Çocukluğumuzun sahil kasabalarında bütün ‘çete’nin yüreğine ürpertili bir heyecan salan büyülü sözcükler. Heyecan, güneşin yeni göveren tuzlu küçük bedenlerimiz üstüne acımasızca çullanacağını bilmek gibi mazoşistçe bir keyiften geliyordu. O yazın da adam gibi, yani düpedüz yaz gibi yaşanacağını kendi biyolojik mevsim saatimizle bilmekten gelen bir güvenden kaynaklanıyordu daha doğrusu. Ürpertiyse, korkudandı.
‘Eyyâm-ı bâhûr’ ya da o kasaba çocuklarının tümünün ağzındaki yanlış söyleyişle ‘ehen buhur’, daima Ağustosun hemen başında yakıcı bir sıcak dalgası hâlinde gelip bir hafta boyunca hepimizi buharlaştırırken, bir de tatsız söylenceyi yanında getirirdi: ‘Sam yeli’.
Şaşmaz bir şekilde sekiz gün süren ‘ehen buhur’ sırasında esen bu yelin, değdiği ıslak bedenlerde beyaz beyaz lekeler bırakacağına, bu lekelerin de ömür boyu silinmeyeceğine o zamanlar aramızda inanmayan yoktu. Küçük beyaz lekeler o an için pek önem taşımasa da, birkaç ay ya da en geç bir yıl içinde karşı cinsle kuracağımızdan emin olduğumuz romantik ilişkiler açısından ölümcül bir estetik engel oluşturacağından, bu konuda herkesin derin bir korkusu olurdu. Allahtan, her şeyin mutlak çaresinin bulunduğu o müthiş dönemde yaşıyorduk: Demir, sam yelinin amansız düşmanı ve kalkanıydı. Boyna veya bileğe bir iple asılacak ya da mayonun lastiğine iliştiriliverecek küçücük paslı bir çivi -mutlaka demir olmalıydı, başkası, altın bile olsa bu durumda asla işe yaramazdı!- doğanın müthiş gücünden gelecek her türlü tehlikeyi bertaraf etmeye yeterli olacaktı. Ve öyle de oldu. Sahil kasabasında geçirdiğimiz o altın çocukluk yıllarında, her seferinde muntazaman gelen ve muntazaman sekiz gün sürdükten sonra geçip giden ‘ehen buhur’larda malum önlemi alanlardan hiçbiri -arada yüzerken çivisini düşürmüş olsa dahi- sam yeli yiyip ‘lekelenmedi’ ve dolayısıyla da sonraki yıllarda hepsi pek çok güzel aşk yaşadılar…1 Ömer Madra . 2 Ağustos 2000 .
- 2 Ağustos 2000 tarihli Yeni Binyıl gazetesinde yayınlanmış olan ‘Eyyâm-ı Bâhûr’ başlıklı yazıdan.↩︎