25 Mayıs 2005
Sadi Öziş ile söyleşiden

İlhan Koman

akademide birlikte olduğumuz zamandan itibaren, uzun yıllar boyu, hayatımızın beraber geçtiği kardeşim, ortağım… Birlikte çalışmamızın bütün semerelerini, ortak yanlarımızı, bunları anlatmak istedim başlangıç olarak.

İlk başlangıç şöyle: 1947’de bir sınav açılıyor akademide, Avrupa’ya öğrenci gönderilmek üzere. Bu sınavı açan, fikir babası, daha doğrusu o zamanki Güzel Sanatlar Umum Müdürü, Ali Halil Vedat Fıratlı Bey. Fakat bunun bütçesini de zannedersem Devlet Operası’ndan karşılıyorlar. Dolayısıyla bir heykeltıraş, bir fresk için öğrenci, bir dekoratör, bir de kostüm ve sahne tasarımcısı seçilecek. Birincilikle mezun olan öğrenciler arasında yapılan bu sınav sonunda bizler de buna katılmış olduk ve İlhan Koman, ben Sadi Öziş, Eren ve Neşet Günal sınavı kazandık.

Yangınlar Yüzünden Gecikmeli Avrupa Tahsili

Bir şanssızlık eseri akademi o yıl yandı. Bizim sınav sona ermişti, bitmişti, sonuçlanmıştı, bütün zabıtlar, raporlar tutulmuştu ve öyle oturup kaldık “şimdi ne yapacağız?” diye.

İlhan Koman, Can Yücel, Şadi Çalık, Paris 1950.

Derken Ankara’ya gitmemiz icap etti, Maarif Vekili Şemsettin Sirer Bey bizi tekrar çağırdı, o da kendisine göre tanımak istedi herhâlde. En sonunda o sıralarda yine bir terslik oldu, zannedersem Milli Eğitim Bakanlığı da yandı. Bu yangınlardan sonra bir yıl gecikme ile Avrupa’ya gitmiş olduk. –

Avrupa’ya o yıllarda gidiş enteresan, bir tane İstanbul’dan kalkan vapur vardı, sallana sallana, Pire, Napoli, Marsilya, 5-6 günde gittik ama bizim için de çok enteresan tabii, yepyeni bir dünya, bugünkü gibi değil… Marsilya’da da zaten kalıyorsun bir kaç gün, ondan sonra trenle paldır küldür Paris’e vasıl olduk. O sırada ben, Neşet ve Refik Eren üçümüz gitmiş olduk, bizden bir vapur sonra, –işlerini tamamlayamamıştı demek ki– 15 gün sonra filan gelmiş oldu İlhan Paris’e. Bizden 6 ay önce Paris’e gitmiş olan Zühtü Müritoğlu karşıladı bizi, hemen eksik olmasın bizleri yerleştirme yoluna baktı. Tesadüfen otel de Montparnasse’da. Ben olur dedim, en üst katta ufak bir oda idi. Hepimiz bu şekilde yerleşmiş olduk. Paris hayatı orada başladı. İlhan geldi, bir taraftan dil dersleri için gidiyoruz oradaki okullara, bir taraftan da bize verilen program icabı ben, Neşet resim dersleri için başladık etütlere. Velhasıl böyle bir taraftan geçiyor, bir taraftan biz çalışıyoruz, fakat bir türlü adapte olamadık sanat yönünden, bize verilen program icabı gittiğimiz o ressam atölyelerinde, zira hangi çalışma mekânına giderseniz gidin, ancak kendi yaptıkları gibi yaparsan beğeniyorlar, eğer sen onların disiplinin dışına çıkarsan pek hoşlarına gitmiyor, o bakımdan bizim de hoşumuza gitmemeye başladı, biz de bıraktık, kendi kendimize çalışmaya başladık.

Türk olarak Modigliani’nin Atölyesinde çok az kişi vardı, değişik branşlardan gelen insanlar vardı, yıllar geçiyor bir taraftan, Sabahattin Eyuboğlu vardı, Cahit Irgat, Mübin Orhon… Mübin Orhon İstanbul’da ortaokuldan beri beraber olduğumuz, çok sevdiğim bir arkadaşım. O sırada Bedri Rahmi Eyüboğlu geldi, Ali Hadi Bara geldi, Zühtü Hoca bir atölyede kalıyor, sonra Nejat Devrim. Prens Nejat derdik biz ona… Tabii herkes atölye sahibi olmak için çok güçlükler çekiyor. Şans eseri Nejat’ın, Zühtü Müritoğlu’na bırakmış olduğu bir atölye vardı, o atölyede çalışıyordu, ki Zühtü Müritoğlu gidince o atölye sonra bana devroldu. Benim kaldığım o atölye Modigliani’nin atölyesiydi ki orada her şey olduğu gibi muhafaza edilir. Üst katımızda başka bir atölyede de bir zamanlar, bir süre Gauguin çalışıyormuş.

