Uluslararası Fikrî Mülkiyet Hukuku ve Yeni Sömürgecilik
Ortadoğu, giderek yalnız kalmakla birlikte, askerî ve –şimdilik– ekonomik açıdan güçlü olan bir ülke ile onun küçük ortaklarının kudreti altında ezilirken, insan kolayca cazip bir düşünceye kapılabiliyor. Şöyle: Ordular mağaralarına geri dönseler, dünyanın aynen eskisi gibi bütün kusurları ile devam edebileceğine, ‘devletlerin devlet olduğu’ bir dünyada gezegen sakinlerinin normal hayatlarını nispeten güvenli bir şekilde sürdürmelerinin mümkün olacağına inanmak kolay ve çekici bir düşünce. Savaş ve yıkım haberlerinin arkasına sığınmış, çoğu insan için de erişilemeyecek kadar karmaşık olan fikrî mülkiyet hukukunun son 15 – 20 yılda kaydettiği gelişmeler bir şeyi garanti altına aldı: Askerî makinenin susturulmasından (ki böyle bir durum da zaten bir hayalden ibaret), çok sonraları bile hayatın temelleri ‘büyük güç’ün ekonomik kontrolu altında kalmaya devam edecek.
Mülkiyet, Fikrî
Mülkiyet, yani maddenin mâlik olma kavramıyla birleştirilmesi, hukukun bir ürünüdür.

Mülkiyet, gerçek veya tüzel kişiler ile tarih boyunca serveti meydana getiren eşya –arazi, mallar, köleler, fabrikalar– arasındaki hukuki ilişkidir. Ne var ki, günümüz servet birikiminin paradigması olan Bill Gates, servetini bu mülkiyet biçimlerinden hiçbiri ile elde etmiş değil. Onun serveti, yasama meclisinde çıkarılan bir yasayla fikirlerinin meyvaları üzerinde münhasıran hak sahibi olmasına ve bunları izinsiz kullanmaya kalkanlardan ulusal mahkemeler kanalıyla tazminat alabilme, hatta tazminat almakla tehdit etme becerisine dayalı. Microsoft gibi Disney (eğlence), Pfizer (ilaç) ve Monsanto (tohum) gibi birçok alanda faaliyet gösteren diğer pek çok şirketin neredeyse bütün kârları fikrî mülkiyet hakkı kanunlarından kaynaklanır.

Fikrî mülkiyet (FM) yeni bir kavram değil. Onbeşinci yüzyıl İtalyan şehir devletleri, yeni ürün ve yöntemler üreten veya icat eden fertlere geçici olarak tekel hakkı verirlerdi. 1620’lerde İngiliz kralı bütün diğer tekelleri –kömür ve tuz, içki vb– kaldırdığında sadece buluşlar üzerindeki inhisar –patent– ayakta kalmıştı. 1742’de ilk defa bir İngiliz mahkemesi, iskambil kâğıtları üreten bir şirketin üretici sembolü diye Büyük Babür

İmparatorluğu’nun mührünü münhasıran kullanmasını mülkiyet hakkı olarak tanıdı. Bugün yazılım, müzik ve film üreticilerini zenginleştiren bir hukuk branşı olan telif hakkı’nın (copyright) tarihini, 18’inci yüzyıl başlarında İngiltere’deki matbaaları denetlemek ve onları ödüllendirmek üzere çıkarılmış bir kanuna kadar geri götürmek mümkündür.
Aldatıcı Bir Terim: ‘Uluslararası’
Fikrî mülkiyet kanunu ulusal bir kanundur. Hakların birçok ülkede aynı anda tescilini kolaylaştıran bir dizi anlaşma dışında, kendi başına uluslararası fikrî mülkiyet hukuku diye birşey yoktur. Bu anlaşmalar hak sahiplerinin haklarını devletlerden tek tek almak zorunda kalmamalarını sağlar. Bu hakları sağlayan kanunlar esasen ulusaldır.
FM sadece bütün devletler tıpatıp aynı ulusal mevzuatı kabul etmeye ‘ikna edildikleri’ zaman ‘uluslararası’ olur. Bu şekilde, aynı ulusal mevzuat sayesinde, gelişmiş ülkelerde icat edilerek dünya çapında pazarlanan veya bazı durumlarda pazarlanmayan ürün ve yöntemler, ulusal mahkemelerde aynı tarz korumadan faydalanabilirler. Buna ‘uyumlaştırma’ denir.

