Önce müzik vardı. Sonra sesler kaydedildi. Ve birileri kaydedilmiş müzikleri kendi zevklerine göre biraraya getirip insanlara dinlettiler. Böylece müzik dünyasında sanatsal anlamda değeri sürekli tartışılan Dj’liğin temelleri atılmış oldu. 1877’de Thomas Alva Edison tarafından sesin ilk kez kaydedilmesiyle başlayan macera, insan seslerini ve müziği önce fonografa, ardından gramofona ve nihayet pikaba taşıdı. 1906’da ABD, Massachussets’de bir radyoda Haendel’in ‘Largo’sunu plaktan çalan Reginald A. Fessenden teorik olarak tarihteki ilk Dj oldu. Başlangıçta zanaatkâr olarak görülen Dj 1960’larda müzikal ve sosyal yeteneklerinin bir bir ortaya çıkmasıyla müzisyen ve sanatçı kimliğini kazandı. Disco, hip-hop, ve house gibi müziklerin ortaya çıkışıyla Dj hem bir besteci, hem de bir yıldız, gençlerin takip ettiği bir şahsiyet oldu.

Dj’e Kalkan Eller Kırılsın
II. Dünya Savaşı’na kadar Dj’lerin tek aktivite alanı radyoydu. Bu dönemde radyolar da canlı performansları tercih ediyorlar, ancak zor durumda kaldıklarında plak çalıyorlardı ama kendi saatlerinde sadece plak çalan Dj’ler de vardı. Plak çalan radyo Dj’leri arasından belli isimler parlamaya başladı. Her hafta binlerce mektup alan, çaldığı her plağı meşhur eden Dj’ler doğal olarak plak şirketlerinin de dikkatini çekti. Böylece sonucunda da ‘payola’, ya da ‘pay-to-play’ denen kavram ortaya çıktı. Yani şirketler kendi plaklarını çalması için Dj’lere rüşvet veriyorlardı.
Payola ile Dj’ler müzisyen, şirket ve dinleyici arasındaki aşk ve entrika çemberindeki yerini aldı. Hepsi bir yana, payola Dj’in güç, etki ve karizma sahibi olduğunun, ve gelecekte de müzik dünyasının önemli bir parçası olacağının göstergesiydi.
İlk yıldız Dj’ler Al Jarvis ve onun takipçisi Martin Block oldu. Block programında plakları bir konser izlenimi yaratacak şekilde ardarda çalıyor, arada ilginç ve eğlenceli konuşmalar yapıyordu. Henüz ‘mixing’ icat edilmediğinden şarkı aralarında bağlayıcı olarak konuşmalar ve ses efektleri kullanıyordu. Block bir süre sonra dinleyicilerinden her hafta gelen 12 bin mektupla ilgilenecek birilerini tutmak zorunda kaldı. Martin Block’un ardından Allen Freed, Murray the K gibi birçok efsane geldi geçti. ‘Kült şahıs ve gençlerin sevgilisi radyo Dj’i’ imajı 60’lara doğru yavaş yavaş silindi ve yokoldu. Kısa bir sessizlikten sonra 70’lere doğru Dj , underground gay club’larda farklı bir şekilde doğdu ve kendine müzik dünyasında sarsılmaz bir yer edindi.

“Fight For Your Right to Party”
Günümüzdeki ‘club’ların atası olan ‘disco’ adını Fransızca ‘discothèque’ sözcüğünden almıştı. Yunanca ‘diskos’ ve ‘theke’ sözcüklerinden oluşan diskotek, disklerin bulunduğu yer anlamına geliyordu. Böylece disko; club gibi, mekândan yola çıkarak müziği ve yarattığı altkültürü tanımlayan bir sözcük oldu. Disko Avrupa’da doğdu, kavramsal gelişimini ise Amerika’da tamamladı. İlk diskolar II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da ortaya çıktı. Alman işgali sırasında canlı müzik çalan kulüpler kapatılınca, savaş sırasında dahi eğlenmekten vazgeçmeyen gençler, Seine nehri kıyısında depolarda toplanmaya başladılar. Gizli saklı partilerde kendi kurdukları basit müzik sistemlerinde plaktan müzik dinleyip dansediyorlardı. İlk diskoların ‘underground’ özelliği savaştan kaynaklansa da, gençlerin Gizli Yediler halet-i ruhiyesiyle gizli saklı eğlenme alışkanlığı sürecekti.
Savaş sona erdiğinde canlı müzik çalan kulüpler tekrar açıldı, nehir kıyısı partileri dönemi sona erdi. Fakat plak çalan mekânlardan bazıları da açık kaldılar. Gece kulüplerine iyi caz ve rock’n’roll grupları bulmak kolay değildi. Oysa diskotekler Amerika’dan en yeni ve popüler plakları kolayca getirtebiliyorlardı. Üstelik koca bir orkestrayla karşılaştırınca tek bir Dj mekân sahipleri için de ucuza geliyordu. Böylece 50’lerin sonunda Fransa diskotek doldu. Bu durum müzik ve eğlence dünyasının en hassas ve insanları ikiye bölen kavramının da ilk örneği oldu. Yani underground olan kavramların evcilleştirilerek popüler kültürün bir parçası haline gelmesi. Bundan böyle gençler, içinde bulundukları her dönemde “önce ben gördüm”, “ben daha underground’um”, “benim engin müzik bilgim seninkini döver” diye birbirlerini yiyip duracaklardı.

