Sürrealizm (gerçeküstücülük), sadece modernist estetiğin içindeki en radikal eğilimi temsil etmekle kalmıyor, aslında politik etkiler de taşıyor. Örneğin sitüasyonistleri doğrudan etkilemiş. Situasyonistler her ne kadar eleştirel açıdan yaklaşsalar ve Breton’u komünist partilerdeki üyeleri ihraç eden parti komiserlerine benzetseler de, aslında ondan çok etkilenmişler. Walter Benjamin’in 1920’li 1930’lu yıllarda söyle söylemiş: “Avrupa’da Bakunin’den bu yana özgürlük düşüncesini gerçeküstücüler kadar böylesine tutkuyla savunan birisi çıkmadı.” Burada dikkat edilmesi gereken bir şey var ki Walter Benjamin Marx demiyor da, Bakunin diyor. Bu da herhalde Bakunin’in iktidar düşüncesinden uzak olmuş olmasından kaynaklanıyor. Elbette Bakunin’in de bir çok hataları var. Örneğin 1840’larda söylemiş olduğu şeylerin hepsinin bugün geçerli olduğu söylenemez. Üstelik Pan-slavist bir yönü var ki bu da az bir şey değil. Diğer yandan vasiyet türünde bir sözü var; hayatının bir döneminde şiddete yatkın şeyler de söylemiş olmasına rağmen, “Bütün devrimleri yozlaştıran darağaçları ve giyotindir” diyordu. “Çoğunlukla cellatın elinin soğumasından yakınılır ya da giyotinin hızlı çalışmamasının devrimleri felce uğrattığı söylenir, oysa gerçek bunun tam aksidir.” Hayatının sonuna doğru söylediği, vasiyet kabul edilecek sözlerden biriydi bu.
André Breton, Paul Éluard, Tristan Tzara ve Benjamin Péret.
1968: Kitleselleşmiş Bir Gerçeküstücülük
Gerçeküstücülük konusunda Herbert Marcuse’nin (Bkz; Marcuse) de Walter Benjamin’in savının bir anlamda devamı sayılabilecek bir sözü var. Marcuse de 1968 Paris olaylarına bakarak “bu kitleselleşmiş bir gerçeküstücülüktür” diyordu. 1960’larda California Üniversitesi’nde gerçeküstücülük konusunda dersler veriyor, ve bir anlamda Amerikan yeni solunu da gerçeküstücülükle tanıştırıyordu. O sıralarda ‘Demokratik Toplum İçin Öğrenciler’ hareketinin en sol kanadını temsil eden Radikal Amerika adlı bir dergi yayınlanıyordu. Derginin editörü Paul Puhle’nin Marcuse ile tanışmasının ardından Marcuse de o dergiye katkılarda bulunmuş, mektuplar yazmıştı. Böylelikle Radikal Amerika dergisi de gerçeküstücü harekete yakınlaşmış oldu. Gerçeküstücülük geçen yüzyılın en önemli sanat ve politika hareketlerinden biri, belki de birincisiydi. Öyle ki hiçbir sanat akımının politik düzeyde yansımasını, yankısını bu kadar bulmadığını söylesek yanlış olmaz. Marcuse de 1960’larda verdiği derslerinde, kültürel radikalizmle politik değişim arasındaki bağları vurguluyor, gerçeküstücülerin programının hâlâ geçerli olduğunu söylüyordu.
