Asıl adıyla Mary Ann Evans taşrada doğmuş, taşrada büyümüştü. Taşralı ama varlıklı bir ailenin kızıydı. Babasına, çevresine başkaldıran; babasına bir gün “artık seninle kiliseye gitmek istiyorum” diyerek onu şaşırtan; kendinden yaşça çok büyük ve evli erkeklerle birlikte olan ve bu ilişkilerini taşra ortamında yaşayan genç bir kadındı.Yaşadığı çağ dikkate alındığında, bunun ne büyük bir cesaret, ne kadar inanılmaz bir özgüven gerektirdiği göze çarpıyor… George Eliot yirmi küsur yıl boyunca evli bir erkekle birlikte yaşadı. Bu durum Victoria döneminde de, yakın zaman öncesine kadar Türkiye’de olduğu gibi zina sayılıyordu.

Taşrada yaşarken tanıştığı John Chapman adında evli bir adam vardı; ve taşrayı terk etmesinde onunla olan ilişkisi etkili oldu. Eliot’ın hayatında zaten evli erkekler vardı.

Chapman’ın evine sık sık gidip geliyor; ve Chapman’ın karısı da kocasını kıskandığı için ona gelmemesini söylüyordu. Eliot onurunun kırılmış olduğunu hissediyor, ama gönül bağladığı o erkeği bir daha görmemeyi de kabul edemiyordu. Özellikle de Chapman’ın karısının uyarısını dikkate alarak bir daha o eve gitmemeyi kabullenemiyordu. Daha önce taşrada tanıdığı Charles Bray ise, Robert Owen’ın düşüncelerini ve bu düşünceleri temel alan kooperatifçi görüşleri benimsemiş biriydi. Bu düşünceleriyle Eliot’ı, yani o zamanki adıyla Mary Ann Evans’ı da etkilemişti ve onun entelektüel gelişimine de katkıda bulundu. Dolayısıyla George Eliot, Robert Owen tarzı ütopyacılıktan da etkilenmiş, ilerici politikalarla yakınlık kurmuş, bu politikaları desteklemişti. İşte bu duygu ve tepkilerle taşrayı terk etti ve Londra’ya gitti.
Eliot, romanlarının yanısıra gazeteciliğiyle de bilinen çok yönlü bir yazar kimliğine sahipti. Yazdığı gazeteler, dergiler öyle kadınlar için çıkartılan yayınlar da değildi. Bunlardan biri John Stuart Mill’in de bir süre editörlüğünü yaptığı Westminister Review adlı dergiydi. George Eliot bu dergiye yazılar yazmakla kalmadı, derginin yardımcı editörlüğünü de üstlendi. O dönemde bu bir kadın için çok önemli bir konumdu. Eliot bu dergide öyle eğlencelik yazılar değil, politik makaleler kaleme alıyor, son derece ciddi ve önem taşıyan konulara değiniyordu. Zaman zaman kitap incelemeleri de yapıyordu. Bu süreçte çok önemli, entelektüel bir yazar olarak sivrildi. Pek çok erkek yazarın olmadığı kadar entelektüeldi. Felsefi radikaller olarak anılan reformcular düşüncelerini bu dergide açıklıyorlardı. Genelde Jeremy Bentham’ın düşüncelerinden etkilenmiş yazarlardı bunlar. Mill editörlüğü bıraktıktan sonra dergi irtifa kaybetmişti. George Eliot editör yardımcılığını üstlendiğinde ise eski itibarını biraz olsun kazandı. Eliot bu dergideki yazılarında henüz George Eliot adını kullanmıyor, Mary Ann Evans imzasını kullanıyordu. Yazılarını birkaç değişik adla yazıyor, mektuplarını bazen Polly Ann diye imzalıyordu. Bu Polly Ann adı biraz Pollyanna’yı, yani çok sevimli ve nahif bir kız çocuğunu çağrıştırabilir. Fakat Mary Ann’in, ya da George Eliot’ın Polly Ann’inde demonik, şeytansı, cadımsı bir şeyler de vardı. Hatta bazen sevdiklerine böyle oyunlar oynuyordu. Kullandığı bu değişik adlar, taşralı bir kızın sofistike bir yazar olma yolunda uğradığı çeşitli duraklardı aslında.
