üzerinde otobüsle gitmek, daha sonra başka bir otobüsle Chicago’ya gitmekti. İşte bugün tanıdığımız hemen hemen bütün blues müzisyenleri, hayatlarının bir döneminde I-61 üzerinde yolculuk etmişlerdi.

Tutweiler Kavşağı
Muhtemelen blues müziğinin doğuşu da I-61 üzerindeki bir kasabada gerçekleşti. (Bkz; Blues) Doğuşu demek yanlış olabilir, ancak blues’dan herhangi birinin ilk söz edişi, W.C. Handy ile gerçekleşmişti. Handy, 1903 yılının Haziran ayında, Tutwiler kasabasındaki tren istasyonunda dokuz saat rötarlı bir treni beklerken “hayatında duyduğu en tuhaf müziğe” maruz kaldı. Yaşlı bir zenci, gitar tellerinin üzerinde bir bıçak dolaştırıyor ve sürekli “Going where the Southern meet The Dog” diye bağırıyordu. Söylediğinin anlamı çok basitti aslında; Southern Railroad ile ‘The Dog’ olarak bilinen Yazoo and Delta Railroad, Moorhead kasabasında kesişiyordu. Yaşlı zenci Moorhead’e gidiyordu ve bundan bir blues parçası oluşturmuştu!
Handy Alabama’lı bir müzisyendi ve bu tür müziği daha önce muhakkak duymuştu. Fakat belki biraz da dramatize etme amacıyla anılarında bunu böyle aktarıyor. Ne olursa olsun, Handy popüler olma potansiyeli yüksek bir müziği keşfettiğinin de farkındaydı. Bundan bir sene kadar önce, blues ile ünlenecek bir başka vokalist, Ma Rainey de benzer bir ‘keşif’te bulunmuştu. Gezgin bir kumpanyanın parçası olan Rainey, kumpanyanın temizlik işlerine bakan genç zenci kızların birinden terk edilmekle ilgili bir şarkı dinlemişti. Rainey’nin bu tür parçaları biraz da dramatize ederek 1900’lerin henüz başında vodvil grubunun standart repertuarına dahil ettiğini biliyoruz.
Neyse, biz yine yolumuza geri dönelim, mecburen böyle yoldan çıkmak gerekiyor arada sırada… Yol bizi Clarksdale’e getiriyor şimdi… Günümüzde kendini blues ile özdeşleştirmiş bir şehir Clarksdale. Blues kulüpleri, müzeleri… Kısaca bu şehirde insanlar blues ile yatıp blues ile kalkıyorlar. Ancak 1930’larda Clarksdale henüz küçük sayılabilecek, kasabadan hallice bir şehirdi. I-61 ve doğudan batıya giden I-49 karayollarının kesişim noktasında olduğu için, kuzeye giden göç yolunun tam kalbindeydi.
Clarksdale Kavşağı
İşte bu kavşak, blues tarihinin en büyük ve gizemli efsanelerinden birinin de yardımcı oyuncusu diyebiliriz. 1920’li yılları Son House ve Willie Brown’ı izleyerek geçiren sıradan bir gitarist, yaklaşık bir yıl süren bir görünmeme döneminden sonra Clarksdale’e 1931 yılında geri döndü. Hem de ne dönüş… Kendine ait birçok blues parçası bestelemiş olduğu gibi, dönemin müzik kutularında (jukebox) çalan bütün parçaları da mükemmelen çalabiliyordu.

Bu müzisyen Robert Johnson’dı. Kadınlar ve içkiyle arası haddinden fazla iyi, yakışıklı sayılabilecek biriydi. Önceleri gitarı eline her aldığında “çalma, müşterileri kaçırıyorsun,” diyen Son House, Johnson döndükten sonra Willie Brown’a “bu kadar kısa sürede bu kadar iyi çalmak için ruhunu şeytana satmış olmalı,” diyecek ve Johnson’ın I-61 ve I-49’un kesiştiği kavşakta ruhunu şeytana sattığı efsanesini başlatacaktı.