‘Büyük Yadsıma’ ve Vasatın Egemenliği
Marcuse’nin Tek Boyutlu Adam’ında anahtar kavramlardan biri de ‘büyük yadsıma’ idi. Marcuse üstüne çok önemli bir inceleme yazmış olan Douglas Kellner, Marcuse’nin bu kavramının kaynaklarını, kökünü André Breton’da bulduğunu söylüyor. ‘Büyük yadsıma’ insanları tek boyutlu olmaktan kurtaracak, her türlü yabancılaşmadan kurtaracaktı. Elbette burada tek boyutlu insan derken kastedilen hemen anlaşılacağı üzere ‘mediokrat insan’. Hayata sorgulayıcı olmaktan çıkmış, eleştirel bakışını yitirmiş, sürüye katılmış insan… Otoritenin dayattığı herşeyi kabul eden insan. (Bkz; Manifesto) Herbert Marcuse, bundan tek çıkış yolunun büyük yadsıma olduğunu söylüyordu. Douglas Kellner’e bakacak olursak o da ‘büyük yadsıma’nın köklerini André Breton’da buluyor. Ve ekliyor; “Niçin hâlâ geçerli gerçeküstücülerin programı?” Kendi sorusunu da şöyle cevaplıyor; çünkü gerçeküstücüler toplumsal devrimde düş gücünün önemini kavramış, düşün toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir silah olduğunun altını çizmişlerdi…
Konformizme Karşı Eros Ahlakı
Herbert Marcuse’nin gerçeküstücülere yakınlığı sadece onların estetik alana getirdiği yıkıcılığa değil, politik alanda ileri sürdükleri devrimci düşüncelere de dayanıyordu. Ve gerçeküstücülerle bir ortak noktası daha vardı… Marcuse, batının hümanist ahlakının biraz ikiyüzlü olduğunu, konformist ve sonuçta özünde baskıcı olduğunu söylüyordu.Ve bunun yerine ‘Eros ahlakı’nı öneriyordu. Bu aynı sözcüklerle olmasa bile André Breton’un da, gerçeküstücülerin de savundukları bir düşünceydi. Düşüncenin kaynağı da Charles Fourier idi.
Judith Malina.
André Breton 1945 tarihinde balayındayken Charles Fourier’ye bir şiir yazmıştı. Zaten daha önceleri Arcane 17 dergisinde de Charles Fourier’den ve onun ahlak anlayışından, Batı’nın o ikiyüzlü ahlakına getirmiş olduğu yeniliklerden, radikal bakış açısından sözediyordu. André Breton Amerika’da balayı sırasında Hopi Kızılderililerinin arasına gidip onların yaşam koşullarını yakından incelediğinde Charles Fourier’nin savunduğu görüşlerle onların yaşam biçimi arasında bir paralellikler bulmuş ve işte orada “Colorado, Büyük Kanyon’dan selam Charles Fourier” diye yazmıştı. Bütün ütopyacı sosyalistler arasında Fourier’nin çok ayrıntılı bir yeri olduğunu söylüyor, ve toplumun yeniden örgütlenmesinde haz ilkesinin önemini kavramış nadir insanlardan olduğunun altını çiziyorlardı. Fakat bununla beraber; ‘falanj’lara, yeniden insanları örgütlemeye, merkezi bir otoriteye ihtiyaç duymasının sakıncalarını da, bütün bürokratik sosyalizmin ve Sovyet Marksizminin temelini de orada görüyorlardı. Öte yandan bugün, Herbert Marcuse’nin California’da geçirdiği dönemde daha da radikalleştiği ve düşüncelerinin Charles Fourier’ye yaklaştığı söyleniyor. Hatta son zamanlarda yapılan araştırmalar, Marcuse’nin Marx’tan olduğu kadar Heidegger’den de etkilendiği, sol Heidegger’ci olduğu yolunda. Şu da dikkat çekici ki, Marksizmden hiçbir zaman kopmamakla, Bakunin adını telaffuz etmemekle birlikte Bakunin ile bu kadar yakın bir adam bulmak da hakikaten mümkün değil.
The Living Theatre.
Marcuse 1871 Paris komününden bahsederken, gerçeküstücülerle, ilk ayaklanmalar, isyanlarla ilgili şöyle söylüyordu: “Komünün yarıda bırakmış olduğu projeyi tamamlama fırsatı doğmuştu”… Ve hemen ekleyerek “gerçeküstücülük kitleselleşti.” diyordu. Chicago da gerçeküstücüleri coşkuyla selamlıyordu. Tabii ki Marcuse 1960’larda onlara göre oldukça yaşlıydı. Onlar da 1968 ‘Chicago Demokratik Toplantısı’ndaki hareketlerin, Abbie Hoffman’ın ‘Yippie’ (Youth International Party / Uluslararası Gençlik Partisi) hareketinin bir tür gerçeküstücülük olduğunu söylüyorl
Abbie Hoffman, 1936-1989.
ardı. Bugünün Chicago gerçeküstücüleri de, 1999 Seattle hareketinin, bir tür gerçeküstücülük olduğunu söylüyorlar.