Hem gazeteci, hem denemeci, hem de iyi bir çevirmen olan ve Alman felsefesine ilgi duyan Eliot, David Frederick Strauss ve Feuerbach gibi düşünürlerin eserlerini çevirdi. Spinoza’dan da çeviriler de yapmıştı fakat bunlar basılmadı. Ludwig Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü adlı yapıtını Almanca’dan çevirmişti. Çok da önemli bir yapıttı bu. Feuerbach, Hegel’den Marx’a geçişte tam ortadaydı. Eliot iki yıl boyunca Feuerbach’ı hem çevirdi, hem de yorumladı ve onu kendince yeniden anlamlandırdı. İşte böyle bir çizgisi vardı George Eliot’ın…
Feuerbach ve Kilisesiz İsa
Feuerbach, Hegel idealizminden kopuşu temsil eden, genç Hegel’cilere yol gösteren çok önemli bir düşünürdü; Hegel’in felsefesini teolojiden arındırmaya çalışıyordu. Hıristiyanlığın Özü adlı kitabındaki din eleştirisi, Hegel idealizminden maddeciliğe geçişte bir kilometre taşıydı. Marx başta olmak üzere pek çok genç felsefeciyi etkiledi. Çok basite indirgeyerek özetlersek, Feuerbach yabancılaşmanın kaynağında dini görüyordu. Yani insanın kendisine ait olan özellikleri tanrıya atfettiğini, kendisini bütün olarak gerçekleştiremediğini, kendinde görmek istediği pek çok özelliği başka bir varlığa yüklediğini ileri sürüyordu

. Oysa potansiyel olarak bu niteliklere sahip olan insanın kendisiydi. İnsanoğlu bütün bu olumlu niteliklere potansiyel olarak sahip olduğu için de, yaşadığı dünyayı pekâlâ değiştirebilirdi…
Feuerbach’ın din eleştirisi, felsefeyi teolojiden arındırma bakımından büyük önem taşıyordu. Yabancılaşmayı aşarak özgürleşebilmenin yolunu gösteriyordu. George Eliot, Feuerbach’ı iki yıl süren zorlu bir uğraşla çevirdi. Çeviriye devam ederken de not defterine, güncesine notlar düşüyor ve eşine dostuna yazdığı mektuplarda Feuerbach’ı nasıl anladığını, nasıl yorumladığını açıklıyordu.

Feuerbach’ı okumadan önce de ona yakın düşündüğünü yazıyordu dostlarına. Babasıyla her pazar kiliseye giden bu genç kadın bir gün “ben artık kiliseye gitmeyeceğim” diyordu. Feuerbach’ın düşüncelerine yabancı olmadığını onu okuduğunda fark etmişti. Kendi düşüncelerinin de Feuerbach’ınkilere yakın olduğunu görüyordu. Feuerbach’ı okuması ve çevirmesi bu düşüncelerinin olgunlaşmasını sağladı. Yaşadığı evlilik dışı ilişkileri, çevresinde büyük tepki gören bu ilişkileri belki de felsefi bir temelde açıklamak istiyordu. Meşrulaştırmak değil ama açıklamak… İşte bu noktada Feurbach ona bu temeli, bu zemini verdi. Yani “iki insan birbirlerini seviyorlarsa bu yasal bir sözleşmeye dönüşmeli midir, kilisenin buna müdahaleye hakkı var mıdır?” sorusuna, “hayır, müdahale hakkı kesinlikle yoktur” yanıtını vermesini kolaylaştırdı. Feuerbach’ın ‘Kilisesiz İsa’ anlayışında iki temel şey vardı; anlamak ve kendini feda etmek, ortaya koymak. Yani başka bir varlığa; aşkın bir varlığa bağlanmak yerine, bu dünyada başka bir insana bağlanmak.1 Feuerbach’ın tezlerinden biri de şuydu: İnsan dini aşarken, yabancılaşmanın üstesinden gelirken diğer insanları da anlamaya çalışmalıdır. Anlamaya çalışmayan insan, iradesi olmayan bir insandır, iradesi olmayan insan ise aldatılmaya açık bir insandır. Ve dolayısıyla, özgür değildir.
