Irkçılık aslında hiçbir zaman tek başına anlam ifade etmiyor, etkisi de olmuyor. Ancak milliyetçilik, halkçılık, etnik ve cinsiyet ayrımcılığı gibi başka kavramlarla eklemlendiğinde beraber bir zincir oluşturuyorlar ve böylelikle etkilerini gösteriyorlar. Bir süredir, –aslında uzun süredir– ırkçılığın yükseldiğinden söz ediliyor, ama ırkçılık hep oradaydı. Batı Avrupa’da, Batı’nın dünyasında ırkçılık hep vardı. Şimdi ise hiç oradan gitmediğini, basit bir önyargı olmadığını, uzak, geçmişe ait duygulardan ibaret olmadığını gösteriyor bizlere. Ama ırkçılığın değişen bir çehresi de var tabii. Radikal sağ partilerden söz ediyoruz. Bunların siyasi söylemine girmiş bir ırkçılık var ve bu partiler de oy alıyorlar. Hatta yüzde on’ları geçiyorlar, koalisyon ortakları bile olabiliyorlar.
Ama ırkçılık sadece bu partilerden ibaret değil, yani sadece radikal sağdaki bu popülist söylemleri kullanan partiler değil; birçok merkez partilerde de var; hatta merkez sol partilerde de var ırkçılık! Genellikle de kendisini göçmen ve yabancı fobisi olarak gösteren bir ırkçılık var. (Bkz; Göç) Siyasi söylemin ötesinde, ırkçılığın tekrar kurumlaşmasından, yasalara girmesinden söz edilebilir. Örneğin, yabancılara karşı alınan önlemler çerçevesinde bir ırkçılık söz konusu.
Yeni Irkçılık Kuramları: Irktan Söz Etmeyen Irkçılık
Yeni ırkçılığın yeni kuramlara ihtiyacı var. Bugün yapılan bir ırkçılık kuramı, geçmiştekinden biraz farklı. Biyolojik farklılıklardan söz etmiyor bize. Daha doğrusu ırktan söz etmiyor, ırktan söz etmeden bir ırkçılık yapılıyor. Irkçılık teorilerinin bir ortak yönü var; eski ya da yeni, geçmişe ait ya da bugünkü ırkçılık teorileri; bunların hepsi de çok basit teoriler. İşte burada popülizm devreye giriyor; yani halkın kolayca anlayabileceği şeyler. Seçkinci entelektüeller tarafından dile getirilen ırkçı öğretiler, ırkçı kuramlar belki de ilk kez, o her zaman var olagelmiş olan entelektüellerle halk arasındaki mesafeyi kapatıyor. Biraz yarı bilim, sahte bilim, demagoji, mit ve folklordan oluşan bir şey; ama halkın çok kolay anlayabileceği bir şey.
Farklı Kültür: “Farkçılık Irkçılığı”
Yeni ırk teorilerinde biyolojik farklılıklar yok, sadece kültürler var; ama bu kültürler arasında da aşılmaz uzaklıklar var, yani farklı kültürler var, farklı yaşam tarzları var ve ilk bakışta bu çok liberalmiş gibi görülüyor. Yani ‘senin yaşam tarzına ben saygı gösteririm, kültürüne saygı gösteririm ama sakın bana fazla yaklaşma, aradaki bu mesafeyi kapatmaya çalışırsan sana tepki de gösteririm.’ Bu çok Huntigton’ın dile getirdiği medeniyetler arası çatışmadan da farklı bir şey, yeni ırkçılık teorisi bu. Buna ‘farklı kültür’, ‘farkçılık’ ırkçılığı da diyebiliyoruz. Étienne Balibar’ın deyişiyle ‘meta ırkçılık’ da diyebiliyoruz. Ama çok liberalmiş gibi görünen, kültürel hiyerarşileri ortadan kaldırmış gibi, bunları tanımıyormuş gibi görünen, ama araya da aşılmaz duvarlar koyan ve insanların belli bir kültüre aidiyetlerini hiç değişmezmiş, sabitmiş gibi kabul eden, bu sınırları çok kalın hatlarla çizen bir ırkçılık söz konusu burada. İşte böyle bu yeni kurama dayanarak yabancılara, göçmenlere karşı olan yasalar getirilebiliyor.