Burada sözkonusu olan aslında direnişin, toplumsal muhalefetin estetize edilmesi ya da muhalefetin teatralleştirilmesi. İlk bakışta “Protestolar niye teatralleştirilsin, tiyatro mu oynanıyor protestoda?” diye soruluyor… 1950’lerde Amerika’daki atom bombası protesto gösterilerine katılıyorlardı insanlar. Judith Malina, o gösteriler sırasında Katolik İşçi Dergisi’nin önemli bir temsilcisi ve barış hareketinin de çok önemli bir ismiydi. Dorothy Day ile tanışan Malina, “Dorothy Day’den hem Living Theatre olarak benimsediğimiz tiyatro anlayışımızı kaptım, hem de orada protestoların nasıl teatralleşebileceğini anladım. Teatralleşmek, seni durdurmak isteyen insana karşı senin de bu yola şiddetle başvurabileceğini bilmek ve hareketin kontrolünü eline almak bakımından çok önemli” diyordu. Malina gibi Abbie Hoffman da bunun bir tiyatro olduğunu söylüyor, “televizyonlar da çeksinler ki insanlar polisin, ulusal muhafızların uyguladığı şiddeti görsünler” diyordu. Aynı yaklaşım bugün de hiç bitmeyen bir çizgide devam ediyor. Seattle’da ilk örneğini gördüğümüz kitle hareketlerinde, sonradan da çeşitli barış hareketleriyle doruğa çıkan, ve hepsini birbirine bağlayan bir çizgi bu.
Marcel Duchamp, 1887-1968.
“Sürrealizm Chicago’da Tutmaz!”
Gerçeküstücülük Amerika’ya bir doğudan, bir de Chicago’dan girdi. Orta batıya varması ise biraz daha gecikti ve 60’ları buldu. Hatta Chicagolu yazar Nelson Algren Chicago gerçeküstücülerine; “Bu şehirde gerçeküstücülük falan olmaz. Burası boksörlerin, kabadayıların şehri, siz yanlış yerde gerçeküstücülük yapmaya çalışıyorsunuz” diyordu. Gerçeküstücülüğün. New York’a, doğuya girmesi ise 1930’larda ve büyük ölçüde Marcel Duchamp sayesinde oldu. Akımın burada ilk etkilediği kişilerden biri de Man Ray idi. Man Ray o dönemde moda fotoğrafçısı olarak tanınıyor ve Harpers Bazaar’ın fotoğrafçısı olarak biliniyordu. New York’ta kurucuları arasında Emma Goldman’ın da olduğu ‘Modern Okul’ adlı bir alternatif eğitim sistemi vardı. İspanyol Francisco Ferrer’in “Dogmalar öğrenmenin özündeki en büyük engeldir” sözünden esinlenerek kurulmuş bir okuldu bu. Man Ray burada hem atölye çalışmalarına katılıyor, hem de Emma Goldman’ın editörlüğünü yaptığı Mother Earth dergisinin illüstrasyonlarını yapıyordu. Daha sonra Harpers Bazaar için de fotoğraflar çektiği, yani moda fotoğrafçısı olarak tanındığı zamanda da, 1930’da Francisco Ferrer okulunda savunduğu düşüncelerini hiçbir zaman terketmedi. Sürrealizm New York’a girdiğinde Marcel Duchamp’ın düşünceleri hemen anarşizmle kaynaştı. Ama bugün Chicago’dakilerin aksine, New York sürrealistleri diye birşey pek anılmıyor artık. Chicago sürrealistleri o dönemde Dünyanın Endüstri İşçileri ile bağlantı kurmuşlardı. Dahası siyah kültürle bağlantı kurmaya çalışıyorlardı. Sadece bir edebiyat, sanat akımı olarak değil de, tıpkı Bakunin’in 1840’larda söylediği gibi, politik avangard’la, politik eylemcilikle birleşmiş bir avangard olarak yeniden tanımlamaya çalışıyorlardı. Akım New York’a vardığında, başta Man Ray olmak üzere bir avuç sanatçı da onu sadece bir sanat akımı olarak değil radikal, politik bir proje olarak da kavramayı seçmişti.
Man Ray, 1890-1976.
Man Ray ve Nesne
Nesne kendi başına bir özelliği ya da cazibesi olmayan birşeye bakmanın sonucudur.