Pratikte, daha ‘gelişmiş’ ülkelerde geliştirilmiş olan bu tip ürün ve yöntemlerin korunması için düzenleme yapmaya ikna edilenler, gelişmekte olan ülkelerdir. Bu tür kanunları kabul etmeleri için baskı, öncelikle ‘ticaret’ alanındaki müzakereler kanalıyla yapılır.

Bazı yazarların görüşüne göre, uyumlaştırma veya gelişmekte olan ülkeleri ihtiyaçlarından daha katı FM kanunları kabul etmeye zorlama, günümüzdeki ticaret müzakerelerinin ve bunların sonucu olan ‘serbest ticaret anlaşmalarının’ (STA’lar) ana amacıdır. Durum böyle olsun veya olmasın, uyumlaştırmaları zorlayan ülkelerin 1995’de yapılan Dünya Ticaret Anlaşması ile hedeflerine takdire şayan bir şekilde ulaştıkları şüphe götürmez. Oysa, diğer taraftan, uyumlaştırmaya uyma sözleri karşılığında uyumlaştırma yapan ülkelere verilen sözler –zengin ülkelerin tekstil ve tarım pazarlarına erişim vaadleri– hâlâ yerine getirilmiş değil.
Ezeli Dert: Dünyaya Hakim Olmak
FMH, tarihinin büyük bölümünde gelişmiş ülkelerde uygulanan kanunlarda arka planda kalırken, diğer ülkelerin çoğunda ise hemen hemen hiç yoktu. Fakat son kırk yılda FMH’nin yıldızında büyük bir parlama görüldü. 1960’ların sonlarında kopyalama teknolojilerindeki gelişmeler (fotokopi, ses ve video kasetleri ve daha sonra da bilgisayar kopyalama teknolojileri), eğlencenin bir ‘endüstri’ olarak yükselişi, ve ABD’nin şirketler yararına yapılan bilimsel araştırmalara fon ayırmak sorumluluğundan feragat etme arzusu, Amerikan ekonomisinde FMH’nin yeni ve önemli bir rol oynayacağının işaretlerini veriyordu. 1990’larda iletişim teknolojilerindeki ilerlemeler bu değişimlerin etkilerini hızlandırdı ve şimdi artık ‘küreselleşme’ olarak bilinen olguya geçişi kolaylaştırdı.
Küreselleşmenin emsal teşkil edecek örneği Karayip Havzası Girişimi (KHG) idi.1 Üretimin taşeron firmalara verilmesi, ABD tarım ihracat pazarlarının yüklü bir şekilde sübvansiyone edilmiş çiftlik ürünleriyle genişletilmesi, ABD’nin (kitaplarda, müzikte, filmlerde vb.) fikrî/kültürel liderliğini, ünlü markalarını (genellikle 1960’ların ürünü) ve makinelerden tohum ve ilaca kadar patentli ihraç ürünlerini korumak için ABD FM kanunlarının ‘ihraç edilmesi’ (şimdi ‘uyumlaştırma’ deniyor) ögelerinden oluşan KHG, küresel ölçüde bizleri nelerin beklediğine dair güçlü bir fikir veriyordu.
Son yirmi yılda fikrî mülkiyet –fikirleri, buluşları, yaratımları ve isimleri içine alan servetin kanunen korunması– bütün gelişmiş ülkelerin ekonomilerinde merkezi bir yere oturmakla kalmayıp ekonomik hegemonyalarının en önemli kaynağı da oldu. FM, sanayi alanındaki buluşların, yukarıda bahsi geçen ‘matbaada çoğaltma izni’nin ve birinin kendi ürünü üzerine kendi ismini koyma hakkının çok ötesine geçti: insan hayatının üzerine temellendiği bütün faaliyetleri –yiyecek, ilaç, eğitim, üretim ve kültürü– de içine alacak şekilde genişledi. Fikrî mülkiyet yoluyla dünya ekonomisine hakim olmaya doğru giden bu hareket ABD’de doğdu (o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu ve Japonya gemiye ancak 1980’lerde alınacaklardı). 1980’lerin sonunda, Uruguay Round’u diye adlandırılan GATT görüşmelerine başlandığında adamakıllı yol katetmiş durumdaydı. Bunun sonucu olarak 1995’de Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ticaret kavramını, sadece malları değil, ABD’nin açıkça avantajlı olduğu FM ve hizmet alanındaki ticareti de kapsayacak şekilde genişletti. Amaç, geçmişte olanlardan hiçbirine benzemeyen küresel bir ticaret rejimi yaratmaktı.
