ya da çevre haberciliği nasıl tanımlanabilir? Medyadan çevre konularında yapması beklenen, yerine getirmesi istenen işlev nedir? Medya ve çevre konusu ele alındığında, insanlığın önünde küresel ısınma ve iklim krizinden daha önemli bir konu var mı, yok mu, onun tartışılmasıyla başlamak gerekir. Dünyada iklimbilimcilerin ezici çoğunluğu, bilim akademileri doğru söylüyorsa, yani gerçekten insan faaliyetleri sonunda iklim değişikliği oluyorsa, insanların ve bazı istisnalar dışında neredeyse tüm canlıların bu gezegen üzerinde varlığını sürdürmesi tehlikede demektir. Yeryüzünde bundan da daha önemli bir soru olması zor. O zaman da, birincisi, sera gazı denen gazların salımını radikal biçimde kısmak şarttır. Ulaşım, ısınma, endüstri vb. faaliyetlerinde tüketilen fosil yakıtlardan, yani kömür, petrol, doğal gaz yakmaktan, araba egzozlarından, fabrika, ev, büro bacalarından çıkan gazların çok büyük oranda mutlaka ve derhal kısıtlanması gerekir… Gezegenin kurtulabilmesinin bundan başka yolu görünmüyor. Eğer hükümetler bunları kısmaya karar vermezse toplumların ve bireylerin kendi başlarına önemli adımlar atmaları çok zor.

Gazeteciliğin En Zor Tarafı
Medyanın bu bilgileri sürekli kamuoyu ile paylaşması, vatandaşların hükümetleri sıkıştırmasını sağlaması gerekiyor. Ayrıca, hükümetlerin kimin etkisi altında karar aldığına bakılması lazım. Burada gazeteciliğin en zor taraflarından biri de ortaya çıkıyor. 19. yüzyılda ortaya çıkmış olan şirket tüzel kişiliği olgusu, ya da büyük şirket gerçekliğine eğilmek gerekiyor. Özellikle petrol, enerji, otomotiv gibi dallarda faaliyet gösteren büyük şirketler fosil yakıt işinden çok büyük paralar kazandıkları ve sera gazlarının kısıtlanması, onların kârlarını sınırlayacağı için, küresel ısınma, iklim krizi gibi konulardan bahsedilmesini bile istemiyorlar doğal olarak. O zaman da gazeteciler, bunu dikkate almak ve üstüne gitmek durmundalar. Hem, örneğin ExxonMobil gibi günde 1 milyar dolardan fazla satış yapan dev petrol şirketlerinin, hem de Philip Morris gibi dev sigara şirketlerinin gizli lobicilik yaptığını görüyoruz. Halkla ilişkiler firmalarıyla anlaşıp büyük paralar harcayarak kampanyalar yapıyorlar: Bilim akademilerinin raporlarını karalıyor, kafaları karıştırma faaliyetleri yürütüyorlar: “Küresel ısınma diye bir şey yoktur, ısınma varsa da bu konuda bilimsel mutabakat yoktur, insan faaliyetlerinden kaynaklanan ısınma ise hiç yoktur,” vb. tarzında söylemlerle bir karşı propaganda kampanyası yürütüyorlar ve bu çok etkili oluyor. Medyanın önemli bir görevi de bunu açığa çkartmak. Bunu anlamak ve anlatmak şart.
Şirketlerin Ana Stratejisi: Zaman Satın Almak…
Gezegenin önündeki bu müthiş tehlikenin önlenebilmesi, kamuoyunun bunun bilincine varmasıyla mümkün olabilir ancak. Bilim camiasında neredeyse 10 yıldır tam bir mutabakat, görüş birliği var. Ama, en az 10 yıllık bir gecikme sözkonusu. Zaten şirketlerin ana stratejisi de buydu: Dünyanın en büyük sorunuyla mücadele çabalarını geciktirmek. Yani zaman kazanmak, zaman satın almak bu büyük şirketlerin ana amacıydı. Mesela küresel ısınma konusunda dünyada yapılmış tek uluslararası antlaşma olan Kyoto Protokolü’nü engellemek için uğraştılar. Bu antlaşma 1990 seviyelerinden yüzde 5.2 gibi gülünç denecek kadar küçük bir kısıntıya gidilmesini öngörüyor olmasına rağmen, şirketler yürürlüğe girmesini engellemek istedi. Oysa, uluslararası bilim kuruluşlarının raporlarına göre, 25 yıl içinde ortalama %60 oranında kısıntıya gidilmezse iklimin kontroldan çıkmasını önlemek çok zor, hatta olanaksız… Kyoto’nun bu yetersizliğine rağmen, uluslararası büyük şirket toplulukları açıkça “zaman kazanmak hayati önem taşıyordu ve 1997’de bunu başardık!” diyorlar. Amerikan otomotiv sanayicileri, ticaret odaları ve imalatçılar birliği (NAM) gibi kuruluşlar böyle söylüyorlar ve ABD Başkanı II. Bush’a açık mektup yazarak, Kyoto’yu onaylatmadığı, ekonomiyi kurtardığı, işsizliği engellediği vb. için onu tebrik ediyorlar. Zaten, Kyoto’ya ABD onayını engellemeyi başardıktan sonra da bu şirketler, Küresel İklim Koalisyonu (GCC) gibi Orwellvari isimlerle kurdukları paravan lobi kuruluşlarını da ‘deaktive’ ettiler.