Kendi içinde hiçbir anlamı olmayan birşey seçerim. Nesnenin estetik değerini
tamamıyla gözardı ederim. Zanaatkarlığa karşıyım. Bana sorarsanız dünya muhteşem
zanaatkârlarla dolu, fakat elinden iş gelen hayalcilerin sayısı pek az. Paris’in eski
günlerinde, şehre ilk kez gelmiştim ve bir hırdavatçının önünden geçerken vitrinde bir
ütü gördüm. Dedim ki ‘İşte neredeyse görünmez bir nesne, belki bununla birşeyler
yapabilirim.’ Yapabileceğim şey de ona kışkırtıcı birşeyler eklemekti. Böylece bir kutu
çivi aldım, ve onu işe yaramaz hale getireceği düşüncesiyle bir avuç çiviyi üzerine
yapıştırdım. Ama hiçbirşey tam anlamıyla işe yaramaz değildir. En beyhude nesneyi bile
kullanmanın bir yolu muhakkak bulunur.
Man Ray
Man Ray bu sözleriyle nesnelere bakışını çok özlü ve etkili bir biçimde sunuyor, yani bir objenin kendi içinde estetik değer taşımasının söz konusu olamayacağını söylüyordu. Meşhur çivili ütüsüyle nesnenin anlamını tamamen değiştiriyor, zaten “anlamı yoktur” diyordu. Başka bir hale soktuğunu ve tümüyle işe yaramaz hale getirdiğini söylüyor ama estetik anlayışı olarak da “işe yaramaz obje yoktur” sonucuna varıyordu. Aslında bu söylediklerinde büyük ölçüde Marcel Duchamp’ın düşüncelerinden esinlendiği de belli. Onun da formüle ettiği düşüncelerdi bunlar. Fakat belki de en önemlisi Man Ray’in fotografik mimetizmi dönüştürmesi; karşılığını bilinçaltının derinliklerinde bulan imgelere dönüştürmesiydi.
‘Armağan’, Man Ray, 1921.
Gerçeküstücü Hareket İşçi Sınıfıyla Bağ Kuruyor
Gerçeküstücülük New York’tan Chicago’ya girdi ve biraz daha geç girdi. Chicago’lu gerçeküstücüler, gerçeküstü hareketin işçi sınıfıyla bağlarını kuruyorlar, daha yerel bir yorumunu yapıyorlardı. Paris’teki gerçeküstücülerin bir uzantısı değildiler. Buradaki gerçeküstücülük, köklerini Haymarket ayaklanmasından ya da IWW’den, yani Dünyanın Endüstri İşçileri’nden alıyordu. O örgütlenme ve sendikal hareket aslında Avrupa’daki işçi örgütlenmesinden çok farklıydı. Hatta İspanya’daki anarko sendikalist hareketten de farklıydı. Dünyanın Endüstri İşçileri ifade özgürlüğünün gelişmesi için çok büyük katkılarda bulundu. ‘Soap box’1 filozofları; sandığın üzerine çıkıp işçi hakları için, genelde herşey için, özgürlükler için konuşmalar yapıyorlardı. Pek çok yerde de hapse girdiklerinde kendi şarkılarını söylüyolardı..
Chicago ekolünden gelenler Joe Hill’i ve siyah müziği de gerçeküstücüler arasında sayıyorlardı. Hatta, cazdaki doğaçlamalarla gerçeküstücülerin yaptıkları otomatik yazı arasında bir benzerlik vardır, blues’daki o karanlık mizah, gerçeküstücü imgelerle doludur, diyorlardı. Chicago gerçeküstücülerinin önemli yazarlarından David Roediger, The Abolition of Whiteness (Beyazlığın Kaldırılması) adlı kitabında beyazlığın sadece deri rengi değil, hayata bakış açısı olduğunu anlatıyordu. Siyah kültürde cinselliğe daha açıklık, daha fazla özgürlük, beyazlıkta ise bir baskıcılık görüyorlar, Marcuse’nin de dile getirdiği bir konformizm olduğunu söylüyorlardı. Kısacası köklerini siyah kültürde, işçi sınıfı kültüründe de bulan bir gerçeküstücülük yorumu yapıyorlardı.
When I born, I black.
When I grow up, I black.
When I go in sun, I black.
when I cold, I black.
When I scared, I black.
When I sick, I black.
And when I die, I still black!
You white folks…
When you born, you pink.