Bizim orası Montparnasse’ın en civcivli, sanatçıların olduğu bir yerdi. Orası çok meşhurdur, akademisi vardır, o sokakta benim oturduğum atölyenin yanı başında bir atölye daha bulundu ve bizim talebe müfettişimiz olan Ahmet Kutsi Tecer Bey, ki çok sanatsever, efendi, anlayışlı bir kişiydi; bize, Türk öğrencilerinin çalışmaları için –yalnız sanatla bizim gibi giden arkadaşlardan bahsediyorum– bir atölye kiraladı. O gravür atölyesiydi önceden ve İlhan oraya yerleşmiş oldu, çalışmalarını orada sürdürdü. Çünkü İlhan o sıralarda hem taş hem alçı üzerine çalışıyordu, alçı da pis bir malzemedir, her tarafı darmadağın eder, toz, duman, vs. evde falan çalışılacak nesne değildir. Heykel işi zaten çok güçlü, zor bir iştir. İlhan bir taraftan orada çalışırken bir taraftan da akademiye devam ediyordu, ben de aynı akademiye gittim bir ara. Orada o heykel bölümünde neler veriyorlarsa ben de tiyatro dekoru üzerine biraz etüt yaptım…

“Bu Çocuklar Bir Yıl Daha Kalsınlar”

Sonra yavaş yavaş yıl 1950-51 oldu, o sıradaki arkadaşlar artık herkes bir yere yerleşmiş, kendisini bulmuş vaziyette. Gel gör ki İlhan –ben bir ara Paris’ten ayrılmıştım; gidip geldiğimde– “evleneceğim” diye tutturdu. İyi hayırlısı olsun, vs. “Kiminle?” “Melda ile.” İstanbul’dan benim de tanıdığım, daha ben akademide öğrenci iken Melda da o sıralarda bizim akademinin yanında edebiyat fakültesinde. Oradaki yakın arkadaşlıklar, birbirlerini gidip görmeler vs… Ben de oradan tanıyordum. Melda bizden sonra geldiği sıralarda, yani 49 yılında zannedersem, geldi hemen beni buldu, dolayısıyla birbirimizi bulunca ben İlhan’la tanıştırdım, arkadaşlıklar böyle devam ediyor. Sonra bir kaynaşmadır oldu, meğerse onlar daha da iyi kaynaşmışlar, kararlarını vermişler, evlenecekler. “Hadi bakalım hayırlısı” dedik. Beni de aldılar, muamelesini yaptırmışlar, gittik, ben de kefilleri oldum konsoloslukta, evlendiler. İyi de, hükümetin ayırdığı bütçeye göre bizim Avrupa tahsilimizin süresi dolmuş oldu, fakat bize göre hiçbir zaman dolmuyor… Ne yapıp yapıp Kutsi Tecer Bey’e rica ettik. Zaten çalışmalarımızı yakından takip ediyordu, o da kanaat getirdi “bu çocuklar bir yıl daha kalsınlar” diye ve Ankara’ya yazılar yazıldı. Biz de bir taraftan bu konuda birilerinin Ankara’dan yardımcı olmalarını istemiştik. Nitekim oldu da, ama İlhan bir baktık bu defa “döneceğim” diyor. “Niye?”, “Benim hanım hamile!” “Haydi oğlum, yapma, etme…” Bunlar mecbur kaldılar Türkiye’ye dönmeye.

Paris’te At ve Köpek Yarışları

O aralarda biz de artık uçuk günlerimizi yaşıyoruz, öğrencilik günleri öylesine… Cebimizde birkaç para gördüğümüz zaman gidiyoruz yarışlara, hatta oynuyoruz; bizim attan filan anladığımız yok işin garibi oynadığımız zaman… Hiç unutmam Rita Hayworth’un bir atı vardı, onu gördük, atın adı Türk ismiydi. Dedik bu ata oynayalım. Rita Hayworth o sırada Ali Han’la evli, yine bizden yana; oynadık. İlhan, ben ve Mübin, üçümüz. At kazandı, kazanınca biz daha iyi para aldık, ben “artık oynanmaz, gidelim” dedim. Döndük, kahvemize geldik tekrar, mahallemize geldik.