ABD’de FM alanının genişlemesi, bilgisayar programları ve canlı maddeler (1980) gibi yeni fikirler üzerine kurulu ‘ürünler’ için patent alınabilmesini sağlayan mahkeme kararları ile başladı. Bu genişleme, mevzuat yoluyla (1982’de üniversitelerin fonu devlet tarafından karşılanmış araştırmaların sonucu ortaya çıkan buluşlar için patent almalarını sağlayan Bayh-Dole Yasası) ve 1982’de FM hak sahiplerini koruyan yeni bir mahkemenin kurulmasıyla yapıldı. Önce 1980’lerde ekonomik baskı yoluyla ticaret hukukunu FM hukukuyla ilişkilendirerek, sonra 1995’de Dünya Ticaret Anlaşmasının Fikrî Mülkiyetin Ticarete İlişkin Yönleri (TRIPS) bölümü kullanılarak, ve nihayet, bunları izleyen birçok ikili anlaşmalar yapılarak bütün dünyaya yayıldı. İkili anlaşmalarda, anlaşmayı yapan ülkelerin yasaların uyumlaştırılmasıyla elde ettikleri, TRIPS’te öngörülenlerin de ötesine geçti. Bu serbest ticaret anlaşmaları arasında en yenilerinden biri, minicik bir devlet olan Umman sultanlığı ile yapılmak istenen anlaşmadır. Bu örnek, diğerlerinin çok ötesine geçmektedir. Anlaşma, patent kanununun çiğnenmesi sonucu devlet tarafından kesilecek cezaların patent sahiplerinin banka hesaplarına yatırılmasını öngörmekteydi ki, daha önce dünyada hiçbir ulusal mevzuatta böyle bir hükmün benzeri görülmemiştir. İyice uç noktadaki bu anlaşmanın ABD Kongresi tarafından bile reddedildiğini söylemek gerekir.
Son zamanlarda ‘FM ihlâllerinin cezai kovuşturmalarında yardımcı olmak’ ve zanlıların (yani, örneğin, yurt dışındayken, yaptıkları suç fiili olarak addedilsin veya addedilmesin, ABD kanunlarını çiğnediklerinden şüphelenilen şahısların) ülkelerine iade edilmek üzere sınırdışı edilmeleri muamelelerini hızlandırmak üzere ABD’li savcıların yurtdışı görevlere atanması da, FMH adına devlet egemenliğinin çiğnenmesi konusunda eşi benzeri görülmemiş bir örnek teşkil eder.
Nihayet, ABD tarafından kullanılan ve fakat pek üstünde durulmayan bir ek strateji de, 2003’de Irak’ın istilâ edilmesiyle, Amerikan bombardıman uçaklarının namluları aracılığıyla ABD çıkarlarına uygun FM kanunlarının Irak’a indirilmesiydi. Ülkeye getirilen yeni patent, tescilli marka ve telif (copyright) kanunları, Irak’ı küresel kapitalizme hazır ve özgür hale getirmesi öngörülen 100 küsur kanundan sadece üçüdür. Geliştirilen yeni projeler FM’yi dünyanın en uzak, en kıyıda-köşede kalmış ekonomilerine bile sokmak için kullanılan ek yollar hakkında bize iyi bir fikir vermektedir: Örneğin, bir sonraki G-8 zirvesinde (ilk kez ve gündemde çok daha ciddi meseleler olmasına rağmen) FM’ye öncelikli olarak dikkat çekilmesi planı veya Dünya Bankası’nın genetik olarak değiştirilmiş organizma ve ürünlerin (GDO) –ki bu mahsullerin tohumlarına ait patentlerin hepsi bellibaşlı ABD şirketlerine aittir– ‘Küresel Çevre Hizmeti’ gibi üstü örtülü bir terim altında Batı Afrika ve Latin Amerika’ya sevk edilmeleri projesi vb. (Bkz; GDO’yu Beklerken)
Kampta Sıkıntı
Diğer taraftan, ABD Fikrî Mülkiyet Hakları etrafında odaklaşmış olan büyük ölçüde evrensel ‘piyasa devleti’ kavramının yaygınlaşması da toz pembe bir gelişme çizgisi göstermiyor. Bizatihi ABD’nin içinde, giderek damar sertliğine uğrayan ‘patent ormanı’nın yeni buluş ve icatlar konusunda hissettiği sıkıntı büyüyor ve başta tasarlanırken destek olacağı düşünülen sektörlere ciddi zarar vermeye başlıyor. Bu gelişme, her gün dev adımlarla büyümekte olan ‘Açık Kaynak’ hareketine yol açmış bulunuyor. (Bkz; Açık Kaynak) ‘Açık Kaynak’ hareketi, aksi halde FM kanunları ile kilit altında kalacak olan bilimsel bilgilerin, buluş ve icatların geniş çapta erişilebilir olmasını sağlamakta ve en üst düzeydeki ABD araştırmacıları ve üniversiteleri tarafından desteklenmektedir.