When you grow up, you white.
When you go in sun, you red.
When you cold, you blue.
When you scared, you yellow.
When you sick, you green.
When you bruised, you purple.
And when you die, you gray
So who you callin’ colored?
Anonim
Ben doğdu, ben siyah.
Büyürken, ben siyah.
Güneşe çıkınca, ben siyah.
Üşüyünce, ben siyah.
Hastalanınca, ben siyah.
Ölünce, ben gene siyah.
Siz beyazlar…
Doğarken, siz pembe.
Büyürken, siz pembe.
Güneşe çıkınca, siz kırmızı.
Üşüyünce, siz mavi.
Korkunca, siz sarı.
Hastalanınca, siz yeşil.
Yaralanınca, siz mor.
Ölünce, siz boz.
Sen kime renkli diyorsun ki?
500 Yıllık Gerçeküstücü: Yunus Emre
Bu beyazlık meselesinde anonim bir şiir vardır; ben siyah doğdum, siyah yaşadım ve siyah olarak öleceğim. Oysa doğduğu zaman pembe beyaz olan, sonra öfkelendiği zaman kızaran, soğuktan moraran ve öldüğü zaman da bembeyaz bir şey olan; asıl renkli sizsiniz, biz siyahız, der bu şiirde. Curtis Mayfield’ın da bir sözü var: “Renkler arasında seçim yapma şansın olsa, hangisini seçerdim kardeşim?” diyor. Cevabı da belli Curtis Mayfield’in… Bu aslında toplumsal bir bakışı da gösteriyor, ve bu anlamda gerçeküstücülüğün çok çok derin tarihi kökenleri olduğunu da söylemek lazım; Yunus Emre’nin inanılmaz derecede güzel işlenmiş bir gerçeküstücü eserinin bundan 500 yıl önce yazılmış olduğunu da söylemek lazım. Chicago gerçeküstücüleri de bilseler, onu da soy kütüğüne yazarlardı herhalde. Onlar soyağaçlarına siyah köleleri özgürleştirmek için silahlanan John Brown’ı da eklemişler..
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Boştan ıssı kakıyıp, der ne yersin kozumu
Ağrılık yaptı bana, buhtan eyledim ona
Çerçi de geldi dedi, niye aldın kuzumu
Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana, bandım verdim özünü
İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
Becid becid ısmarlar, gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın, kırk katıra yüklettim
Çift dahi çekemedi, şöyle kaldı kazını
Bir sinek bir kartalı salladı urdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
Bir kut ile güreştim, elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım göyündürdü özümü
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü, bozayazdı yüzümü
Tosbağaya sataştım, gözsüzsepek yoldaşı
Sordum sefer nereye, Kayseri’ye azimli
Yunus bir söz söyledin, hiç bir söze benzemez
Münafıklar yüzünden örttün mânâ yüzünü
James Baldwin, bundan daha önce 1950’lerde benzer şeyleri söylüyordu. Beyazlık yalanından, beyaz ırkın kendi baskısını, sömürüsünü kolaylaştırmak ve meşrulaştırmak için bir mit uydurduğundan ve bu mite dayanarak ayrıcalıklar talep ettiğinden; bu çok tehlikeli mitin bir an önce de yıkılması gerektiğinden bahsediyordu. Chicago gerçeküstücüleri de bir ara ‘Beyaz ırka ihanet, insanlığa sadakattir’ alt başlığıyla Race Traitor adlı bir dergi çıkardılar. Fakat bir süre sonra kapandı. İşte tüm bu süreç boyunca beyaz olmanın sadece ten rengiyle ilgili bir şey değil, hayata karşı bakış ve bütün siyah insanları damgalamak anlamına geldiği gerçeği de daha belirgin hale geldi.