Johnson bu söylentileri hiçbir zaman yalanlamadı, hatta ‘Crossroads Blues’, ‘Me And The Devil Blues’ ve ‘Hellhound On My Trail’ gibi parçalarında bu ününü daha da pekiştirdi. Bir yerde bu söylentiler onun itibarının ve gizemli karizmasının bir parçasıydı. Kendinden önceki dönemde Tommy Johnson’ın kendini “şeytanın damadı” olarak tanımlaması gibi, gerçek babasını aramaya Hazelhurst’e gittiğini ve Ike Zinnemann’dan gitar çalmayı öğrendiğini anlatmak yerine, böylesine doğaüstü bir öyküyü pompalamayı tercih ediyordu.
Robert Johnson, 1938 yılında öldüğünde arkasında 29 parça ve bunlara ait 42 kayıt bıraktı. John Hammond ve Alan Lomax Johnson kayıtlarını dinleyip onu bulmak üzere yola çıktılar ancak Hammond, Big Bill Broonzy; Lomax ise Muddy Waters ile yetinmek zorunda kaldı. Johnson, karısıyla ilişkiye girdiği kıskanç bir bar sahibinin verdiği zehirli içki sonrasında üç gün acı içinde kıvranarak ölmüştü. Lomax daha sonraki araştırmalarında Johnson’ın ölüm raporunu da buldu. Ancak burada ölüm sebebi olarak zatürreeye bağlı akciğer yetmezliği gösteriliyordu.
Ne olursa olsun, Robert Johnson kendinden sonra şehirlileşecek blues ile delta blues arasında köprü görevini gören en önemli müzisyenlerden biri oldu. Ritme ağırlık veren ve ‘yürüyen’ bas motiflerinin yanında, tiz tellerde vokale karşılık gelen melodilerle süslü tarzı, önce Chicago’daki müzisyenleri, daha sonra blues müziğini tüm dünyaya tanıtacak İngiliz müzisyenleri etkiledi. ‘Dust My Broom’, ‘Ramblin’ On My Mind’, ‘Kindhearted Woman Blues’, ‘Sweet Home Chicago’, ‘Terraplane Blues’, ‘Walkin’ Blues’, ‘Come On Into My Kitchen’ gibi parçaları, Elmore James’den başlayarak 1990’larda Keb’ Mo’ya kadar bütün blues müzisyenlerinin repertuarına girdi. Öyle ki, Eric Clapton 1965 yılında John Mayall And The Bluesbreakers grubuna ilk girdiğinde, Robert Johnson’ı tanımayan biriyle konuşmayı reddettiğini söylüyordu.

Clarksdale ve I-61 bir başka efsanenin de trajik ölümüyle anılıyor. 1920’lerin ‘blues imparatoriçesi’ olarak anılan Bessie Smith, Lionel Hampton’ın dayısı olan sevgilisi Richard Morgan ile 27 Eylül 1937 tarihinde, I-61 üzerinde bir trafik kazası geçirdi. Aynı gün prodüktör John Hammond, Smith’i 1933 yılından beri yapacağı ilk kayıt için götürmek üzere New York’dan Mississippi’ye doğru yola çıkmıştı. Kazada Smith’in sağ kolu paramparça olmuştu ve Smith kan kaybından öldü. Hammond’ın 1937 yılında yazdığı bir makale, Bessie’nin ölümüyle ilgili yeni bir tartışma yarattı. Hammond’ın iddiasına göre Bessie önce beyazlara ait bir hastaneye götürülmüş, ancak kabul edilmemişti. Bir siyah hastanesine varana kadar ise kan kaybından ölmüştü. Hammond sonraki dönemlerde bu iddiasının dedikoduya dayandığını kabul etti. Zaten görgü tanıkları ile yapılan röportajlar da gerçekte böyle bir olay olmadığını göstermişti.
Bessie Smith, arkasında 160 kayıt bıraktı. Louis Armstrong’la beraber icra ettiği ‘St. Louis Blues’, dönemin en iyi kayıtlarından biri olarak kabul ediliyor. En popüler olduğu dönem olan 1920’lerde, haftada 1500 dolar gibi çok yüksek ücretler alan Smith, ekonomik buhran ve değişen müzik zevklerine ayak uyduramaması nedeniyle 1930’larda çok ciddi alkol sorunlarıyla boğuştu. En sevilen parçalarından biri olan ‘Nobody Knows You When You’re Down And Out’, belki biraz da Smith’in kendi öyküsünü anlatıyordu.