Uluslararası arenada, Brezilya ve Arjantin gibi orta-çaplı ülkeler bir ‘gelişme hakkı’ hareketine önderlik etmede gittikçe daha büyük başarılar kazanmaktalar. Amaçları, TRIPS’e kendi yorumlarını getirerek, ABD’nin eğitim, sağlık ve gıda egemenliğini denetim altına alma gücünün doğurduğu acı sonuçları yumuşatmak. Bu hareket, TRIPS’in özellikle 1992’deki Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (BÇS) hükümlerinde ortaya çıkardığı çelişkiye aydınlık getirmekte. BÇS, gelişme yolundaki ülkelere sadece maddi kaynaklar değil, genetik maddeler ve atalardan kalma geleneksel bilgiler de dahil olmak üzere tüm doğal kaynaklar üzerinde mülkiyet talebinde bulunma hakkı vermektedir. Bu sözleşme, esas itibariyle, ‘benim olan benimdir, senin olan da benimdir’ kavramını yeniden formüle eden ‘insanlığın mirası’ kavramının yerine yeni bir sistemi oturtuyordu: yani icatların dayandığı genetik maddelerle geleneksel bilgilerin kaynağı olan ülkelerin, bunların sömürülmesinden ortaya çıkacak maddi menfaatleri paylaşacakları bir sistemi. ‘Gelişme Hakkı’ ülkeleri, böyle kaynakların mülkiyet hakkını koruma isteğinin bir sonraki aşaması olarak, AB ülkeleriyle birlikte, imza atan bütün ülkelerin patent belgelerinde icatların unsurlarının coğrafi kaynaklarının gösterilmesi gereğinin TRİPS’e dahil edilmesini talep etmektedirler. Talep ABD tarafından sürekli reddedilmektedir.
Bu hareket, aynı zamanda, hükümleri TRIPS’in gerekli kıldığı şartların çok dışına çıkan ikili uyumlaştırma anlaşmalarına karşı durabilme konusunda da üyelerine yardımcı olmaktadır. Hareket, yüksek ilaç fiyatları ve gıda egemenliği gibi temel sorunları yok varsayan bir TRIPS yorumuna karşı. Bu bakımdan, FMH’nin kamu sağlığı sorunlarından önce gelmeyeceği ifadesinin TRIPS’e eklenmesinde başarılı oldu ve bunun yürürlüğe girmesi için mekanizmalar getirmesi konusunda DTÖ’yü zorladı. DTÖ’nün Doha raundu diye adlandırılan ticari görüşmelerinde bu duruşunu sunmada başarılı oldu. Burada ironik olan şuydu: Doha raundunun başarısızlıkla sonuçlanmasının en önemli nedeni, ABD’nin kendi tarım sübvansiyonlarını indirmeyi kabul etmeyişiydi; oysa ABD, gelişmekte olan ülkelerin FMH uyumlaştırma tedbirlerini kabul etmeleri karşılığında kendi sübvansiyonlarını indirmeyi daha 1990’larda kabul etmişti.
Bu Nasıl Oldu?