Chicago ekolünün gerçeküstücülüğü devrimci bir akım olarak tekrar canlandırmak istediklerini söylemiştik Burada çok önemli bir isim var, Franklin Rosemont. Babası da bir işçi olan Rosemont, Dünya Endüstri İşçileri ya da kısaca ‘Wobbly’lerden, oldukça militan, grevler örgütlemiş bir kişi. Annesi Sally Rosemont içki yasağının olduğu dönemlerde ‘Speakeasy’ adı verilen, kaçak içki satılan yerlerde piyano çalarak caz müzisyenliği yapıyordu. Franklin Rosemont da işte böyle bir anne babanın oğluydu. Ve babasının tanıdıklarından biri de Lucy Parsons’tı. Lucy Parsons, Albert Parsons’un karısıydı; Albert Parsons ise hem Haymarket şehitlerinden biriydi; hem de siyah bir kadınla evlenen ilk beyazlar arasında yeralıyordu. Ve Franklin Rosemont’ın babası Albert, Dünya Endüstri İşçileri’nin kurucularından ve güçlü bir aktivist olan, Chicago polisinin ‘tekbaşına 1000 isyancıdan daha tehlikeli’ diye andığı Lucy Parsons’ı 1910’larda tanımış…
Avangardı Köklerine Döndürmek…
Chicago sürrealisteri son derece örgütleyiciydiler aslında… Örneğin 1960’larda hepsi ‘Demokratik Toplum için Öğrenciler’ hareketinin içerisinden geliyorlardı ve çoğu da onun radikal kanadını temsil eden kişiler arasındaydı. 1960’larda pek çok yerde de grevlerin örgütlenmesinde olduğu gibi göçmen işçileri örgütleme konusunda da aktif olarak yer almışlardı. Bakunin 1848’lerde gerçeküstücülüğü sadece avangard bir sanat akımı olarak değil de bir eylem biçimi olarak kavrıyordu. Kavramı bu anlamda ilk kullananlardan biriydi zaten. Saint-Simon ve onun takipçileri gibi… Onlar da kullanmışlar ama Bakunin avangarddan daha militan bir şekilde söz ediyordu. Chicago gerçeküstücüleri de avangardı o köklerine döndürmeye çalışıyorlardı. Yani kurumlaşmış, sistem içerinde asimile olmuş, sistemin bir parçası olmuş bir avangard değil de; politik, sokaklardaki kaldırım taşlarından barikat kuran avangardın ruhuydu canlandırmak istedikleri. Hollanda’daki Provo’larla da bağlantıları vardı. (Bkz; Provo)
Bütün gerçeküstücülerin diğer bir ortak noktası da Charles Fourier’ye olan bağlılıkları diyebiliriz. Bugün de gerçeküstücüler onun günümüzdeki devrimci mücadelede hâlâ önemini yitirmediğini vurguluyorlar. Bir başka ortak nokta da, düş ile gerçek arasındaki o boşluğu, akıl ile düşgücü arasındaki kopmuş olan o mesafeyi kapatmak kapatmak arzusu… Yani hayatın içerisinde çatlaklar açarak hayatın şiirselliğini yakalama tutkusu… Bunun için çok büyük şeyler de gerekmiyor aslında. Franklin Rosemont hayatın şiirselliğini yakalayabilmek için birden ayağa kalkıp toplumu radikal bir şekilde dönüştürmek de gerekmiyor, diyordu. Verdiği bir örnekte 1964 yılındaki yerel bir gazeteden kesmiş olduğu bir gazete kupüründen yola çıkıyordu. Halsted Bulvarı otobüsü ile ilgili bir yazı. Halsted… Carl Sandburg’un üzerine şiir yazdığı bir bulvardı bu. ‘Halsted Tramvayı’ başlıklı bu şiirde anlaşılıyor ki yoksul insanların gidip geldikleri uzun caddelerden bir tanesiymiş bu. Gerçekten de çok uzun bir cadde, iyi bir yürüyüşçü 2,5 saatte yürüyebilir olsa olsa…
Halsted Steet Car
COME you, cartoonists,
Hang on a strap with me here
At seven o’clock in the morning
On a Halsted street car.
Take your pencils
And draw these faces.
Try with your pencils for these crooked faces,
That pig-sticker in one corner–his mouth–
That overall factory girl–her loose cheeks.
Find for your pencils
A way to mark your memory
Of tired empty faces.
After their night’s sleep,
In the moist dawn
And cool daybreak,
Faces
Tired of wishes,
Empty of dreams.
Halsted Tramvayı
GELİN, siz, karikatürcüler,
Benimle bir kayışa asılın
Sabahın yedisinde
Bir Halsted tramvayında
Çıkarın kalemlerinizi
Ve çizin bu yüzleri.
Şu çarpık yüzler için sallayın kalemlerinizi,
Şu avcı kılıklıyı, bir köşede oturan–ağzını–
Şu tulumlu işçi kızı–sarkık yanaklarını.