Bir ara İngiltere’ye gitmiştim, orada beni köpek yarışlarına davet etmişlerdi. Hiç hayatımda görmediğim şey, gittim orada köpek yarışları çok enteresan geldi. Geldiğimde tabii bunlara anlatıyorum, “harika bir şey, köpekler koşuyor, bırakın şimdi atları” diyorum. Meğerse burada Paris’te bir yer var, orada köpek de yarıştırıyorlarmış, oraya da gidelim diyorum. Deme yahu! Ortada bir tavşan koşturuyorlar, arkadan harika tazı köpekleri hav hav tavşanın peşinde koşuyor, sonunda bir tanesi yakalıyor, zaten o tavşanı da parçalıyorlar. Biz gittik, attan anlamıyoruz, köpekten nereden anlayacağız? En uyuzunu yine bulduk ama yine kazandık!

Paris’te Ehliyetsiz Araba Maceraları

Velhasıl, öyle bir şey oldu ki bazen paralarımız gelmedi, sonra bazen birikmiş olarak geliyordu, artık nasıl geçiyordu bilmiyorum. İlhan’da bir miktar daha fazla para vardı, biz üçümüz kafaya koyduk bir tane eski bir araba alalım diye. Hurdaya çıkmamış da, ikinci, üçüncü el bir araba lazım. O tarihte, 1950’de o tip arabalar tarla gibi bir yerlerde gösteriliyor. Gittik bir araba bulduk, önden camı var şoförle arkada oturanlar arasında, bir de boynuz gibi şey, şoför oraya konuşuyor, sen de ona konuşuyorsun, sağa sap, sola sap gibilerden. Velhasıl bu araba fena değil, ama gıcır gıcır, çok büyük bir araba. Fakat bu araba meğerse 1 km yaptığı zaman bir araba parası kadar benzin yakıyormuş, ama biz nereye kadar gideceğiz ki zaten? İlhan arabaya bindi, biz aşağıda kaldık, bir de şoför var yanında satıcılardan, araba hareket etti, bir bomba gibi egzozdan paat küüt, öyle bir sesler geldi, yarabbi, dumanlar çıktı, İlhan farkında değil. Onlar şöyle bir döndüler geldiler, İlhan “nasıl buldunuz?” diye sordu. “Aman sakın ha, in, bir daha sakın binme, çünkü bu araba bomba!” Derken, çok enteresan, garajda uzun yıllar çalışmış birisinin arabasını bulduk, 1925 modeli mi ne, ilk Citroën’lerden… Arkada bir kişi oturuyor, önde de iki kişi oturuyor. Böyle bir acayip araba, çok da şık ve güzel. Önden de marş manivela ile çevriliyor. Velhasıl araba alındı, benim atölyenin kapısının önüne kondu. Uzaktan bakıyorum, arabayı siliyorum, gelgelelim Fransa’da bir âdet var, çift günlerde çift tarafta duruyor araba, tek günlerde tek tarafta duruyor. Benimki 8 numara olduğu için evin çift gününde benim araba duruyor, fakat tek günü oldu mu hemen karşı tarafa geçirmek lazım, çünkü ceza yazarlar. Biz karşı tarafa geçiriyoruz, çünkü araba benim atölyenin önünde. Ben yemekten kalkıyorum, sinemadan kalkıyorum… İlle kaçırmayayım da ceza yemeyeyim diye. Bir de arabada ışık yok, akü olmadığı için. Biz gittik bit pazarından eski faytonların gaz lambaları vardır, ama çok da güzel; onlardan aldık iki tane, gaz bulduk, akşam ben onları yakıyorum ışık olsun diye. Yine öbür tarafa geçiriyoruz. Ne olacak bizim hayatımız böyle yahu? Binemiyoruz, ehliyet yok çünkü. Bana ehliyet aldırmaya kalktılar, ben yazıldım okula, gittik… Orada okulda arabalarda iki tane direksiyon var, yan yana. Buradaki gibi tarlaya çıkıp da dolaşmıyorsun, doğrudan şehrin içine sokuyorlar. Onlar da tabii hemen ehliyeti vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar, bir daha git, bir daha git… Para, öde, öde, öde; ben bir türlü ehliyet alamıyorum. O işi de bıraktık yarıda.