Burada göçmen fobisini işleyerek oluşturulan yeni bir kuramdan söz edebiliriz. Étienne Balibar bunun eski ırkçılık teorilerinden farklı olmakla beraber çok da eski olmadığını dile getiriyor. Şimdilerde radikal sağın en açık biçimde dile getirdiği ırkçılık söz konusu olan. Çok daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, antisemitizmin de böyle bir şey olduğunu, kültür farklılığına dayanan bir ırkçılık olduğunu söylüyor.
Balibar: Arap Fobisi = Eski Antisemitizm
Bazen alçak bir dalga, bazen yükselen bir dalga, bazen gizli, bazen açıkta, bazen doğrudan, dolaylı; ama yeni ırkçılık teorileri, kaba, kolonyal dönemin teorilerinden farklı. Artık biyolojik soya çekim ya da genetik üzerinde temellenmeyen teoriler bunlar; tamamen kültürel farklılıklar üzerinden yürütülen, onun üzerine kurulmuş teoriler… ‘Kültürümüz ve geleneğimiz farklı’, ‘Avrupalılar ve Batılılar ya da Batılı olmayan insanlar’… Avrupa kültürünün, Avrupa’nın melezleşmesine karşı büyük bir tepkisi var, ona dayanan bir ırkçılık yoğun biçimde yaşanıyor. Balibar Fransa’daki Arap fobisinin de, geçmişte Fransa’da yaşanan antisemitizmle bir paralellik taşıdığını söylüyor. Günümüzde Kuzey Afrikalılara karşı duyulan ırkçılığın antisemitizme çok benzediğini, daha doğrusu onun uzantısı olduğunu söylüyor.
Irkçılığın teorileri değişiyorsa da, gene de değişmeyen bir şeyler kalıyor; yani beyaz adam üstünlüğünü her halükârda dile getirmiş oluyor. Irkçılık toplumun hangi kesimlerinde kabul görüyor dersek; hiçbir kesim ırkçılıktan muaf değil. Sınıflar arasında, toplumun çeşitli kesimleri arasında bir suç ortaklığı var bu konuda. Bu da ırkçılığın basit bir önyargı olmadığını, toplumun bütün dokularına yerleşmiş olduğunu söylüyor.
İşçi Sınıfının Bilinçaltına İşleyen Irkçılık
Refah devletinin çözülmesi, işçi sınıfının tekrar yoksullaşma tehlikesiyle yüz yüze gelmesi, yeniden proleterleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalması, işini elinden kapma olasılığı bulunan Kuzey Afrikalılara, daha ucuza aynı işi görmesi söz konusu olan Kuzey Afrikalılara karşı bir düşmanlık doğurabiliyor. Radikal sağ partilerin, genellikle küçük mülk sahibi sınıflardan, küçük burjuvaziden oy aldıkları söyleniyor. Hayır, değil, tam aksine, işçi sınıfından da geniş ölçüde oy alıyorlar. Bu da ırkçılığın ne kadar derine kök salmış olduğunu gösteriyor bize. Demek ki ırkçılık, işçi sınıfının ortak bilinçaltına ya da bilincine işlemiş burada. Demek ki, işini kaybetme tehlikesi söz konusu olduğunda herkes ırkçı olabiliyor. Bu, onca mücadeleye karşı Batı’daki işçi sınıfının ırkçılıktan vazgeçmemiş olduğunu gösteriyor bize. Irkçılığı bir kez yerleştirmek çok kolay. Yarı, sahte bilimsel, demagojiye dayalı kuramlarla ve halkın çok anlayabileceği popülist bir söylemle ırkçılığı yaymak çok kolay; ama toplumlara bir kez yerleştikten sonra söküp atmak çok zor.