Buna göre insan kendisini bir başka insan için ortaya koyabilmeli, gönül bolluğuyla ona karşılıksız bağlanmalı, karşılık beklememeliydi. George Eliot, kilisenin onayına sunmayı ya da resmî sözleşmeye dökmeyi reddettiği ilişkilerini böyle yaşıyordu. Hayatında sahicilik vardı. Onun ilişkileri evlilik kurumunun zorladığı içtensizlik ve ikiyüzlülükle malûl değildi. Ama bu içtenlik, bu sahicilik aynı zamanda onun ağır eleştiriler almasına da neden oluyordu. Ağır eleştirilerden bir tanesi, Nietzsche’den geldi.
Nietzsche’den Sert Eleştiri
Hegel’in ve genç Hegelcilerin amansız, acımasız eleştirmeni Nietzsche, Feuerbach’ı da eleştiriyordu. Nietzsche’nin bu sert eleştirilerinden Eliot da nasibini aldı. Nietzsche onun için, “Tanrıdan vazgeçiyor gibi görünüyor, ama İsa’dan vazgeçemediği için sonuçta tanrının öldüğünü kabul etmiyor” diyordu. Eliot’ı ‘Suffrage’2 hareketindeki kadınlarla bir tutuyor, onu bir orta sınıf kadını olarak görüyordu. Oysa Eliot sınıfsal köken olarak oraya ait bir kadın değildi, tam aksine yoksulların bir yazarıydı, ve hiçbir zaman da bunu terk etmedi.
Oysa Nietzsche kemikleşmiş bir hümanizma buluyordu onda. Eliot’ın savunduğu tarzda bir hümanizmayı da köle ahlakının tezahürü olarak kabul ediyordu ki bu da oldukça sert ve haksız bir eleştiriydi. Nietzsche bu eleştirileri ile Eliot’ı hem ilginç kılan, hem de deyim yerindeyse onun yumuşak karnını oluşturan liberal değerlere çok sert vurdu. Aslında sağın Nietzsche’yi zaman zaman sahiplenmesinin bir nedeni de buydu. Çarpıtılarak da olsa faşistlerce benimsendiği zamanlar oldu. Nietzche çok büyük bir alaycılığa sahipti ve zaman zaman bu alaycılık kavranamadı. Gilles Deleuze, “Nietzsche’yi okurken gülmeyenler, bol bol gülmeyenler onu anlamıyorlar. Böyleleri onu hiç okumasınlar” diyordu. Deleuze’ün bahsettiği şizoid ve devrimci kahkahaydı burada söz konusu olan. Nietzsche, George Eliot’la da alay ediyor, onu eleştirirken “ah işte İngiliz tutarlılığı diye ben buna derim” diyordu.
