Ömer Madra

Dünya Bilya Futbolu

“Yahu, çocukça bir oyun işte,” dedi Oğuz. “Bir zaman­lar iyi vakit geçirirdim bunlarla… Sonra, büyüyünce, bırak­tım… Peki peki kızma, anlatacağım. Gülme ama! Gülmeyeceksin, söz mü? Peki… Bak şimdi, ben yıllar önce bu ‘bilya maçı’nı icad ettim. On yaşındayken filan… Yani belki baş­kaları da aynı oyunu bulmuşlardır ama ben kimseden gör­medim, anlatabiliyor muyum? Hiçbir zaman öbür çocukla­rın oynadığı oyunları oynamadım ben. Hani kaptan, kafa-karış, mors filan vardır, sen bilmezsin. Ben bilyalara futbol maçı yaptırmaya başladım. Bayağı futbol. Şöyle: Onbirerden iki takım yapıyorsun. İkisini de kendin oynatıyorsun. Zevki burda zaten. Gerçek futbol kurallarına göre oynanı­yor oyun. Ofsayt mofsayt hepsi geçerli yani; Şu halı var ya, o saha oluyor. Bak, ta o zamandan kalma. Renginin yeşil olması da benim şansım işte. Yoksa, meselâ kırmızı bir sa­hada maç yapıldığını düşünebiliyor musun? Epey zevksiz olurdu herhalde. Neyse. Halıya bir iğneyle incecik çiziyor­sun sahanın çizgilerini. Bak, yıllar sonra hâlâ izleri duruyor üzerinde, kaybolmamış… Satranç kalelerini de futbol kale­si yapıyorsun. Çünkü bunlar masif biliyor musun: Ağır ve sağlam. Top vurunca devrilmemeli. Direkten dönmeli top. Yoksa tatsız olur, anladın mı? Gerçek dışı olur. Tabii, üst direğin yok bu durumda. Sahici kaleden biraz farklı, ama olur o kadar. Neyse işte, kaleleri koyup oyuncuları diziyor­sun istediğin sisteme göre. Ben genellikle WM dizilişiyle başlatırdım takımlarımı. Biraz eski bir sistemdir, ama bilya maçında çok etkilidir. Bak, şu küçük beyazlar var ya, onlar toptur. Görüyor musun nasıl çentik çentik olmuş üstleri? Çok darbe yemekten. Bir takımın topa üç kere vurma hak­kı vardır: İster şut çekersin, ister paslaşırsın, orası sana kal­mış. Üç vuruşun sonunda hak öbür takıma geçer. Yalnız, arada vuramazsan, ıskalarsan filan, gene öbür takıma ge­çer. Taç, aut, korner filan sahici futboldaki gibidir: Tek vu­ruş olarak yapılır. Böyle oynarsın işte… Şunlar kalecidir. Onlar her zaman öteki oyunculardan daha büyüktür. Kaleci onsekiz çizgisini aşarsa, serbest vuruş olur. Bir oyuncu top yerine karşı taraf oyuncusuna vurursa, faul yapmış olur: Gene serbest vuruş. Ha, önemli bir kural daha var, söylemeyi unuttum: Oyun böyle faul gibi durumlarda ke­sildiğinde, her iki takımın oyuncularını da istediğin gibi ye­niden dizebilirsin. Defans oyuncularıyla baraj kurarsın me­selâ. Baraj mesafesi, benim elimle bir karıştır. Forlar, yani hücumcular ayrıdır. Oyuncuların hepsinin ayrı görevi var­dır. Şimdi inanmayacaksın tabii, ama hepsinin ayrı adları da vardır; kişilikleri ve oyun stilleri de değişiktir. Gülme. Oyuncuların adları gerçek hayattakine uygundur. Bu işlere çok meraklı bir arkadaşımla günlerce oturup onun defter­lerinden derlemiştik. Çılgının biriydi bu herif: Böyle koca koca kareli defterleri vardı. Bu defterlere dünyadaki bütün spor olaylarını kaydederdi. Bütün milli takım oyuncuları­nın adları, bütün atletlerin dereceleri yazılıydı. Etierveras-singham diye Seylanlı bir yüksek atlayıcının derecesi bile yazılıydı adamda, hiç unutmuyorum… Neyse, bak şimdi, bu torbanın içinde on tane takım olması lâzım. Halıya dö­kelim de gör. Dünyanın belli başlı milli takımlarıydı bun­lar. Onbirerden yüzon oyuncu eder. Yedekler de var tabii; onlarla birlikte yüzotuz. Ve ben, ayıptır söylemesi, bunla­rın hepsini tek tek tanırdım. Hoş, hâlâ da çoğunu hatırlıyo­rum ya neyse. İstersen sor. Bak meselâ, şu beyaz üstüne incecik yeşil çizgileri olan, Grosicz’tir: Macar milli takımı kaptanı ve kalecisi. Çok ünlüdür. Macarları 3-1 yendiğimiz maçta bize karşı oynamadı. Sakattı. ‘Cacık’ derdik biz ona, arkadaşımla. Şöyle bakınca cacığa benzemiyor mu biraz? Bakma, korkunç iyi bir kalecidir. Dünya karması yaptığım­da kaleyi her zaman o korur. Korurdu yani. O zamanlar, yılda iki üç kez Dünya Kupası düzenlerdim. Aylarca sürer­di turnuva. Maçların hepsini kendim oynatırdım tabii. Başka arkadaşlarla oynamazdım. Bu adları birlikte bulduğumuz arkadaşla bile. Müthiş ustayımdır çünkü: Topa açı ver­mede üstüme yoktur. Bilya maçında da en önemli mesele­lerden biridir bu açı işi. Bu kadar usta olunca, başkalarıyla zevki çıkmıyor. Bir iki kez denedik. Hangi takımı ben oynattımsa o ötekileri hezimete uğratıyordu. 11-0, 14-1 gibi garip skorlar çıkıyordu ortaya. Sahici dünyadaki gibi olmuyordu. Ben de bu uygulamadan hemen vazgeçtim tabii, kendi kupalarımı kendim yürüttüm. Bir de defterim vardı … buralarda bir yerde olacak, bulursam gösteririm sonra, İşte bütün sonuçlar, golleri atanlar, gollerin atıldığı dakika­lar, gol kralları, yıldız kralları filan… Hepsi o deftere kay­dedilirdi. Bak, şu kırmızı-beyaz alacalı, Kopa’dır: Fran­sız’ların büyük yıldızı. Benim yaptığım son Dünya Kupası’nın gol kralıydı. İlerlemiş yaşına rağmen çok iyi oyun­cuydu. Golü ‘koklardı’ adeta. Bak, bu da Metin. Metin Ok­tay. Dünya çapında bir oyuncudur. Hatta dünyanın en iyi santrforudur bence. Yani gerçek hayatta. Ben de bu bilyayı uzun aramalardan sonra özel olarak seçtim zaten. Ama, iş­te burada bir trajedi yatıyor: Onu gerçek maçlarda hiç oynatamazdım ne yazık ki. Objektif olamayacağımdan kork­tuğum için, Türk Milli Takımı’nı dünya kupalarına sokmaz­dım. O zaman Metin de oynayamazdı tabii. Onu yalnız özel maçlarda oynatırdım, bir de dünya karmasında. O maçlarda da harikalar yaratırdı. Milliyetini değiştirip bir başka milli takımda da oynatamazdım ya adamı… Gül ba­kalım sen.”