Danset ya da Terket
Avrupa’dan Amerika’ya sıçrayan diskotek, dans, hız ve haza dayalı bir kültürün başlangıcıydı. Tarihteki ilk önemli club, 1960’ta New york’ta açılan Le Club oldu. O zamanlar insanları dansettiren müzik twist olsa da, gecenin başında yumuşak ve yavaş bir şekilde başlayıp, sonuna doğru hızın ve canlılığın artmasıyla zirveye ulaşacak şekilde durmaksızın müzik dinleme ve dansetme alışkanlığı burada ortaya çıktı. Yarı çıplak dansçı kızların ortalıkta dolaştığı, tam bir sefahat ortamı olan mekânın müdavimleri arasında Windsor Dükü, Ava Gardner gibi isimler vardı. Le Club’ü Peppermint Lounge ve benzeri mekânlar izledi.
60’ların sonuna doğru diskoteklerin çoğu yüksek sosyete, zenci, latin ya da gey kulüpleriydi. Bu mekânlarda çalınan Latin, funk ve rock etkileri taşıyan, sürekli beat’e dayalı ve ritm ağırlıklı yeni bir müzik, yavaş yavaş ortaya çıkmakta olan disko müziğin ilk haliydi. Disko, insanları sürekli dansettirmeyi, hatta durmalarına olanak vermemeyi amaçlıyordu.
İlk önemli underground club New York’taki Salvation oldu. O zaman çalınan müziğin adı ‘parti müziği’ idi. Çünkü Dj müziğin sesini kıstığı anda insanlar “Paaaarrtiiiiii” diye bas bas bağırıyorlardı. Salvation kapandığında New york’un en önemli underground club’ı The Church oldu. Eski bir kiliseden bozma mekân, satanist ayinlerini andıran bir dekorasyona sahipti. Gözleri alev alev yanan bir şeytan figürü nereye gitseler dansedenleri takip ediyordu. Bu durum Katolik Kilisesi’ni rahatsız etti. Bunun üzerine The Church, ‘Sanctuary’ adıyla ve yeni bir dekorasyonla tekar açıldı. Mekânların dönem dönem yeni isimlerle açılıp kapanmaları zaman içinde bir club klasiği haline gelecekti. Yeni işletmeyle Sanctuary gitgide bir gey diskoteği haline geldi. Disko ve house müziğin üreticileri ilk müzik eğitimlerini bu mekânlarda aldılar.
The Church, Salvation, Loft gibi underground ‘gay club’larda ortaya çıkan disko, bedenin müziğiydi. İlk disko parçalarında çoğunlukla insan bedenine seslenen, dansetmeyi emreden sözler kullanılıyordu. “Set me free, set your body free, release yourself, let the beat control your body, slave to the rhythm… ”vb. Sürekli değişen ve hep aynı kalan bir monotonluğun hakim olduğu bu müzikte erotik eylem, dansın gücüne bir boyun eğişe dönüşüyordu. Disko güçlü bas titreşimiyle insanı fiziksel olarak da etkiliyordu. Kendini tamamen dansa ve müziğe bırakmak, ritmin gönüllü kölesi olmak, gençlerin toplum düzenine tepkisinin en tuhaf biçimi oldu. Disko ve devamında club gençliği, o güne kadar duyulan “hayır”ların aksine, kendilerinden geçmiş bir şekilde “evet, evet, evet” diye bağırıyorlardı.

Pikabın Sınırları
Salvation Dj’lerinden Francis Grosso, plak çalmayı yaratıcı bir süreç olarak gören ilk insandı. Sürekli denemeler yaparak Dj tekniğinde önemli buluşların önüsü oldu. Bir plağı tutarken, diğer parçanın son beat’iyle aynı anda bırakıyordu. Bu tekniğe ‘slip-cueing’ adını verdi. Pikap kayışını yakmadan plağı tutabilmek amacıyla sürtünmeyi azaltan ‘slip-mat’leri icat etti. Böylece, parmağını kaldırdığı anda plak, doğru hızda hemen çalmaya başlıyordu. Pitch ayarı olan iki pikap ve kulaklık kullanarak plakların hızını ayarlıyordu. Mixer’i müziği yaratıcı biçimde değiştirmek amacıyla kullanan ilk Dj de Grosso oldu.