70’ler ve George Eliot’ın Yeniden Keşfi
George Eliot 1970’lerden sonra yeniden okunmaya başladı ve yeniden değerlendirildi. Bu dönemde de ona dair birbirine karşıt düşünceler çarpışmaya devam ettiler. Ama George Eliot yaşadığı dönemde bile İngiltere’nin dışında da ilgi görüyordu. İngiltere dışında onun yazdıklarına ilgi gösterenlerden biri de Viyana’da doğan ve Zürih’te felsefe doktorası yapmış olan Helene von Druskowitz’di. Eliot’ın yazmaya başladığı dönemde dünyaya gelmiş, 1856 tarihinde doğmuş ve 1918’de bir akıl hastanesinde ölmüş olan Druskowitz evlilik dışı bir çocuktu. Çok yetenekli ve son derece zeki bir kadındı. Fakat o tarihlerde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda üniversiteler kadınlara kapalıydı. Gidebildiği tek üniversite Zürih’teydi ve Helen von Druskowitz Zürih Üniversitesi’nde felsefe doktoru olan ikinci kadın oldu. İngiliz edebiyatını çok seviyordu; doktora tezinin konusu da Lord Byron’ın çok sevdiği Don Juan’ıydı.

Lord Byron’ın yanısıra Shelley’i ve George Eliot’ı da çok takdir ediyordu. Hatta ona göre George Eliot yaşayan ‘en büyük kadın yazar’dı… Kendi de ateist olan Druskowitz, Eliot’ın Feuerbach yorumlarını da paylaşıyordu.
Ama George Eliot’ın hayatının son döneminde evlenmiş olmasını da kabullenemiyordu. Radikal bir evlilik karşıtı olan Druskowitz giderek bir erkek düşmanına dönüştü ve yaşadığı dönemin Valeria Solanas’ı oldu. Erkek düşmanlığı aslında kadın düşmanlığına bir tepkidir denebilir. Sert bir tepki olsa da kadın düşmanlığıyla birlikte düşünüldüğünde anlaşılabilecek bir şey. Hele de Druskowitz’in yaşadığı dönemde, kadın düşmanlığı Viyana’da son derece yaygındı. Kadın düşmanı bir kültür Viyana’nın entelektüel çevrelerinde bile varlığını duyurmaktaydı. Modernizmin içindeki reaksiyoner eğilimler kadın düşmanlığını bu çevrelerde yayıyordu. Otto Weininger’in o meşhur kadın düşmanı tezleri de yüzyıl sonu Viyana’sında formüle edilmişti.
Modernizm ve Kadın Düşmanlığı
Freud’un düşünceleri de aynı dönemin ve aynı ortamın ürünüydü. Freud kadınların bilime katkılarının bulunmadığını, sadece dokuma tezgâhında çalışmayı ve dantel örmeyi bildiklerini, bunun da olsa olsa teknikle ilgili olduğunu söylüyordu. Yine, Viyana kültürü içinde çok parlak bir yazar olarak sivrilen Karl Kraus da kadınlarla çok ince ve o denli de acımasızca alay ediyordu. Gene de Freud’un Weininger gibi bir kadın düşmanı olmadığını belirtmek gerekiyor. O dönemde kadın düşmanlığı, modernizmin içinde yer alan o çok derin reaksiyonerliğin bir yansımasıydı. Anti-semitizm’i de bunun diğer yönü olarak görmek, hatta ikisinin belirli bir tarihsel dönem boyunca birbirine bağlı olduğunu düşünmek mümkün. T.S. Eliot’ta da, Ezra Pound’da da bu iki eğilim şu ya da bu ölçülerde hep vardı. Diğer yandan bütün bu andığımız adları yaşadıkları dönemin koşulları içinde değerlendirmek gerekiyor. Bu da bize olayları ele almada daha pek çok şeyin yanı sıra tarih bilgisinin ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor. Ancak şu da var ki, bu insanlar yaşadıkları dönemin ve hatta dünyanın sınırlarına da sığmıyorlar. Sınırları aşıyor, çerçeveleri kırıyor ve geçmişten günümüze uzanıyorlar. Düşünceleriyle, yarattıkları yapıtlarla ve yaşamlarıyla. Onları hem tarihsel bir dönemin koşulları içinde anıyoruz, hem de birer çağdaşımız gibi söz ediyoruz onlardan. Bağımsız bireyler olarak dünyayı biçimlendirmişler kişiler bunlar. İnsanoğlunun özgürleşme serüvenine katkıda bulunmuşlar. Bazıları ise tam anlamıyla unutulmuş, unutturulmak istenmiş. ‘Kimsenin ziyaret etmediği mezarlarda yatanlar’ diye bir deyim vardır, işte öyle. Fakat o unutulmuş olanları da anmak gerekiyor. O insanlar düşünceleriyle, moral cesaretleriyle yol göstericiler, insanlığın ışık taşıyıcıları olmuşlar…
Örümcek Ağı Dokumak
Roman yazmak Eliot’ın en son denediği şey oldu ve en son da romancı olarak adını duyurdu. Yani ‘George Eliot’, evriminin son noktasıydı. Roman yazmak, ve genelde yazı yazmak aslında cinsiyet gettosundan kurtulmanın, ataerkil toplumdaki sınırları aşmanın yollarından biri. Peki ama George Eliot niye bir erkek ismi kullanıyordu? Kız kardeş George niye böyle yapıyordu? O dönemde roman yazmak, yazıyla uğraşmak erkeklere özgü bir uğraş olarak kabul ediliyordu. Yani kalem kadınların yoksun oldukları bir şeydi. Freud da “kadınlar büyük buluşlar yapmamışlardır” diyor, insanlık tarihine pek katkıları yoktur demeye getiriyordu. George Eliot ise romanlarında bunu tersine çeviriyordu. Erkeklere özgü kabul edilen bir uğraşı, erkek adını alarak yaparken; romanlarında kadınlara özgü sayılan özellikleri de erkek kahramanlarına yüklüyordu. Çoğumuzun okulda ders kitabı olarak okuduğu, biraz da bıkkınlıkla okuduğumuz ve yüzeysel geçtiğimiz Silas Marner adlı kitabında, ihtiyar dokumacı Silas Marner altınlarını kaybederek bir kız çocuğu bulur ve kız çocuğunu tıpkı bir anne gibi yetiştirir. Yaşlı Silas Marner ile küçük kız arasındaki ilişki bir baba – kız ilişkisi de değildir. Bir süt anneyle kız çocuğu arasındaki ilişkidir bu. İşte bu eseriyle George Eliot roman kahramanlarını da tersyüz etmiş oldu ki bu da son derece önemli… Diğer yandan bir söylenceyi de tersyüz etmiş oldu, değiştirdi ve zenginleştirdi; Kral Midas söylencesini… Kral Midas’ın tuttuğu her şey altına dönüşür. Kızını dahi sonunda altından bir heykele dönüştürür kral. Tuttuğu her şeyin altın olmasını dilemiştir, ama şimdi bundan büyük bir pişmanlık duymaktadır. Eskiye dönebilmek, şarabı tutabilmek, ekmeği tutabilmek ister. Silas Marner, çocuk sevgisinin altınlardan, hazinelerden çok daha değerli olduğu temasını işliyordu bir bakıma. Tabii burada romanın endüstri devrimine geçiş aşamasında yazılmış olması da önemli. Romanın kahramanı bir dokumacı, tek başına dokuma yapan yaşlı bir insan. Dolayısıyla bir makine kırıcı3 duyarlılığı da taşıyan bu çok tanınmış roman, aynı zamanda George Eliot’ın en çok okunan romanlarından bir tanesi.
