“Yahu, çocukça bir oyun işte,” dedi Oğuz. “Bir zamanlar iyi vakit geçirirdim bunlarla… Sonra, büyüyünce, bıraktım… Peki peki kızma, anlatacağım. Gülme ama! Gülmeyeceksin, söz mü? Peki… Bak şimdi, ben yıllar önce bu ‘bilya maçı’nı icad ettim. On yaşındayken filan… Yani belki başkaları da aynı oyunu bulmuşlardır ama ben kimseden görmedim, anlatabiliyor muyum? Hiçbir zaman öbür çocukların oynadığı oyunları oynamadım ben. Hani kaptan, kafa-karış, mors filan vardır, sen bilmezsin. Ben bilyalara futbol maçı yaptırmaya başladım. Bayağı futbol. Şöyle: Onbirerden iki takım yapıyorsun. İkisini de kendin oynatıyorsun. Zevki burda zaten. Gerçek futbol kurallarına göre oynanıyor oyun. Ofsayt mofsayt hepsi geçerli yani; Şu halı var ya, o saha oluyor. Bak, ta o zamandan kalma. Renginin yeşil olması da benim şansım işte. Yoksa, meselâ kırmızı bir sahada maç yapıldığını düşünebiliyor musun? Epey zevksiz olurdu herhalde. Neyse. Halıya bir iğneyle incecik çiziyorsun sahanın çizgilerini. Bak, yıllar sonra hâlâ izleri duruyor üzerinde, kaybolmamış… Satranç kalelerini de futbol kalesi yapıyorsun. Çünkü bunlar masif biliyor musun: Ağır ve sağlam. Top vurunca devrilmemeli. Direkten dönmeli top. Yoksa tatsız olur, anladın mı? Gerçek dışı olur. Tabii, üst direğin yok bu durumda. Sahici kaleden biraz farklı, ama olur o kadar. Neyse işte, kaleleri koyup oyuncuları diziyorsun istediğin sisteme göre. Ben genellikle WM dizilişiyle başlatırdım takımlarımı. Biraz eski bir sistemdir, ama bilya maçında çok etkilidir. Bak, şu küçük beyazlar var ya, onlar toptur. Görüyor musun nasıl çentik çentik olmuş üstleri? Çok darbe yemekten. Bir takımın topa üç kere vurma hakkı vardır: İster şut çekersin, ister paslaşırsın, orası sana kalmış. Üç vuruşun sonunda hak öbür takıma geçer. Yalnız, arada vuramazsan, ıskalarsan filan, gene öbür takıma geçer. Taç, aut, korner filan sahici futboldaki gibidir: Tek vuruş olarak yapılır. Böyle oynarsın işte… Şunlar kalecidir. Onlar her zaman öteki oyunculardan daha büyüktür. Kaleci onsekiz çizgisini aşarsa, serbest vuruş olur. Bir oyuncu top yerine karşı taraf oyuncusuna vurursa, faul yapmış olur: Gene serbest vuruş. Ha, önemli bir kural daha var, söylemeyi unuttum: Oyun böyle faul gibi durumlarda kesildiğinde, her iki takımın oyuncularını da istediğin gibi yeniden dizebilirsin. Defans oyuncularıyla baraj kurarsın meselâ. Baraj mesafesi, benim elimle bir karıştır. Forlar, yani hücumcular ayrıdır. Oyuncuların hepsinin ayrı görevi vardır. Şimdi inanmayacaksın tabii, ama hepsinin ayrı adları da vardır; kişilikleri ve oyun stilleri de değişiktir. Gülme. Oyuncuların adları gerçek hayattakine uygundur. Bu işlere çok meraklı bir arkadaşımla günlerce oturup onun defterlerinden derlemiştik. Çılgının biriydi bu herif: Böyle koca koca kareli defterleri vardı. Bu defterlere dünyadaki bütün spor olaylarını kaydederdi. Bütün milli takım oyuncularının adları, bütün atletlerin dereceleri yazılıydı. Etierveras-singham diye Seylanlı bir yüksek atlayıcının derecesi bile yazılıydı adamda, hiç unutmuyorum… Neyse, bak şimdi, bu torbanın içinde on tane takım olması lâzım. Halıya dökelim de gör. Dünyanın belli başlı milli takımlarıydı bunlar. Onbirerden yüzon oyuncu eder. Yedekler de var tabii; onlarla birlikte yüzotuz. Ve ben, ayıptır söylemesi, bunların hepsini tek tek tanırdım. Hoş, hâlâ da çoğunu hatırlıyorum ya neyse. İstersen sor. Bak meselâ, şu beyaz üstüne incecik yeşil çizgileri olan, Grosicz’tir: Macar milli takımı kaptanı ve kalecisi. Çok ünlüdür. Macarları 3-1 yendiğimiz maçta bize karşı oynamadı. Sakattı. ‘Cacık’ derdik biz ona, arkadaşımla. Şöyle bakınca cacığa benzemiyor mu biraz? Bakma, korkunç iyi bir kalecidir. Dünya karması yaptığımda kaleyi her zaman o korur. Korurdu yani. O zamanlar, yılda iki üç kez Dünya Kupası düzenlerdim. Aylarca sürerdi turnuva. Maçların hepsini kendim oynatırdım tabii. Başka arkadaşlarla oynamazdım. Bu adları birlikte bulduğumuz arkadaşla bile. Müthiş ustayımdır çünkü: Topa açı vermede üstüme yoktur. Bilya maçında da en önemli meselelerden biridir bu açı işi. Bu kadar usta olunca, başkalarıyla zevki çıkmıyor. Bir iki kez denedik. Hangi takımı ben oynattımsa o ötekileri hezimete uğratıyordu. 