İnsanoğlu önce meyve topladı… Çiçek, yaprak, tohum belki de biraz böcek, kurt vs. ile beslendi; sonra köklere de dadandı. Ardından âletler yaptı, avlanmaya başladı, av eti tüketti. Derken tarım yapmaya, yiyeceği bitkileri çoğaltmaya başladı, onların üremelerine destek oldu. Hayvanları evcilleştirip daha çok faydalanacağı, daha çok yiyeceği şekilde üretmeye başladı. Önce bu işleri bölgesel üretip tüketti, sonra başka bir bölge insanı için kıymetli olan ürünlerden daha fazla üretip; değiş tokuş, ticaret yapmaya başladı. Baharat-ipek yolu bunun en güzel eski örneklerinden.
Yakın çağlara gelirken bazı coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarında bazı bireylerin iştahı arttı; takas yaparken ‘kâr’ adı altında yeni bir kavram geliştirdiler. Eşit bir alışverişi hedefleyen takasın tam tersine ‘kendi payını sürekli sınırsız olarak arttırma isteği’ üzerine kurulu bu sistem gıda üretimini hızla çoğalttı, işin endüstriyelleşmesine kadar getirdi olayı. Yani bir tahıl doğal hali ile öğütülüp kolayca tüketilebilecek ve maliyeti bu şekilde çok daha az ve herkesçe karşılanabilir olacakken bu tahılı herkesin yapamayacağı, beyaz, daha uzun süre dayanıklı, daha az alanda daha çok miktarda yetişebilen bir hale getirdik. Dürüstlük ile ‘kârlılık’ da örtüşmediği için kendimizi kandırıp tüm bu şeytani iştah ile yaptıklarımızı ‘ihtiyaç’ olarak tanımlamanın yollarını bulduk. Eski günlerde bir toprak ağası, üretimi halkını daha iyi besleyebilmek için yaptığını söyleyip çalışanlarını ezerken, bugün de genetik bilimini ‘kâr’ı arttıracak işler için tekellerine almaya çalışan yapılar, amaçlarının “dünyanın aç insanlarını doyurmak” olduğunu söylüyor.
Yanılgıyı Farketmek
Her çağda da yanılgıyı fark edip, doğanın, yaratılışın, adaletin, dürüstlüğün arayışına giren insanlar, yeni bir isimle de olsa doğa ile uyumlu üretim ve tüketim modelleri geliştirdiler. Hep de başarılı oldular. Şu anda dünyada yaşamın devam ediyor olmasının sebeplerinden biri de bu insanların vermiş olduğu emek sayesinde oluşan yaşam kültürünün bize ulaşabilmiş parçaları. Böylece tahıllar ve meyveler doğru yollarla yetiştirilmeleri sayesinde çoğaldılar, ve sınırsız iştahımızı olmasa da tüm insanlığı doyurabilecek hale geldiler.
Dürüstlüğün ‘kâr’dan köşe bucak kaçtığı son yüzyılda dünyayı en çok bozan, talan eden toplumlar; ayıplarını örtmek, bir nebze geri adım atmak, doğa dostu, sağlıklı üretime geri dönebilmek için ekolojik (biyolojik-organik) tarımı geliştirdiler. İnsanlar arası adalet; yoksulluk ve haklar konusunda her zaman çok fazla etkili olamasa da, insanın doğa ile hukukunu tarımsal üretimde oldukça detaylı ve dinamik bir sistemde tanımlayan bu üretim şekli idealist toplum öncüleri tarafından geliştirildi. Sonrasında bir kısım idealist ve bir de ‘kâr’ amacı güden ve idealizm ölçüleri farklı olan kişilerce yaygınlaştırıldı.

Bugün de ekolojik tarım birkaç değişik şekilde yaygınlaşıyor; ekonomik olarak çok gelişmiş ülkeler üretim ve tüketimlerini hızla bu yönteme çevirirken, bu bedelin bir kısmını da başka coğrafyalara yükleyerek gerçekleştiriyorlar. Bütün dünyaya konvansiyonel (sadece ‘kâr’a odaklı) ürün, yöntem ve girdi pazarlarken; kendilerine bütün dünyadan belirlenen standartlarda ‘ekolojik’ ürünler alıyorlar. Orta ve az gelişmiş ekonomiye sahip ülkelerde ise ekolojik üretim, idealist insan ve grupların inisiyatifine kalmış durumda.
Zengin Mutfağı
Türkiye’de de ekolojik üretim yirmi yılı aşkın süre önce zengin ülkelerin talebi ile başladı. Uzun süre biz atalarımızın tohumlarını, yöntemlerini, tatlarını ve kültürlerini kaybeder ve dedemizi beşiklerde sallar iken ülkemizde ekolojik tarımdan doğa, çiçek, böcek faydalandı ama bizim mutfaklarımıza giremedi ürünleri. Yönetmeliği çıktı, çiftçiler denetlendi, kayısılar, incirler, üzümler kurutulup gönderildi Avrupalara ama biz yiyemedik. Ta ki Türkiye’de de ‘kâr’ odaklı olmayan ekolojik hareket güçlenip Buğday Derneği gibi bir sivil örgüt işi ciddi şekilde ele alana kadar. Odak oluştuktan sonra hızla ülkemizde kanunlar yapıldı. İşin hem devlet bazında, hem de sivil ve ticari bazda öncü yapıları kuruldu. İç pazar ve yerli tüketici hesaba katılarak çeşitli alışveriş yöntemleri geliştirildi. Bu yapı şu anda da ‘kâr’cılar ile idealistlerin dahi ortaklık ettiği bir düzende hızla gelişiyor ve toplumun ‘bireyleri’ ne kadar sahip çıkarsa o kadar güçlü bir umut kapısı olarak gelişmeye devam edecek. Çünkü ülkemizde iyi tat, sağlık, temiz su, temiz toprak arayışı var. İmkânlar genişledikçe, tüketiciler de tercihlerini ekonomik olarak başa çıkabildikleri ölçülerde bu yönde kullanmaya yöneliyorlar. Kırsaldaki küçük üreticiler ise (Türkiye nüfusunun yaklaşık %30’u) değişen koşullarda ayakta kalma, geçinebilme umuduyla bu işi yaparak, ellerindeki imkânlarla büyük bir yatırım yapmadan, sadece örgütlenerek ve çalışarak yaşamlarını (fazla ‘kâr’ getirmese dahi) idame ettirebilme fırsatını yakalayabiliyorlar. Ekolojik tarım Türkiye’nin ve benzer birçok ülkenin geleceğinin alternatifsiz ‘yaşam sigortası’ –tabii eğer ‘kâr’ altında kalmazsa…
Victor Ananias