İlhan Koman’ın Türkiye’ye Dönüşü

Oğuz diye bir arkadaşımız var, şimdi hâlâ Paris’te yaşıyor, mimardır, yegâne ehliyetli arkadaşımızdı da o. O da öyle güzel bir çocuktur, öyle bir cinstir ki, zaten maceraperest… “İstanbul’a gideceğiz, var mısın Oğuz?” diyorlar, “Tamam ben götürürüm sizi” diyor. Bunlar o arabaya atlıyorlar; Melda, İlhan, eşyalar; ver elini İstanbul yolunu tutuyorlar. Fakat Melda hamile olduğu için bir yerde artık dayanamıyor zannedersem, bunlar Melda’yı bırakıyorlar bir yerde, trene bindiriyorlar. Ve ikisi geliyorlar tıpış tıpış Edirne gümrüğüne. Oğuz Edirne’den geri dönüyor, nasıl dönüyorsa; İlhan da içeri giriyor. O araba da gümrükte kaldı o gün bugün. İşte İlhan’ın Türkiye’ye dönüşü de böyle…

Ben demek ki daha bir yıl daha kalmış oluyorum, Paris’teyim… Benim de bir yıldan sonra dönmem icap etti ve döndüm. Pek niyetim de yoktu aslında, ama mecbur kaldık; annem geldi beni aldı getirdi İstanbul’a. Geldiğimde bir baktım, onca yıl ayrılmışız… Hemen İlhan karşıladı beni, konuştuk… Burada şimdi dert başladı, Ankara’ya gideceğim, tayinim meselesi var, acaba Ankara’da Devlet Tiyatrosu’na mı gireceğim, yoksa benim Ankara ile hiçbir ilişkim yok, ilgim yok, tanıdığım yok. Tabii ben istiyorum Akademi’ye tekrar gireyim; en sonunda benim Akademi’ye tayinim çıktı, oraya aldılar. O zaman Zühtü Hoca’nın bana bırakmış olduğu bir ders vardı, tiyatro bölümü daha yoktu o sıralarda. Stil ve kostüm tarihi diye bana yüklenen bir görevi de Paris’te yerine getirdim, o dersi vermeye başladım. Ama geçim sıkıntısı…

Anıtkabir Heykelleri Yarışması

Bir de baktım o sırada büyük bir yarışma açılıyor, Anıtkabir heykellerinin yarışması. Giriş kapısının iki tarafında, merdivenin rölyefleri vardır, bir tanesini İlhan kazanıyor, bir tanesi de Zühtü Müritoğlu Hoca kazanıyor.

İlhan Koman ve Şadi Çalık, Anıtkabir heykel ve rölyef çalışmaları sırasında, 1952.

Bu yarışmanın bu sefer 1/1 yapımı söz konusu. Beni de hemen o sırada dâhil ettiler bu çalışmaların içine, bize bir yer verdiler; Süleymaniye’nin aşhanesi… Şadi Çalık, ben, Zühtü Müritoğlu aylarca her gün oraya taşındık. Ayrıca Hadi Bara bize 1/1’lerin ufak eskizlerini yetiştiriyordu. Orada bir grup arkadaş Anıtkabir’in heykelleri için çalışıyordu, hatta Hüseyin Anka da ayrıca başka bir heykel yapıyordu. Bir de Yavuz Görey, Hakkı Atamutlu da şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısındaki Atatürk ve yanında gençlik olan heykeli yapıyorlardı. Orada biz çalışmaya başladık. Ama bitmek bilmeyen çok ağır bir işti, tonlarca alçı harcadık. Bu 1/1’leri yaptıktan sonra onlar Ankara’ya gönderildi taşa geçirmek için, alçı olan o modelleri taşa da İtalyanlar geçirmiş oldu, çünkü onlar pnömatikle çalışıyorlardı. Velhasıl İlhan’la ilk çalışmalarımız böyle başlamış oldu Türkiye’de.

Akademide Demir Atölyesi

Akademi açıldı, ders vermek için devamlı Akademi’de bulunuyoruz, fakat biz bir türlü yerimizde duramıyoruz. İşler biraz yavaşladı. Akademi’nin müdürü, çok efendi bir heykeltıraş ve hoca, hepimizin hocası olan Nejat Sirel teşvik etti, Akademi’de demir atölyesi kurulmuş oldu. Bir sürü aletler alındı. Ben de duramıyorum, benim aklım fikrim resim, heykel… Enteresandır, bu sefer mobilya kreasyonları yapmaya başladık. İlk metal mobilya üretimine orada kendi kendimize başladık. Tam bilemiyoruz da, kuma oturtuyoruz, kumdan kalıp alıyoruz, tekrardan metal tellerle büküyoruz, vs. Baktık bir kaç tane gayet hoş, herkesin beğendiği model çıktı. Moderno diye Hilton Oteli’nin karşısında Türkiye’de ilk mobilya ve dekorasyon mağazası vardı.