Nevra, güldüğünü belli etmemek için elini ağzına sım­sıkı kapatmıştı, ama omuzlarının sessiz kahkahalarla titre­mesini engelleyemiyordu. Oğuz da gülüyordu tabii. Biraz bekledi, sonra yine gülerek devam etti: “Bu arada seyirciyi de unutmamalıyız. Bilya maçlarını çok sayıda seyirci izler. Daha doğrusu, seyirci sayısı o gün oynanan maçın önemi­ne göre değişir. Bu nasıl belirlenir, biliyor musun? Şöyle: Şu yaslandığın divanla koltuklar, tribündür. Sahayı çepeçevre saracak biçimde çekersin tabii bunları maçtan önce. Sonra, şu karton kutuyu alırsın. İçine bakmadan avucunu daldırırsın, bir avuç taş çıkarırsın. Önemli bir maçsa, bir avuç daha çıkarırsın. Bunları güzelce yerleştirirsin tribünle­re. Sonra da sayarsın. Her piyon, bin kişiyi temsil eder. Da­ha büyük taşlar, yani atlar, filler filan da beşer bin kişiyi temsil ederler. Sembolik bir yöntem kullanıyorsun yani bu­rada. Sonra da oturur, her maçın seyirci sayısını bir güzel kaydedersin deftere. Son İspanya-Brezilya finalim tam yetmişaltı bin seyirci önünde oynanmıştı. Yani, bütün kutu kullanıldı… Seyirciler, oyuncular gibi değil tabii, onları tek tek tanımam. Seyirci anonim bir kitledir, tanınmaz. Teza­hürat yapar sadece. Evet, maçı oynatırken bir yandan da anlatıyorsun elbette. Aynen radyodan anlatıldığı gibi. An­latmazsan hiç zevki olmaz ki… Bütün oyuncuları bildiğin için gayet canlı bir anlatım sağlarsın. Tehlikeli pozisyonlar­da, kaçan fırsatlarda, gollerde filan avaz avaz bağırdığın olur. Bir heyecan kasırgası halinde geçen maçların sonun­da ses kısılması, oldukça sık raslanan bir olaydır… Maçı an­latırken, arkadan korkunç bir tezahürat yükselir. Böyle:”