ABD’de, ekonomik büyüme ve hegemonya için Fikrî Mülkiyet Haklarını şart gören ve herşeyi kapsayan bir vizyonun gelişmesine belli trendler katkıda bulundu: Şirketlerin gücünün lobicilik yoluyla çok artması, hükümetle şirket yönetim kurulu odaları arasında kapalı kapılar ardında yürütülen para-güç ilişkileri, yurtiçinde ve yurtdışında sıradan insanların ihtiyaçlarına pek az yer ayıran bir ideolojinin yükselişi. İşte bütün bunlar, merkezine düzenleyici prensip olarak FMH’yi yerleştiren ‘piyasa devleti’nin özellikleridir. Bir zamanlar ABD’de öncelikle hükümet tarafından yürütülen ve böylece halkın kullanımına açık hale getirilen, fakat teşvik olarak sarsılmaz FM telif hakları ile özel sermayeye transfer edilen bilimsel araştırmanın özelleştirilmesi, ABD şirketlerinin elini çok güçlendirdi: Özelleştirilen bilimsel araştırmalar, dünyada üretimin önemli bir bölümünü meydana getiren taşeron kullanma süreci (outsourcing) üzerinde şirketlerin FM yoluyla çok sıkı denetim kurmasına imkân verdi. Birçok hizmet endüstrisinin temeli olan ‘iş yapma yöntemleri’nin patentlenebilmesi, ABD’nin küreselleşme vizyonunun merkezinde yatan dünya tarımının patentlenmiş tohumlar sayesinde kontrol edilmesi, herşeyi kapsayan bu yapılaşmanın sadece birkaç örneğini oluşturuyor. İleri iletişim teknolojileri de bu gelişmeleri kolaylaştırmaya ve bunların üzerinde denetimi arttırmaya hizmet etmekte.
Dünyanın dört bir yanında yasa koyuculara uygulanan çeşitli baskı biçimleri de anlaşmalara katılan ülkelerdeki ekonomik faaliyetleri kontrol etmenin bir aracı olarak yeni yasalar çıkarılmasını ve/ya FMH ‘uyum’ yasalarının yürürlüğe girmesini hızlandırmaya yardımcı olmuştur. Dünya yüzünde özellikle temel mal ve hizmetlerde kullanılan teknolojilerin kilit altına alınması, çok geniş bir sektör yelpazesinde ABD şirketleri ile kimsenin anlamlı bir rekabete giremeyeceğini garantilemektedir. Özellikle sağlık ve gıda egemenliği konusunda mal ve hizmetlerin en aza indirgenmesine önem vermeyen bir anlayış ve bir de, devletlerin kendi halklarının çıkarına yasama faaliyetinde bulunma konusunda güç ve yeteneklerinin zayıflaması, sözkonusu yapılanmaların yerinden kıpırdatılmayacağının teminatı olmaktadır.
Son çeyrek yüzyılda FMH, ABD’nin kendi içinde de, düşündürücü bir şekilde güçlendirildi. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse, fikrî mülkiyet haklarının kapsam ve içeriği genişletilerek canlı organizmaları, iş yapma yöntemlerini ve bilgisayar yazılımlarını da içine aldı, patent verme standartlarının gevşetilmesiyle, herkesin açıkça görebildiği en harcıâlem fikirler dışında bütün fikirler için patent alınabilmesi sağlandı. (1982’de bu konulara bakmakla yükümlü kılınmış yeni mahkemenin kurulmasıyla devreye sokulan) geçerlik karinesinin yardımıyla ABD Patent ve Marka Tescil Bürosu’nun patentlerin kalitesinden çok sayılarına verdiği önem, fikirlerin özelleştirilmesi trendini güçlendirdi. Önceleri sadece zarar ziyan tazminatı şeklinde olan yaptırımlar (örneğin mahkemece kararlaştırılan para cezasının patent hakkını ihlâl eden tarafından patent sahibine ödenmesi vb.) şimdi, patent hakkını ihlal edenlerin hapis cezalarına çarptırılabilmesi gibi çok daha sert cezalar içeriyor. Bu tür yaptırımlar, ABD’nin baskısıyla, dünyanın çeşitli ülkelerinin mevzuatında da görülmeye başladı.