İlhan Koman, 1921-1986.

Çok ileri görüşlü kişilerdi oranın sahipleri; biri mimar, biri bizim büyüğümüz, abimiz, bir de Baki Aktar diye bizim devremizden akademiden bir mimar arkadaş. Bizi hemen aldılar, bağırlarına bastılar, hemen imkânlar tanıdılar, “siz bize üretin, yapın, biz hemen burada bunlara başlayalım, satarız” dediler.

Mobilya Tasarımı

Yeni bir hayat başladı. Evvela Melda Kaptana’nın kardeşi Affan Kaptana önayak oldu, bize bir ufak atölye açtı. O sırada Kilyos’ta bir çok şeyler oluyor, mimari tesisler yapılıyor; yapan da Sedad Hakkı Eldem, o da bizim yaptıklarımızı çok beğeniyor. Hemen orada yaptığımız iskemlelerden, nesnelerden ısmarlanmaya başladı. Ama işler büyüdü; bir tane, iki tane değil “100 tane bundan, 50 tane şundan” olunca iş şapa oturdu. Biz nasıl yapacağız bu işi? Biz bir tane yapıyoruz işte hepi topu. Velhasıl o da olmadı. Affan kendisi “ben ayrı çalışayım” dedi, bizi bıraktı. Bu sefer Moderno ile beraber bizim için bir atölye kurmağa çalıştılar, yaptılar da. O da pek fazla yürümedi, çünkü hep biz çalışıyoruz, başkaları parayı topluyor. Bize gelince bakıyoruz yavaş yavaş paranın kısıtlaması bizde kalıyor.

Sonra çok eski bir arkadaşımız Mazhar Süleymangil isminde bir bey, fabrikatör, bizi çok seviyor ve bize “siz bir yer bulun, kaç para istiyorsanız, kaç para lazımsa ben size veriyorum, siz bir atölye kurun, madem ki böyle işler yapıyorsunuz” dedi. O atölye artık bizim hem heykel, hem diğer çalışmalarımızı, imkânlarımızı sağlayan bir mekân olmuş oluyor, hem de mobilya filan üretiyoruz, ki mobilyalar çok geçer akçe. Velhasıl Kare Metal isminde bir atölye bulundu Şişli’de, ama biz dedik ki “Şadi var, onu da alalım”. Şadi Çalık da bize iştirak etti, üçümüz başladık orada harıl harıl çalışıp mobilya yapmaya. Ustalar yetiştirdik, onlar üretiyor, kalıplar yapılıyor, vs. Derken yıl 1958 oldu. O sıralarda da Brüksel Türk pavyonunun yapılması için mimar arkadaşlar hemen önayak oldular. Pavyonun önüne bir heykel dikilmesi istenmiş, İlhan’dan rica ettiler. İlhan o pilonun modelini yaptı, beğenildi, İlhan kalktı gitti Brüksel’e pilon yapmağa.

Koman’ın İsveç’teki ‘Tekne Ev’i

İlhan’ın ondan sonra Türkiye’deki çalışmalarının, bütün işlerinin artık sonu gelmiş oldu. Sonradan bir ara İstanbul’a geldi, ben Hadi Bara ile Brüksel’e gittim, İlhan’la birlikte olduk, Paris’te buluştuk tekrar. İlhan’ın o arada başından ufak maceralar geçti hanımlarla ilgili, Nil Yalter diye bir hanımla nişanlanır gibi oldu, sonra bıraktı. Velhasıl İstanbul’a tekrar giderken, benim askerlikten Yusuf isminde bir arkadaşım vardı, onun karısı İsveçliydi, onunla aynı uçakta birlikte beraber gittiler, İsveç’te yerleşip kaldı. Orada mimarlığını devam ettiriyordu, bürosu vardı, İlhan’la o şekilde tanışıp İsveç’te de artık kendi başına yavaş yavaş bir boyut edindi. Orada mimarları tanıdı; Ralph Erskine isminde büyük, dünya çapında bir mimarla tanıştı, onunla birlikte çalıştı. O sırada yer-mekân meselesi çok mühim İsveç’te de tabii, fakat her şey bir şans, bir tesadüfler silsilesi… Ralph Erskine ahşap bir tekne almış, bürosunu o teknenin üzerinde yapmış. Tekne dediğin zaman, eskiden Manş denizinde nakliye tekneleri olarak kullanılmış, muazzam, 30-40 metre büyüklüğünde… İlhan da kendisine bir tekne satın almış, yanyana bunlar İsveç kraliyet ailesinin fiyordlarında, onlara ait bir kanalda yer verilmiş, yerleşmişler. O artık dilediği, istediği her şeyi orada bulmuş.