11-0, 14-1 gibi garip skorlar çıkıyordu ortaya. Sahici dünyadaki gibi olmuyordu. Ben de bu uygulamadan hemen vazgeçtim tabii, kendi kupalarımı kendim yürüttüm. Bir de defterim vardı … buralarda bir yerde olacak, bulursam gösteririm sonra, İşte bütün sonuçlar, golleri atanlar, gollerin atıldığı dakikalar, gol kralları, yıldız kralları filan… Hepsi o deftere kaydedilirdi. Bak, şu kırmızı-beyaz alacalı, Kopa’dır: Fransız’ların büyük yıldızı. Benim yaptığım son Dünya Kupası’nın gol kralıydı. İlerlemiş yaşına rağmen çok iyi oyuncuydu. Golü ‘koklardı’ adeta. Bak, bu da Metin. Metin Oktay. Dünya çapında bir oyuncudur. Hatta dünyanın en iyi santrforudur bence. Yani gerçek hayatta. Ben de bu bilyayı uzun aramalardan sonra özel olarak seçtim zaten. Ama, işte burada bir trajedi yatıyor: Onu gerçek maçlarda hiç oynatamazdım ne yazık ki. Objektif olamayacağımdan korktuğum için, Türk Milli Takımı’nı dünya kupalarına sokmazdım. O zaman Metin de oynayamazdı tabii. Onu yalnız özel maçlarda oynatırdım, bir de dünya karmasında. O maçlarda da harikalar yaratırdı. Milliyetini değiştirip bir başka milli takımda da oynatamazdım ya adamı… Gül bakalım sen.”
Nevra, güldüğünü belli etmemek için elini ağzına sımsıkı kapatmıştı, ama omuzlarının sessiz kahkahalarla titremesini engelleyemiyordu. Oğuz da gülüyordu tabii. Biraz bekledi, sonra yine gülerek devam etti: “Bu arada seyirciyi de unutmamalıyız. Bilya maçlarını çok sayıda seyirci izler. Daha doğrusu, seyirci sayısı o gün oynanan maçın önemine göre değişir. Bu nasıl belirlenir, biliyor musun? Şöyle: Şu yaslandığın divanla koltuklar, tribündür. Sahayı çepeçevre saracak biçimde çekersin tabii bunları maçtan önce. Sonra, şu karton kutuyu alırsın. İçine bakmadan avucunu daldırırsın, bir avuç taş çıkarırsın. Önemli bir maçsa, bir avuç daha çıkarırsın. Bunları güzelce yerleştirirsin tribünlere. Sonra da sayarsın. Her piyon, bin kişiyi temsil eder. Daha büyük taşlar, yani atlar, filler filan da beşer bin kişiyi temsil ederler. Sembolik bir yöntem kullanıyorsun yani burada. Sonra da oturur, her maçın seyirci sayısını bir güzel kaydedersin deftere. Son İspanya-Brezilya finalim tam yetmişaltı bin seyirci önünde oynanmıştı. Yani, bütün kutu kullanıldı… Seyirciler, oyuncular gibi değil tabii, onları tek tek tanımam. Seyirci anonim bir kitledir, tanınmaz. Tezahürat yapar sadece. Evet, maçı oynatırken bir yandan da anlatıyorsun elbette. Aynen radyodan anlatıldığı gibi. Anlatmazsan hiç zevki olmaz ki… Bütün oyuncuları bildiğin için gayet canlı bir anlatım sağlarsın. Tehlikeli pozisyonlarda, kaçan fırsatlarda, gollerde filan avaz avaz bağırdığın olur. Bir heyecan kasırgası halinde geçen maçların sonunda ses kısılması, oldukça sık raslanan bir olaydır… Maçı anlatırken, arkadan korkunç bir tezahürat yükselir. Böyle:”
Oğuz, ağzını kalın bir boru gibi yaptı. Bir cama hohlar gibi, tribünlerden yükselen muazzam uğultuyu taklit etti.
Sonra da sustu artık. Kulakları kendi sesiyle doluydu.
Nevra, iki küçük yumruğuyla gözlerinin yaşını sildi. “Off,” dedi. “Âlemsin. Senin gibisini hiç görmemiştim.” Uzanıp Oğuz’un paketinden bir sigara aldı: “Şu bileğim geçsin, seninle mutlaka bir ‘bilya maçı’ yapalım, olur mu?”
“Olmaz,” dedi Oğuz, onun sigarasını yakarken. “Futbolu bıraktım, jübilemi yaptım, spor malzemesi satan bir dükkân açtım. Her gün oradayım. Gelirsen, eski büyük maçlardan konuşuruz.” Sonra, kızın gülmesine aldırmadan, olanca ciddiyetiyle bilyalarını topladı, torbayı kaldırıp kalktı. Yine kendisinin farkındaydı.(…)1 (Bkz; Dünya Düğme Futbolu, Bilye, Metin Oktay)
- Ömer Madra’nın, artık piyasada mevcudu kalmamış olan Romanımla Sana Bir Ses… adlı romanından alınmıştır. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1991, s. 28-31)↩︎