O dönemde özel remix’li dans plakları ve maxi-single’lar olmadığı için Dj’lik çok daha zordu. Üç dakikalık single plaklar kullanılıyordu. Her plak bittiğinde insanların psikolojisinde bir düşüş olduğunu gözleyen Dj Tom Moulton, plağın sonunda onları yakalayıp bir üst seviyeye taşımanın bir yolu olması gerektiğini düşünüyordu. Böylece tarihteki ilk remix’leri gerçekleştirdi ve şarkıları hem Dj’lerin, hem de clubber’ların ihtiyaçlarına uygun hale getirdi. 1976 yılında maxi-single’lar, yani 12 inç plaklar kullanıma girdi ve Dj’lere büyük rahatlık sağladı. Ayrıca sıkıştırma oranını azalttığından 12 inçlerin çıkışıyla ses kalitesinde de önemli bir iyileşme sağlandı.
54 ve Garage
Tarihteki en önemli iki kulüp Studio 54 ve Paradise Garage’dı. (Bkz; Studio 54) Club kültürü ve yeni eğlence anlayışı bu mekânlarda oluştu; disko müzikten türeyecek olan house, techno ve trance gibi müziklerin temelleri bu kulüplerde atıldı. Mikhail Baryshnikov, Jacqueline Bisset, Grace Jones gibi isimlerin takip ettiği 54’te kapı görevlisi kavramı yepyeni bir anlam kazandı. Oldukça geniş (?) bir yetki alanına sahip olan kapı görevlileri, içeride yaratılmak istenen ambiansı adeta yemek yapar gibi hazırlıyorlardı. Biraz gey, biraz lezbiyen, biraz zenci, bir miktar tuhaf kılıklı insan… Yemek tarifleri işe yaradı ve sonunda kapı görevlileri clubber’lar için bir kâbus haline geldi. Gecenin soğuğunda upuzun kuyruklarda ısınmak için dışarı sızan müzikle dansetmek, kapıdan dönme korkusunun verdiği heyecan, içeri girebilmiş olmanın tuhaf gururu, olayın bir parçası haline geldi. “Kim en underground?” sorunsalının yanına “Kim en V.I.P?” durumu eklendi.
Daha sonraları Garage sound’una adını verecek olan Paradise Garage ise tam bir efsaneydi. Oldukça underground olan mekândaki bas öyle kuvvetliydi ki, bırakın mideyi, insanın elini ayağını bile zınlatıyordu. Garage’ın unutulmaz Dj’i Larry Levan bir gecede üç ayrı müzik sistemi kullanıyordu. Gecenin başında nispeten yavaş müzikleri alelade bir müzik sisteminde çalıyordu. Müzikler hızlandıkça daha yüksek kalitede bir sisteme geçiyor, gecenin sonunda ise o dönemde bulunabilecek en mükemmel ses sistemiyle insanları tabir yerindeyse uçuruyordu. İlk tescilli pilotlardan Levan tam bir hipnoz durumu yaratmak amacıyla havalandırma ve ısıyı şarkılara göre ayarlıyor, belli şarkılar için ortalığa belli parfümler sıktırıyordu. Ayrıca daha sakin müziklerin çalındığı, taze meyveler, dondurma ve çikolata servis edilen bölme de sefahatin ayrılmaz parçası ‘chill-out’ kavramının ilk örneğiydi. Bunların yanısıra Garage’ı farklı kılan en önemli özelliklerden biri de hiç alkollü içki satılmamasıydı. Buna rağmen,diğer kulüplerle kıyaslandığında Garage’da çok daha az uyuşturucu kullanılıyordu. Çünkü Garage atmosferinde insanların uyuşturucusu ve uyarıcısı, müziğin kendisiydi.
Eskiden Underground’du, Şimdi Televole Oldu
Disko kültüründe sadece Dj değil, kulüpte dansedenlerin hepsi birer yıldızdı. Etnik, sınıfsal ve kültürel ayrımlar dans pistinde yokoluyordu. Haftaiçi garsonluk ya da tezgâhtarlık yapan sıradan gençler cumartesi gecesi birer disko kralı ya da kraliçesine dönüşüyor, kendilerine özgü dans figürlerini sergiliyorlardı. Club merkezli bu yaşam, sürekli haftasonunun beklendiği, ‘o gece’ için hazırlık yapılan bir ritüele dönüştü.
70’li yıllar boyunca disko gitgide daha popüler hale geldi, underground bir hâli kalmadı. Jet sosyete, geyler, zenciler, beyazlar, kapitalistler, Marksist’ler… herkes disko ateşinden nasibini aldı. Kulüplere giderken giyilen abartılı kıyafetler, deri pantolonlar, platform topuklar günlük modanın bir parçası oldu. 80’lere doğru diskonun iyiden iyiye ayağa düştüğünü gören müzisyenler eski günlerdeki gibi güzel güzel eğlenebilmek için şöhret ve paradan vazgeçip, projelerini durdurdular. Sürekli eski günlerin çok daha güzel olduğundan bahsetmek, herşeyin yeni başladığı bir zamanda club kültürünün bir parçası haline geldi. 80 başında disko ateşi söndü, platform topuklar ve renkli peruklar dolaplara kalktı. İlerleyen yıllarda diskonun küllerinden New York’ta Garage, Chicago’da House, Detroit’te ise techno doğacaktı.
Sona Ertekin, www.acikradyo.com.tr