1945’ten sonra işçi sınıfının, çalışan kitlelerin, toplumdaki yaşam seviyeleri yükseldi. 1980’lerde ise refah devletinin çözülmesiyle birlikte, yeniden yoksullaşma tehlikesi ortaya çıktı. Eğer işçi sınıfı bilinçliyse, göçmenlerle, yoksul göçmenlerle dayanışma içerisinde bulunması gerekir. İşini kaybetmesinin, yoksullaşmasının nedeni onlar değil ki. Demek ki işçi sınıfı, bunca mücadeleye rağmen böyle bir sınıf bilincini edinmemiş. En büyük ırkçılık, işçi sınıfından, çalışan kesimlerden geliyor. Yeniden yoksullaşma tehlikesi karşısında, Fransa’da olsun, İngiltere’de olsun, Almanya’da olsun, nerede olursa olsun, ilk saldırdıkları şey göçmenler.

Irkçılık işçi sınıfının kolektif bilincine işlemiş. Bu şekilde toplumun içersine kök salmış olması çok vahim bir durum. Bu teorileri dile getiren ve kolayca benimseyenler ise seçkin elitler oluyor.
Irkçılığa Karşı Kozmopolitlik
Tarihsel kültürlere ve bu kültürlere aidiyetler temeline dayanan ırkçılık son derece tehlikeli aslında. Kaba bir ırkçılık değil, daha sinsi bir ırkçılık; ama sonuç olarak da özünde kozmopolitliğe karşı bir şey. Yani farklı kültürlerin bir arada yaşamasını, birbirleriyle kaynaşmasını, dolayısıyla farklı kültürlerden gelen insanların bir arada bulunmalarını, yaşayabilme olasılıklarını kabul etmeyen bir ırkçılık. Ama dünyada yeni bir kültür yaratılacaksa, bu kültür mutlaka o kozmopolitlikten şekillenecek bir kültürdür. Şirketlerin dayattığı küreselleşmenin dışında başka bir alternatif küreselleşmeden de söz ediyoruz burada. Kozmopolitlik, alternatif küreselleşmenin olmazsa olmazı, kurucu öğesi. Emperyal dönemdeki, neokolonyal dönemdeki açık ırkçılık teorilerinin ya da bugünkü meta ırkçılığın da en karşı olduğu şey kozmopolitlik.
Milliyetçilikle Irkçılığın İzdivacı
Neoliberallerin savundukları anlamda küreselleşme yırtıcı bir küreselleşme. Neoliberal olmayanların da, liberallerin de milliyetçiliği savunmanın çok tehlikeli olmayacağına dair düşünceleri var. Thatcher’cı anlayışın ‘think thank’lerinden birinde, Adam Smith Enstitüsü’nde yer alan John Gray, yolunu değiştirip işçi partisini desteklemişti; ama daha sonra liberal gelenekle milliyetçiliğin uzlaşabileceğini söyler oldu. Gerçi farklı kültürlerden değil, milliyetçilikten söz ediyordu, ama bunlar çoğu kez birbirlerine eklemleniyorlar aslında. Balibar’ın en önemli vurgularından bir tanesi de budur zaten: “Milliyetçilikle ırkçılık arasında çok uzun bir mesafe yok, aşılmaz bir mesafe yok” der, birbirlerine eklenebilirler; hatta “ezilen ulus milliyetçiliği ile ezen ulus, sömürgeci milliyetçilik arasında da pek mesafe yoktur, birbirlerine dönüşebilirler” der Balibar ve çok da haklıdır. John Gray’in savunduğu, “biraz milliyetçilikten zarar gelmez, liberallikle uzlaşabilir” fikri de son derece tehlikeli bir duruşun ifadesi. John Gray’in öngördüğü, “zararsızdır” dediği şey aslında alternatif küreselleşmenin olmazsa olmazı kozmopolitliğe karşı, onu zehirleyen bir şey; içine milliyetçilik girmiş liberalizm bu. Zaten, milliyetçilik nerede bitiyor, ırkçılık nerede başlıyor bunu kestirmenin imkânı yok. Albert Einstein, “İnsanlığın en büyük problemi milliyetçiliktir, milliyetçilik insanlığın çocukluk hastalığıdır, kızamıkçığıdır.” diyordu. Önemli bir adamın, insanı ‘bu hastalık en büyük felaketi de getirebilir’ diye üzerinde bir hayli düşündüren, önemli bir sözü bu.