Oğuz, ağzını kalın bir boru gibi yaptı. Bir cama hohlar gibi, tribünlerden yükselen muazzam uğultuyu taklit etti.

Sonra da sustu artık. Kulakları kendi sesiyle doluydu.

Nevra, iki küçük yumruğuyla gözlerinin yaşını sildi. “Off,” dedi. “Âlemsin. Senin gibisini hiç görmemiştim.” Uzanıp Oğuz’un paketinden bir sigara aldı: “Şu bileğim geçsin, seninle mutlaka bir ‘bilya maçı’ yapalım, olur mu?”

“Olmaz,” dedi Oğuz, onun sigarasını yakarken. “Futbo­lu bıraktım, jübilemi yaptım, spor malzemesi satan bir dük­kân açtım. Her gün oradayım. Gelirsen, eski büyük maçlar­dan konuşuruz.” Sonra, kızın gülmesine aldırmadan, olan­ca ciddiyetiyle bilyalarını topladı, torbayı kaldırıp kalktı. Yine kendisinin farkındaydı.(…)1 (Bkz; Dünya Düğme Futbolu, Bilye, Metin Oktay)


  1. Ömer Madra’nın, artık piyasada mevcudu kalmamış olan Romanımla Sana Bir Ses… adlı romanından alınmıştır.  (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1991, s. 28-31)↩︎
Paylaş:

Önceki Yazı

Duvar

Adem Örmar ve Zeynpe Damar
Güvenlik duvarları, insanları belli bir çizgi veya sınırın öbür tarafına geçmekten alıkoymak, onların hareketini sınırlandırmak veya iki nüfusu birbirinden ayırmak…
Devamını Oku

Sonraki Yazı

Dünya Düğme Futbolu

Emre Zeytinoğlu
Orhan Pamuk, İstanbul: Hatıralar ve Şehir1 adlı kitabında, çocukluk anıları arasında ağabeyi ile yaptığı bilye ya da düğme maçlarından konu…
Devamını Oku

İlgili İçerikler

Kaspar Hauser

Aynur Demircan
Postdramatik tiyatro, tiyatro insanlarını ve eleştirmenlerini söz konusu sanat biçemine ait olarak bildikleri bütün güvenli kalıplarından eden ve bu yüzden…
Devamını Oku

Söz

Açık Radyo
  Açık Radyo’da Yayınlanan Sözel Program Konularından Bazıları Haber ve yorum, genel kültür, felsefe, dil, çevre, ekoloji, sivil toplum, kadın,…
Devamını Oku

Parti

Açık Radyo
  Açık Radyo’nun, yayın hayatına başlamasına 6 ay kala yayınlanan Manifestosu, “…Eğlenemiyoruz!” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu: “Radyo, televizyon,…
Devamını Oku

Nazmi Sesalan

Cemal Ünlü
İkinci Dünya Savaşı yılları Türk plakçılığı için kolay yıllar olmadı. Ham madde darlığının yanı sıra radyo yayınlarının giderek yaygınlaşması plak…
Devamını Oku