Kadınlar yazarken, kalemi ellerine aldıklarında da dokuyorlar, örüyorlar ama örümcek ağı dokuyorlar. George Eliot örümcek ağı dokuyan kadın yazarlardan; romanları son derece karmaşık. Olay örgüsünde iç içe geçişler var, pek çok karakter var ve bir anlamda da psikolojik çözümlemeyi geliştiriyor. Bu yönüyle de Virginia Woolf’un bilinçaltı tekniğine öncülük etmiş olduğundan Eliot’ın romanlarını bilinç akışı tekniğinin erken örnekleri olarak da görebiliriz. Virginia Woolf’un kız kardeşlerinin de en büyük özellikleri örümcek ağları dokumalarıdır. George Eliot örümcek ağı dokumacılarının öncüsüydü belki de. Daha sonraki romanlarında, örneğin Middlemarch’da, iç içe geçmiş öyküler, iç içe geçmiş hayatlar, iç içe geçmiş karakterler vardır. Eliot’ın eserleri çoğunlukla çok karmaşık bir roman örgüsüne sahiptir. Bir Jane Austen’da olduğu gibi bütün roman boyunca “kız acaba kiminle evlenecek?” sorusunun cevabını aramazsınız. Eliot çok farklı konulara değinir ve felsefi bir yönü de vardır. Eliot sözcüğünü tersinden okursanız tuval anlamına da gelir. Ve evet, George Eliot aynı zamanda bir ressam gibi çalışıyordu…
1970’lerden itibaren onun romanlarını tekrar okuyanlar, George Eliot’ın, kadınlar için çok da olumlu tipler çizmediğini, romanlarındaki karakterlerin tutucu; ama romancının kendi yaşamının karakterlerinden daha radikal olduğu ileri sürdüler. Hatta bazıları, Eliot’ın kimi kadın kahramanlarının Brontë Kardeşler’inkilerden daha uysal olduğunu iddia ettiler. Bu savda gerçeklik payı varsa da, ancak George Eliot’ı sadece roman yazarı olarak kabul ederseniz, kısmen geçerli sayılabilir. Gelgelelim, onu salt bir romancı olarak ele almak çok sığ bir yaklaşım olur. Üstelik bu romanlar bugün dikkatle okunduğunda Eliot’ın kadın kahramanlarının da iddia edildiği denli tutucu olmadıkları da anlaşılıyor.
Onun dönemindeki pek çok kadın yazar, erkeklerin egosuna dalkavukluk ediyordu. George Eliot ise kesinlikle bunlardan biri değildi. O çalışan sınıfın yaşamını anlatıyordu; Middlemarch gibi romanlarında kimi yerde onların diliyle, onların lehçesiyle yazıyor, sınıf analizleri yapıyor, sınıf farklılıklarını işliyordu. Felix Holt, The Radical başlıklı romanı İngiltere reform yasalarının çıktığı dönemde yazılmıştı. Eliot bu romanda miras yoluyla intikal eden hakları, miras hakkını sorguluyordu. Kimi bölümlerinde atlı bir arabacının yolcularına anlattığı bu öykü çalışan sınıfın diliyle yazılmıştı. Eliot bu romanda erkek kahramanı Felix Holt’un o kadar da radikal olmadığını vurguluyordu. Radikal olan ise bir kadın karakterdi.
Geniş bir çerçeveden bakıldığında George Eliot okuyucuyu kaçınılmaz olarak felsefenin içine pat diye atan bir yazardı. Ortodoks Hıristiyanlığı eleştirerek insan kardeşlerine karşı sorumluluk duyacakları, bu duygu doğrultusunda davranacakları yeni bir hümanizmanın mümkün olup olmadığı sorusunu soruyor ve ‘evet pekâlâ mümkündür’ cevabını veriyordu. 1855 yılında yazdığı bir denemede insanın değişmez bir doğası olduğundan söz edilemeyeceğini söylüyordu. Daha sonra başyapıtlarından biri sayılan Middlemarch adlı romanında, kadınların ya da erkeklerin değişmez bir doğası olduğundan söz etmenin sahte bir bilimsellik olduğu temasını işledi. Kendi yaşadığı evrim de bunu gösteriyordu… Eliot evlilik dışı ilişkilerini aynı düşünceler temelinde açıklıyordu. Yani iki insan birbirlerini seviyorlarsa kilisenin ya da devletin bunu sözleşmeyle onaylamasına gerek yoktur sonucuna varıyordu. Bunlar bugün söylendiğinde pek radikal görünmeyebilir, hatta doğal görünebilir. Fakat Eliot bu düşünceleri 1860’larda açıkladı ve savundu. Düşünceleriyle örtüşen bir hayat yaşadı. Cesaret, özgüven ve etik sorumluluk gerektiren bir şeydi bu. Kısacası, George Eliot kadınların özgürlük hareketine büyük bir katkıda bulunmuş, önemli ve tabu yıkıcı bir yazardı.