Irkçılık günümüzde çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkıyor. Şimdi ırkçı diyebileceğimiz yeni yasalar kabul etmelerine rağmen günümüzün devletlerine ırkçı devlet diyemeyiz. Örneğin Fransa’daki yeni yasalar, ırkçı sayılabilir. Vichy döneminin yasalarına benzemiyorlar, ama ırkçılar! Ulusları temizlemeyi ve böylelikle de bir nihai çözüm önermeyi seçmiyorlarmış gibi görünüyor, ama seçebiliyorlar da. Yugoslavya’da olduğu gibi… Orada ırkçılık, bir etnik ayrımcılık şeklinde çıkmıştı ve soykırıma kadar giden, uzanan bir yol kat etmişti. Amerika’da bu soruna değinen bazı Afro-Amerikan akademisyenler var. Lewis Gordon da, siyah olmamakla birlikte bu ırkçı teorilere çok önemli katkısı bulunan David Theo Goldberg de ırkçı bir devletten söz ediyorlar, daha farklı bir bakışları var. Avrupa’daki durumda ırkçı bir devlet söz konusu değil belki. Ama devletin ırkçı olmaması, ırkçılığın daha az tehlikeli olduğu anlamına da gelmiyor.
Étienne Balibar, ırkçı geleneğin Avrupa’nın çeşitli yörelerinde, çeşitli devletlerde farklı biçimler aldığını söylüyor. Bu anlamda bir Fransız ideolojisinden söz ediyor. Fransa’nın insan türünü evrensel olarak eğitme misyonunu üstlenmiş olmasını da bir tür ırkçılık olarak kabul ediyor. Asimile etmek, onları kendi kültürlerinin içerisinde eritmek, asimile etmediklerini, asimilasyona direnenleri de dışlamak şeklinde…
Milliyetçilik ve ırkçılık elbette birbirlerini çoğu kez tamamlıyorlar. Birbirlerine ne kadar açık bir şekilde muhtaç olduklarını görebilmek için ABD örneğine bakmak gerekiyor. Burada sistematik ırkçılıkla Amerika’nın emperyalist politikaları, emperyal politikaları arasında kopmaz bir bağ var. İçte ve dışta birbirlerini tamamlayan iki politika olarak yürüyorlar. Geçmişte de İngilizlerin jingolizmi ve ırkçılık birbirlerini mükemmel bir şekilde tamamlamışlardı.