“Bir zamanlar bir milyonerin hayatını yaşadım
Bütün paramı harcadım, umurumda değildi
Bütün arkadaşlarımı alıp gittim, iyi vakit geçirmek için
Kaçak viski, şampanya ve viski aldım
Sonra inişe geçtim
Bütün iyi arkadaşlarımı kaybettim, gidecek yerim yoktu
Elime bir daha bir dolar geçerse
Üzerindeki kartal sırıtana kadar sıkı sıkı tutacağım
Çünkü, kötü olunca seni kimse tanımıyor
Cebinde kuruş yok
Arkadaş dersen, onlar hiç yok…”
Chicago Durağı
1920’lerde başlayan göç, 1930’lardaki ekonomik buhran ve ardından gelen savaşla görülmemiş boyutlara ulaştı. I-61 ve Illinois Central demiryolu ile Mississippi’den Chicago’ya gelen zencilerin sayısı yüz binlerle ölçülüyordu. 1920’lerde pamuk tarlalarına dadanan ‘boll weevil’ adlı zararlı böcek, üst üste birkaç yıl hasadın çok kötü olmasına neden oldu. Bunun üzerine 1927’de Mississippi nehrinin taşması sonucu oluşan seller de üzerine gelince, yaşamını sadece ortakçı olarak pamuk tarımından kazanan zenci çiftçiler için fazla bir seçenek de kalmamıştı. Bu olayların tamamını Charley Patton’ın ‘Mississippi Bo Weavil’ ve ‘High Water Everywhere’ parçalarında bulmak mümkün…
Chicago’ya o dönemde gelenler arasında kimler yoktu ki… Big Bill Broonzy, Georgia Tom Dorsey, Tampa Red, Big Maceo Merriweather, Roosevelt Sykes, Leroy Carr, Scrapper Blackwell gibi isimler, ilk dönem şehirli blues müzisyenlerinden sadece bir kısmı… 1940’larda ise Muddy Waters, Sonny Boy Williamson I ve II (yani hem John Lee, hem de Rice Miller), Howlin’ Wolf olarak bilinen Chester Burnett, Jimmy Rogers, Little Walter, Memphis Slim, John Lee Hooker ve daha niceleri… Otobüsten iner inmez şehrin güney veya batı tarafında oturan akrabalarının yanına koşan, ne bulacağını bilmeyen tahta valizli insanlar… Gündüzleri en ağır işlerde çalışıp, akşamları kazandıkları üç kuruş parayla evlerine yemek götürmeye, kirayı denkleştirmeye çalışan insanlar… Bütün bunların yanında akşamları gitar veya armonika çalanlar…
Ekonomik buhranın en kötü dönemlerinde, iş bulmanın neredeyse imkânsız olduğu zamanlarda Chicago’da bir de ‘rent party’ adı verilen altın gününe benzer bir uygulama gelişmişti. Kirayı ödeme zamanı gelenler, komşu, arkadaş ve akrabalarını evlerine davet ederlerdi. Gelenler, gönüllerinden ne koparsa kirayı denkleştirene kadar ev sahibine para verirlerdi. Çoğu zaman bu partilerde boğaz tokluğuna çalışan müzisyenler de olurdu. Repertuarlarında sadece blues parçaları yoktu, dönemin bütün popüler parçalarını biliyorlardı. Ancak pamuk tarlalarında bütün hafta çalıştıktan sonra Cumartesi akşamları boş bir depodaki eğlencelerini hatırlamak isteyen Mississippi göçmenleri, blues çalındığı zaman sanki oradaymışçasına eğleniyorlardı. Dertler ertesi sabaha kadar bekleyebilirdi…
Çok küçük bir insan topluluğunun tarlalarda çalışırken başlattıkları bir müzik, bu yoldan, Interstate 61’den geçerek Chicago’ya geldi ve oradan tüm dünyaya yayıldı. (Bkz; Blues)
Güven İlter