Eylemci bir yönü de vardı George Eliot’ın. Suffrage hareketini destekliyordu ve hareket içinde dostları vardı. İrlanda’nın bağımsızlığı için yapılan gösteri ve yürüyüşe katılmış, imza kampanyaları yürütmüştü. Sadece evinde oturup kendine ait bir odada yazı yazan biri değildi.

Yazar ve Eylemci
Şimdilerde yeni bir eğilimin gelişmekte olduğu gözleniyor. Örnegin, Chomsky ya da Arundhati Roy gibi isimler; ‘yazar’ ve ‘eylemci’ (aktivist) sıfatını beraber kullanıyorlar. Gerçi büyük çoğunluk sanki yazarların ayrıca eylemci olması mümkün değilmiş, iki ayrı kategoriymiş gibi ele alıyor bu durumu. Roy da bu ikili nitelemeyi, yazar ve eylemci ayırımını eleştiriyor. “Neden aynı zamanda eylemci ve yazar sıfatını kullanıyorlar?” diye soruyor, “yazar demek yetmiyor mu?” diye de vurguluyor. Bu tabii eleştiri de içeren bir soru. Demek istediği şu ki; yazarlık eylemciliği de içerir, her yazar aynı zamanda bir eylemcidir, bir eylemci olmalıdır. Bu pek çok insan için de son zamanlarda giderek artan bir söylem haline geldi. Bir yazarın yazdıkları doğrultusunda eylemesi, harekete geçmesi, davranması kadar doğal bir şey olabilir mi?
Yazarlar yakın geçmişte politik alandan çekildiler. Evine kapanan, bilgisayarın başında durmadan yazan bir kimse olarak anlaşılan ve öyle tanımlanan biri oldu yazar. Yani ‘yazar’ ve hatta ‘entelektüel’ sözcükleri; hayattan, eylemden kopuk insanlar için kullanılmaya başlandı. Bunda yazarların ne kadar payı var, o da ayrıca tartışılması gereken bir konu. Yazarın aynı zamanda bir eylemci olduğu unutulmuştu. Dahası bir süredir yazarın eylemci olması yadırganıyordu. Şimdilerde yazarlık ve eylemciliğin yeniden buluşmasına tanık oluyoruz. Fakat bu durum, yazara ‘yazar’dan başka bir şeyle hitap edilmesini, yani bir yazısının altında, bilmem kim, yazar ve eylemci denmesini haklı kılmayabilir aslında. Sartre için eylemci yazar, eylemci felsefeci denilmiyordu. Ama Sartre ile birlikte angaje entelektüel de sahneden çekildi.
Örneğin Michael Walzer’ın ‘haklı savaş’ tanımı yapması ve bu tanıma dayanarak ABD’nin 11 Eylül sonrası politikalarına destek vermesi entelektüel sorumlulukla bağdaşmaz. Entelektüel kimlik bir bütündür. Dolayısıyla entelektüel olmak salt zihinsel üretimde bulunmayı ifade etmiyor, etik bir duruşla bütünlenmeyi de gerektiriyor. (Bkz; Entelektüel)
Eliot halkın arasındaki huzursuzlukları şu ya da bu ölçüde, ama mutlaka duyurmuş olan bir yazardı. Romanlarını, makalelerini kaleme aldığı 1850’ler, Napolyon savaşlarını izleyen döneme denk geliyordu. Bu dönemde İngiliz toplumu stabilize edilmek isteniyordu ama bu hiç de kolay değildi. Tam aksine karışıklıklar giderek arttı. Tarımda tahıl yasaları (corn laws) çıkartıldı. Yoksullardan alınacak paralar toprak sahiplerine aktarılmaya çalışılıyordu. Bütün bunlar da İngiliz toplumunda huzursuzluğu giderek yoğunlaştırıyordu. Toplum tepeden aşağı doğru alınan sert önlemlerle, çıkarılan katı yasalarla stabilize edilmeye ne kadar çalışılırsa çalışılsın; dipten gelen huzursuzluk dalgası ve öfke seli önlenemiyordu. İşte Eliot’ın romanları bu huzursuzluk döneminin ürünleri ve dolayısıyla bu tarihsel dönemin ışığında okunması gereken yapıtlardır.