Eski Sömürgeye Yeni Irkçılık
Balibar “Ulusal kurtuluş savaşı veren bir ulus devlette dahi, verili etnik temel yoktur. Halk, etnik ulus; bunlar kurgudur, daha sonradan oluşturulur. Saf, doğal bir şey yoktur varlık olarak orada, bir ulus yoktur” diyor. Bu sadece sömürgeci uluslar, ulus devletler için değil, sömürge sonrası bağımsızlığını kazanmış olan ulus devletler açısından da geçerli. Oysa dünün ezilen uluslarıydı bunlar ve karşı koydukları ırkçılığı uygular oldular. İnsanların, toplumun, ulus dediğimiz toplumun, kendisini bir toplum olarak değil de, bir devletle bütünleşmiş, özdeşleşmiş olarak görmesi için bu iki kavramın bir araya gelmesi ve onların, bu iki kavramla örtüşmüş, iç içe geçmiş olarak o kimliği benimsemeleri gerekiyor. Dolayısıyla, dünün ulusal sömürgeci ulusları açısından da pek fark etmiyor bu kavramlar. Cezayir örneğinde de gördüğümüz gibi gene milliyetçilik ve ırkçılık iç içe geçiyor. Ulusal kurtuluş savaşı vermiş olan Cezayirlilerin daha sonra Berberileri Araplaştırmaya çalışmaları, onları asimile etmeyi de bir ulusal sorun saymaları gibi. Örneğin İsrail’de, kendisi zaten en büyük ırkçılığın kurbanı olmuş olan, tarihteki belki en büyük –belki değil şüphesiz– ırkçılık kurbanı olmuş olan bir toplumun şimdi bayağı net olarak ırkçılık tezahürü göstermesi söz konusu. İsrail’in Araplara, Filistinlilere uyguladığı da yaptığı da antisemitizm tarzında bir ırkçılık. İsrail Filistinlilere ve Araplara, Yahudilerin bir zamanlar muhatap olduğu, ve halen de muhatap olmaya devam ettiği ırkçılığın aynını yansıtıyor.
Irkçılıkta hem bir aşağılama var, bir de yüceltme var. İnsanlar kendilerini yüceltirken, bazılarını da aşağılıyorlar. Irkçılık kuramlarının en önemli kurucularından biri Avrupalı beyaz insan. Hatta beyaz insan da değil, ‘beyaz adam’. Burada da ırkçılıkla cinsiyetçiliğin de birbirine çok yakın, iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Bir yanda düzeltme ve estetize etme, daha doğrusu toplumsal ilişkinin estetize edilmesi de ırkçılığın zeminini oluşturan bir unsur. Irkçılıkla cinsiyetçilik el ele giderken, ulus devletlerin inşasında da devlet eril bir güç olarak ortaya çıkıyor, bir erkek gücü, bir baba olarak ortaya çıkıyor.
‘Hayali etnik’ bir ulusun, bir kurgu, bir inşa olduğunu, bir hayali cemaat olduğunu söylüyor Etienne Balibar ve bu çok doğru. Yani ulus devletlerin kurulma süreçlerinde, sınıfsal bölünmelerin üstünde bir hayali cemaat inşa ediliyor insanların akıllarında.

Ulus devletin kurulma süreci de dahil olmak üzere verili doğal bir varlığı, etnik bir temeli yok; ama bu oluşturuluyor, kazandırılıyor zaman içerisinde. Balibar denemelerinde de hiçbir ulusun gerçekte etnik bir temele sahip olmadığı tezini savunuyor, sadece bir kurgu olarak vardır, diyor.
Étienne Balibar’ın meta ırkçılık kuramından çok etkilenmiş olan bir Sloven radikal entelektüel grup var; Žižek ve arkadaşları. Balibar’la ortak noktaları şu; ulusun bir kurgu olduğunu, hayalî bir cemaat olduğunu söylüyorlar; ama bunu açıklarken Lacan’cı anlamda da ‘gerçek’ sözcüğünden bahsediyorlar. Lacan’ın çok müphem ve tartışılan ‘gerçek’ kavramına göre, bilemediğimiz, varlığından hiçbir zaman emin olmadığımız ama beri yandan da çok paradoksal bir şekilde varlığını hiçbir zaman sorgulamadığımız bir şeydir gerçek. Ulus da böyle. Ulus devletlerin temelinde gerçekten böyle ulus diye bir şey var mı? Hiç sorgulanmayan bir şeydir bu. Böylece varmış gibi kabul ediliyor. Slovenya’daki entelektüel grup, soykırımı yaşamış olan bu insanlar, bunu takviye etmek için Lacan’ın kavramlarından da yola çıkıyorlar. Lacan’ın kavramlarını alırken, sosyalist devlet içerisinde, ona karşı gelişen ulusçu muhalefetlerde de farklı olmayı amaçladıklarını ve Avrupa’daki, Batı Avrupa’daki yeni toplumsal hareketlerle de bir ortak zeminde buluşmak istediklerini söylüyorlar. Etnik ayrımcılığa ve ona bağlı olarak gelişen o dehşet verici soykırıma bir açıklama getirmeye çalışıyorlar.