Bir yol bulun kalemlerinize
Hafızanıza kazımak için
Yorgun, boş yüzleri.
Gece uykularının ardından
Nemli şafak vakti
Ve serin gündoğumu,
Yüzler
Dileklerden yorulmuş,
Tükenmiş düşleri.
Carl Sandburg
Orada düşlerini yitirmiş, hayatı boşalmış insanlardan söz eder Carl Sandburg. Rosemont’un kestiği kupürdeki haberde de şunlar anlatılıyor; 1964 yılında Halsted bulvarında artık tramvaylar işlemiyor, otobüs var. Bu işi uzun yıllardır yapmakta olan otobüs şoförü, artık hergün otobüse binen, işlerine giden insanları tanıyor. Bıkmış o uzun cadde boyunca gidip gelmekten. Bir gün, bir sabah dönmüş yolcularına: “İşte her sabah gidip geliyorum, sizleri de tanıdım, sizler de aynı şeyi yapıyorsunuz. Bıkmış olmalısınız. Bu sabah sizi Florida’ya götürmek istiyorum, ne dersiniz?” diyor. İşlerine gitmek isteyen, işinde terfi etmek isteyen bir iki kişi arabadan derhal iniyor. Bir ikisi merak edip “Hakikaten götürecek misin?” diye soruyor. “Şaka yapmıyorum, götüreceğim” diyor şoför. “Siz inecek misiniz, yoksa kalacak mısınız? Ona karar verin…” Diğerleri de “Biz de işe gitmek istemiyoruz, Florida’ya gitmek istiyoruz” diyince Halsted otobüsünün şoförü kırmış direksiyonu Florida’ya. Ama bir kaç saat sonra Indiana Eyalet polisi onları sınırda durdurmuş. Durdurmakla da kalmamış, Halstead Bulvarı 36 no’lu otobüsün şoförünü tutuklamış. Yolcular derhal Illinois eyaletine teslim edilmiş otobüsle. Franklin Rosemont “Lanet olsun Indiana polisine” diyor, “bir avuç insanı gördükleri güzel düşten uyandırdıkları için…” Yolcular aslında polise karşı koymalıydılar, hayır efendim biz bugün Florida’ya gitmek istiyoruz, diye.
Halsted Bulvarı Otobüsü Bir Gün Mutlaka
Ama “üzülmesinler” diyor Franklin Rosemont, “Halstead otobüsü bir gün mutlaka Florida’ya gidecek, yeter ki otobüse binenler bütün düşlerin gerçekleşme potansiyeli taşıdığına inansın. O zaman, Halsted otobüsü Coney Adası’na da gidebilir, Paskalya Adası’na da gidebilir, Cennet Bahçesi’ne de gidebilir. İnsanlar yeter ki her düşün geçekleşebilir olduğuna inansınlar. Birgün bizleri düşlerimizden uyandıracak Indiana eyalet polislerinin olmadığı bir dünya mutlaka kurulacak” diyor.
Halil Turhanlı: Ben de nisan ayında Lincoln Avenue ile bu Halsted bulvarının kesiştiği yerde otobüse bindim. Rüzgârlı şehrin çok soğuk sabahında, benimle birlikte bir kaç kişi daha bindi.
Ömer Madra: Şoföre baktın mı?
Halil Turhanlı: Bakmaz olur muyum? Orta yaşlı siyah bir kadın, çok güler yüzlü. Herkese teker teker “Günaydın, nasılsınız?” dedi. Herkes arabaya bindi, ben de yerime geçtim. Ellerimi ovuşturdum. Galiba, bu sabah bu şoför bizi Florida’ya götürecek, dedim.
Ömer Madra: Anlamamışlardır, ama olsun.
Halil Turhanlı: Ben kendi içimden söyledim. Neyse; iki durak sonra Milwaukee Avenue’de bir yere gitmek için indim, ama olsun. O umudu taşımak önemli. Bir gün mutlaka Halsted sokağı otobüsü Florida’ya gidecek.
Halil Turhanlı ve Ömer Madra, Pr; Cuma Adlı Adamlar
Halsted Tramvayı.↩︎
Soap Box: Alelacele yapılan konuşmacı kürsüsü. (www.zargan.com)↩︎