Denize Kavuşmaya Çalışan Irmaklar
Aynı durum bir başka düzeyde Virginia Woolf için de geçerliydi. Onun roman ve denemeleri de insanlığın savaşa, yıkıma sürüklendiği bir dönemin ürünleriydi. Bir yazarın kaleminden çıkabilecek en güçlü savaş aleyhtarı yazılar bugün onun imzasını taşıyor. Aslında kadınların sınırlı haklara sahip olduğu ve bunun da doğal kabul edildiği bir çağda bir kadının yazarlığı seçmiş ve seçiminde engel tanımamış olması başlı başına bir meydan okuma. Erkeklere, onların kurduğu düzene, onların diline ve ahlâk anlayışına bir başkaldırı. George Eliot doğal kabul ettirilen, dayatılan bütün bu normları, sınırlılıkları aştı. Romanlarındaki kadınlar belki nihai amaçlarına ulaşamıyorlar, özgürleşemiyorlardı; fakat bu yolda mücadele ediyor, güçlüklere göğüs geriyorlar, kendilerine sunulan dünyayı kabullenmiyorlardı. Eliot’ın benzetmesiyle onun romanlarındaki kadınlar “denize kavuşmaya çalışan ırmaklar” gibiydiler; kavuşamasalar da önlerine konmuş olan bentleri, sınırları aşıp denize ulaşmaya çalışıyorlardı.
Asıl altı çizilmesi, vurgulanması gereken de buydu belki de; savaşmak, mücadele etmek, özgürlük mücadelesini ödün vermeden yürütmek… Arundhati Roy’un da söylediği gibi, baskı altındaki insanın kaybedeceğini bilse dahi kendinden çok kuvvetli bir despota karşı savaşması çok önemli. Zaten Eliot’ın romanlarındaki kadınlar da mutlaka nihai amaçlarına ulaşsalardı bu çok inandırıcı olmazdı. Belki biz de bugün o romanları konuşuyor olmazdık o zaman. Uzun lafın kısası, Eliot’ın romanlarını önemli kılan belki de kadın kahramanlarının bu anlamdaki başarısızlıkları, yılmadan mücadele etmeleriydi. Asıl kahraman buydu belki de; her sabah, her gün, kaybedeceğini bildiği bir savaşa yeniden giden insan. Kadere hâkim olmaya, kendi kaderinin efendisi olmaya çalışan insan. Yenilenlerin tarihi de mutlaka yazılmalı, onların öyküsü de mutlaka anlatılmalı. Bir gün kazanabilmeleri açısından bu son derece önemli.
Halil Turhanlı. Ömer Madra
Pr; Cuma Adlı Adamlar
Yt; 5 Aralık 2003.
- Eliot, The Mill on the Floss’da bu düşünceyi işledi. Bu romanın sonunda, sele kapılan, birbirini kucaklayarak sel sularında boğulan iki sevgili vardır.↩︎
- Kadınlar için oy hakkı hareketi.↩︎
- Luddism: 19. yüzyılda İngiliz dokumacılarının endüstri devrimi ile beraber işlerini ellerinden alan dokuma makinelerini imha ederek tepkilerini ortaya koydukları toplumsal hareket.