Milliyetçilik, Irkçılık, Cinsiyetçilik…
Eski sosyalist devletin içerisinde hiçbir zaman kadına eğitim fırsatı verilmediğini, eşit işe eşit ücret ödemekle bu ayrımcılığın göz ardı edildiğini, eşitliğin sadece bunlardan ibaretmiş gibi kabul edildiğini söylüyorlar. Ayrımcılığın da cinsiyetçiliğin de her zaman orada olduğunu; çünkü sosyalist devletin de ataerkil temelli olduğunu söylüyorlar. Ulus devletlerde, ulus devletin kuruluşunda da devletin cinsiyetinin varlığı söz konusu. Devlet, baba ya da erkek, eril bir güç; kadın da ulusun çoğalmasını sağlayan bir anne, her kadın bir anne olarak görülüyor.
Sloven okulunun, milliyetçiliği ve ırkçılığı Lacan’cı kavramlarla açıklamaya çalışmalarının nedeni, biraz da post-sosyalist toplumlardaki ulusalcı muhalefetten kendini ayırma kaygısından kaynaklanıyor. Bir de tabii onların çok önemli bir katkıları daha var bu teoriye; Lacan’cı anlayış devlet iktidarının cinsiyetlendirilmesini açıklamada son derece faydalı oluyor. Devletin, ulus ve cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin de birer inşa olduğunu ve bunların da iç içe geçtiğini söylüyorlar. Ulus devletlerin özellikle inşa sürelerinde bu devletin erilleştirilmesi, beri yandan da kadına bir anne rolünün benimsetilmesi, dayatılması ulus devletlerin inşası bakımından çok önemli.
Aslında sosyalizmin çökmesinden sonra, milliyetçiliğin, etnik ayrımcılığın birden yükselmesi oldukça ilginç. Demek ki Sosyalizmin altında da vardı bunlar. Yani, o Sloven okulunun da dile getirdiği gibi, örneğin Yugoslavya’da, devlet sosyalizmi altında cinsiyetçilik beslenmişti, etnik ayrımcılık vardı. Sosyalizmin çökmesiyle ortaya çıkmadı bunlar, Doğu Avrupa’da vardı, orada körüklenmişti. Demek ki o sosyalist kültür dediğimiz kültür de çok şey değiştirmemiş ırkçılık cephesinde. Tam aksine, onlarla suç birliği de yapmış aslında. Kimilerinin baş tâcı ettikleri, üzerine toz kondurmadıkları bu kültür, bu cinsiyetçiliği körüklemiş, beslemiş, onun üzerinde yükselmiş hatta.
Hem Batı Avrupa’da hem de sosyalist toplumların çökmesinden sonra, milliyetçilik, ırkçılık, antifeminist ideoloji ve eşcinsellik karşıtı kültürün çok yaygın olarak gene bu toplumlarda ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Dolayısıyla, bu basit bir önyargı değil, toplumun bütün kesimlerinde, bütün sınıflarında kök salmış bir şey; kolay kolay da atılmıyor. Irkçılığı ve cinsiyetçiliği, etnik ayrımcılığı yaymak çok kolay, çok basit bir şekilde ifade ediliyor ve insanlar bunları kabul etmeye de çok yatkın. Yani son derece indirgemeci, basitleştirici formüllerle, örneğin sadece Hitler’i suçlamakla bu işin içinden çıkmak son derece kolay. Peki lider böyle istedi diye mi oldu bütün bunlar? Elbette hayır, ırkçılık 1945 sonrasında da hiç yok olmadan, çeşitli çehrelerle devam etmiştir. (Bkz; Nazi Eli)
Halil Turhanlı . Ömer Madra.
Pr; Cuma Adlı Adamlar
Yt; 8 Nisan 2005.