İstanbul insanının yirmi dakikalık bir mutluluğudur vapura binmek. Amaç tabii gideceği yere bir an evvel varmak, en iyi şekilde varmaktır, ama bir de gönül rahatlığıyla, keyfini çıkara çıkara varmak var. Evet deniz otobüsleri çok temiz, çok güzel, çok süratli, biraz fiyatı farklı ötekilerden; ama vapur değil, gemi değil, kapalı bir kutu! Sinemada oturur gibi, sıra sıra tertemiz koltuklarda oturuyorsunuz, fakat dışarısını göremiyorsunuz, çünkü o kadar sürat yapıyor ki, malum, su sıçrıyor, tuzdan dışarısı gözükmüyor. Eh insan bir Adalar’ı, Moda’ları, ne bileyim Boğaz manzarasını seyrede seyrede gitmek istemez mi? Sonra deniz havası alamıyorsunuz! Kapıları üstünüze kilitliyorlar, haklı olarak, onun da bir sebebi, gerekçesi var. Kapalı kutu içinde gideceğiniz yere en kısa zamanda varıyorsunuz. Amaç bu mu acaba? Bir de şimdi deniz otobüslerine reklam aldılar. Her ne kadar böyle puanlı, nokta nokta bir zemin ise de, reklam yanınızdaki pencereyi örtüyor, yani etrafı da seyredemiyorsunuz. ıÜüYani gemi demek; –tabii vakit de önemli, insanın işi de gücü de var ama– biraz da keyiftir. Yanda oturacaksın, ayağını uzatacaksın. Çaycı geçecek ayaklarını toplayacaksın, ne bileyim makine dairesinin penceresinden aşağıya şöyle bir göz atacaksın, üst kata çıkıp direğe doğru bakacaksın. ıÜüKaptanla selamlaşacaksınız. O başını eğecek, size “iyi yolculuklar” diyecek… Ama sen gel böyle kapalı salonda, otel lobisi gibi, yan yana kırmızı mavi koltuklarda, kapı üzerine kilitli, yapay bir şekilde serinletilmiş salonda… Oluyor da, olmuyor…
Eser Tütel ile söyleşiden, Pr; Artı Eksi
