
“Yolu şu ya da bu şekilde cazdan geçen herkes önünde sonunda John Coltrane’i karşısında bulur” derler. Ardından da ‘A Love Supreme’le buluşmak kaçınılmazdır. Coltrane’in 1957’deki ruhani uyanışının bir yansımasıdır ‘A Love Supreme’. Ancak müziğinin bütününün bir spiritüel arayış müziği olduğu da pekâlâ söylenebilir. Onu diğerlerinden ayıran temelde budur. Müzikle düşünen ve yaşamıyla müziği iç içe geçmiş Coltrane, tarihsel yelpazede eğer ‘yeni müziğin’ faturası birine çıkarılacaksa, bunu en çok hak edendir kuşkusuz. Evet, Eric Dolphy, Cecil Taylor, Ornette Coleman arayışlarıyla devrimi ateşlediler ama, Coltrane olmasaydı, ‘yeni müzik’ uzun süre yeraltında kalabilirdi; belki de ebediyen.
Müziği bir anlamda günışığına çıkaran Coltrane olmakla birlikte, söyleyeceklerini söylemek için hiç acelesi olmadı; zamanla işi yok gibiydi. Gerçi bir anlamda ‘bop’ torbasından geliyordu ama, formlar içinde kendini hiç evinde, emniyette hissetmedi. En önemli özelliklerinden biri hep kendi temposunda, kendi zamanında olmasıydı; hatta Miles Davis’ten bile daha fazla. Her ikisi de, her anlamda hesaplarını kuruşu kuruşuna ödedikleri için siyah kültür ikonlarına dönüştüler. Becermişlerdi; umutlanmak için bir neden vardı artık. Okulluydular; Davis, Parker okulundan, Coltrane ise Davis okulundandı. Coltrane, müziğin ciddi bir iş olduğunun hep farkındaydı. Belki de bu yüzden, ve büyük ihtimalle de etki alanını sınırlamak için, başını çektiği akımın müziğine bir dönem ‘ciddi müzik’ etiketi uygun görüldü. Coltrane bunu pek ciddiye almadı, çünkü onun için hayat kadar ciddiydi müzik.
Özgürlüğe Davet Eden Bir Çığlık
Coltrane müziği basit gerçekler üstüne kuruluydu ve insanları özgürlüğe davet eden bir çığlıktı. Dönemin Amerika’sında sosyolojik etkileri olacak kadar kuvvetliydi. Dinamizmi duyarsız kalabileceğiniz bir şey değildi; sizi harekete, işitmeye, duymaya, dinlemeye zorluyordu. Coltrane’in bitmek tükenmek bilmeyen iç hesaplaşmaları, arayışları, samimiyeti ve cesareti o dönemin ruhuna damgasını vurdu. Coltrane, Cecil Taylor, Ornette Coleman ve aynı yolun yolcusu diğer müzisyenlerin etkisiyle parti sona ermiş ve gerçeklerle yüzleşme zamanı gelmişti. Bu bir anlamda vahşi kapitalizmin, ‘beyaz’ Amerika’nın kendiyle yüzleşmesi için çıkarılan davetti ve Coltrane de bu davetin ev sahipleri arasındaydı. Bu özgürlük çığlığının faturası gecikmedi. ‘Ciddi müzik’ten sonra, ‘anti-jazz’ çok iyi geldi kulağa. Bugün baktığımızda, caz dendiğinde, belki de akla ilk gelen adamdan söz ediyoruz. Bu komikti komik olmasına da, yine de belirli bir kesim, bu eleştirilere itibar etmekte bir sakınca görmedi; belki de işlerine geldiğinden.
Louis Armstrong, Charlie Parker ve Duke Ellington da, John Coltrane kadar büyük bir miras bıraktılar ama, caz tarihinde hiç kimse John Coltrane kadar büyük bir kültürel fenomene dönüşmedi.
Cem Yegül