Günümüz ve Gelecekteki Durum
Bir denetim ideolojisi olarak FMH’nin buradan nereye gideceği açık değil. Gelişmekte olan ülkeler arasında orta büyüklükte bir grup var. Kendi çıkarlarını dile getirmek, bunları savunmak için harekete geçmek isteyen ve bunu yapabilecek konumda olan bu grup içinde güçlü bir tepki şimdiden ortaya çıkmış durumda. ABD’de de bilimsel bilgiye ve korunmuş teknolojiye erişimde görülen azalma kendi olumsuz etkilerini yaratmaya başlıyor. ABD’nin askerî girişimlerinde giderek yalnız kalması ve ekonomik hegemonyasını sürdürebileceği konusundaki şüpheli durum da ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye teşvik ediyor.
Sonuç
Son 40 yıl içinde, fikrî mülkiyet hukuku, hukukun muğlak bir alanı olmaktan çıkıp ABD ekonomisinin en önemli unsuru ve kürselleşmenin canalıcı noktası haline gelmiştir. FMH, ABD’de bir avuç şirket içinde ekonomik gelişmeyi merkezileştirmiş, ağır baskılar içeren ticari anlaşmalar yoluyla onlara tahayyül edilmedik küresel kazançlar sağlamış, muazzam genişlikte bir cezai müeyyide ağı ile dünyanın dört bir yanında toplumları ele geçirmiştir. (Bu yaptırımlar, yeni özelleştirilmiş kamusal araziyi koruyan çitleri tahrip etmeye kalkan köylülerin resmen kellelerinin uçurulduğu Birleşik Kırallık Muhafaza Kanunları (Enclosure Acts) ile karşılaştırılabilecek kadar ağırdır.) FMH’nin etki alanı ders kitaplarından müziğe, ilaçlardan yiyecek maddelerine kadar herşeyi kapsar.
Dünyaya önce TRIPS, sonra daha güçlü olarak CAFTA gibi ikili anlaşmalar kanalıyla dayatılan, Irak’ın istilasıyla ilk defa askeri yollarla yürürlüğe sokulan FMH, gündemlerinde çok daha acil konular bulunmasına karşın G-8 zirvelerinde ve Dünya Bankası gibi kuruluşların programlarında şimdi ilk sıralarda bir yer işgal etmektedir. FMH cezai müeyyidelerin dünyaya yayılmasını sağlamakla kalmamış, yetkilerini ABD hukukundan alan ABD savcılarının da dünyaya yayılmasına sebep olmuştur. ABD’de halen demokratik tartışmalarla kısmen yumuşatılabilen FMH, ABD dışında böyle bir demokratik tartışma olmadığı için, Irak savaşının şiddeti ve vahşeti aracılığıyla ihraç edilerek o ülkedeki kanunların yerini almıştır. (Bunun, uluslararası hukukun ihlâli demek olduğunu belirtmek gerekir). Savaşın FMH mevzuatını ihraç etmek için yeni ve tercih edilen bir yöntem olup olmadığı açık değil.
Ancak, ABD’de yeni buluşlar felce uğradıkça ve gelişmekte olan ülkeler kendi çıkarları ile kendi toplumlarının ihtiyaçlarına odaklandıkça, küreselleşmiş bir ekonomiyi kontrol etmenin bu yolu geri tepmeye başlamıştır. Bugünün uluslararası ilişkilerinin dili kaba kuvvet; ama FMH’yi bu şekilde küresel olarak uygulamaya sokmanın mümkün olup olmayacağı henüz belli değil. Yaratıcı beyinlerin de geçimlerini herkes gibi kendi çalışmalarının ürünleriyle sağlamaları gerektiği tartışma götürmez; fakat bugün FMH yeni buluşları ve yaratıcılığı özendirmenin çok ötesine geçmiş durumda. Fikrî mülkiyet, askerî gücün görünmeyen yüzü haline geldi; yükselişi ya da düşüşü de, büyük ölçüde askerî gücün başarısı veya yenilgisi ile belirlenecektir.
Virginia Keyder
Çev; Vivian Kohen ve Ömer Madra
- KHG’nin unutulmaz bir tasvirini görmek için Stephanie Black’in 2001 tarihli Life and Debt (Hayat ve Borç) adlı filmini izleyebilirsiniz.