Hep Zorlu, Güçlü İşler Yapan Heykeltıraş

Nitekim de ben de karımla beraber 1967’de gibi araba ile İsveç’e gittik, Paris’ten; ve İlhan’a da gittik, elimizle koymuş bulduk, o teknede kaldık. Ki tekne artık bir apartman dairesi falan olmuş; zira elektrik var, telefon var, kalorifer var, yok yok. Su var, herşey var, bütün bağlantılar dışarıdan yapılmış. İlhan da tekneyi bağladığı yerin hemen karşısında bir kayalığın içini oymuş, orasını atölye yapmış. Zaten teknenin içi de atölye, teknede o güzel İlhan’ın bütün arkadaşları. Ben de oraya gidince artık herkes başladı oraya gelmeğe. Güneş Karabuda diye bir film ve fotoğraf sanatçısı vardı, Lütfü Özkök diye bir arkadaş var o da oraya yerleşmiş, hâlâ oradalar onlar.

Sonsuzluğa…, 310 x 125 x 125 cm, alüminyum; 80’ler, Stockholm.

Velhasıl İlhan zaten öyle bir tip ki, açık gönüllü, her şeyi ortada, fikri de ortada, maddi, manevi herkese sarılan, candan bir kişiliği olan arkadaş. Ama İlhan hiç durmadan çalışan, kendisini bir manada –bana sorarsan– harcayan biri insandı. Öyle bir harcamak ki, kendisini yıpratmadan duramaz, tabiatı icabı tuhaftır, ille güçlü işler peşinde koşar. Nitekim ondan sonraki bütün hayatında yaptığı işler İsveç’te kalan işler. Buradaki sergilerde gördüğümüz işler, hepsi en sonunda Ali Neyzi’nin yine gidip orada görüp de ısmarladığı işler. Sonra burada Akdeniz ismiyle anılan bu sigorta şirketinin önünde bulunan heykel… Bunların hepsi çok zorlu, güçlü işlerdir; çünkü bunlar hep demir kaynaklı, demirin oksijenle kesilerek yapıldığı işlerdir. Demir dediğim zaman sac, en az 3-4 santim kalınlığında. Hatta burada Türkiye’de bunları kesme imkânı da yoktu, öyle zannediyorum ki, İsveç’ten özel olarak makine getirildi buraya bu Halk Sigorta şirketi heykelinin demir kısmının kesilmesi için. Çok ağır işler. Onları yapan güzel nuru şad olsun, kendisini yitiren bir arkadaşımız.

Sadi Öziş ile söyleşiden

Pr; Açık Dergi 

Yt; 25 Mayıs 2005.

Paylaş:

Önceki Yazı

İlhan Güngören

Ahmet Güngören
Ömer Madra arayıp da Açık Kitap için hakkında bir yazı yazmamı isteyinceye kadar, babamın Açık Radyo’da program yapmış olduğu tamamen…
Devamını Oku

Sonraki Yazı

İncirlik

Ali Bilge ile söyleşiden
2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika ile Türkiye arasında yakınlaşma bir imza ile  başladı. 12 Temmuz 1947’de, Truman doktrini çerçevesinde Türkiye…
Devamını Oku

İlgili İçerikler

Selahattin Pınar

İncila Bertuğ
“Kırk yıla yakın bir zamandan beri İstanbul’un havasında bir Selahattin Pınar musikisi dolaşır.” Ölümünden bir yıl sonra gazeteci, şair Baki…
Devamını Oku

Jediizm

Açık Dergi
George Lucas California’lı, kırtasiye dükkânı sahibi bir ailenin üç çocuğundan biriydi. Araba yarışlarına çok meraklıydı ama lise sonda geçirdiği bir…
Devamını Oku

Buz gibi

Mark Serreze
  “Eğer birkaç yıl önce sorsaydınız, Arktik’te tüm buzun 2100’te, hadi bilemediniz 2070’de biteceğini söylerdim size. Ancak, artık 2030 tarihinin…
Devamını Oku