Asıl Gelir Reklamdan Gelirse
Şirketler sonuç olarak kârlılık için kurulduklarına göre, bu çok normal karşılanabilir bir süreç sayılabilir. Şirketlerin yaşam, varlık sebepleri kâr etmek ve onu en üst noktaya çıkarmak. Her yaşayan organizma gibi onların da kendi yaşam koşullarını sonuna kadar koruması da doğal olduğuna göre şirketlerin bunu engellemek, geciktirmek için elinden geleni yapması, işin şaşırılacak kısmını oluşturmuyor. Ama tam da bu noktada, medyadan neyin beklenmesi gerektiği, bu kısır döngünün kırılmasına nasıl katkıda bulunabileceği soruları sorulabilir. Gazetelerin, radyo ve televizyonların, şirketlere özgü çalışma mantığını bir kenara bırakıp iklim değişikliği tehdididini savuşturmak için yoğun çaba göstermeleri beklenmelidir. Susmadan ve gizlemeden, bu işlerin arkasında nelerin yattığını, lobi faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğünü ortaya koyacak şekilde çalışmaları gerekir. Medialens adlı medya gözleme kuruluşunun aktivist yazarları David Edwards ve David Cromwell, Guardians of Power: The Myth of the Liberal Media adlı kitapta (Pluto Press, 2006) şöyle yazıyorlar:
Bütün sessizliklerin anası budur, bu konuda konuşmazsanız, medya olarak kamuoyunu yeterince bilinçlendirmeye çalışmazsanız, fosil yakıt ekonomisine teslim olmuş olursunuz. Fosil yakıt ekonomisi, yani petrol, doğalgaz, kömür, bütün yatırımların, bütün çıkarların anasıdır zaten. Dolayısıyla bu konuda sessizlik, bütün sessizliklerin anası demektir…” Sadece susmak, sessiz kalmak da yetmez. Bir yandan küresel ısınmadan falan bahseden yazılar koyarken, aynı anda gazeteye benzin yutan araba reklamları, araba yarışı ilanları, ucuz uçuş ilanları vs. koyarsanız da gene bu lobiye hizmet etmiş olursunuz…1
Ekonomi Savaşçısı Mı, Ekoloji Savaşçısı Mı?
Bunu yapan birçok gazete görülebiliyor aslında: örneğin, The Independent gibi liberal bir gazete, kendisini bir ‘eko savaşçı’ ilan ettiği halde, böyle davrandığında, buradaki ‘eko’ teriminin ekolojiyi değil, ekonomiyi kastettiği izlenimi doğuyor. Ekoloji savaşçısı ama örneğin kıtalararası ucuz uçuşlar konusunda pek çok ilan yayınlıyor, bedava bilet hediyeleri vb. veriyor. Sonuç olarak ciddi, liberal vb. denen gazeteler, ‘kaliteli’ denen gazete ve yayın organları, ciddi televizyon haber kanalları, siyasi dergiler, kamu hizmeti veren radyolar, vs. eğer gelirlerinin %75’ini reklamdan elde ediyorlarsa, yani bir anlamda reklam geliri ‘bağımlısı’ iseler, işleri de zor demektir. Bu konuda ciddi bir mücadele vermeleri, reklam verenlerin kârlarını azaltacak şekilde (ya da reklam verenlerin öyle düşüneceği şekilde) yayın yapmaları hiç de kolay olmaz… İngiltere’de, Türkiye’de ve birçok başka ülkede gazeteler yaklaşık olarak reklam gelirlerinin %75’ini reklamdan sağlıyorlar. Dolayısıyla, fosil yakıt lobisini eleştirirler, önemli kısıntılara gidilmesini önerirler, küresel iklim değişikliği, ısınma vb. konularındaki bilimsel raporları kamuoyu ile paylaşırlarsa, gelecek reklamlar açısından yayın organının geleceğini, başarısını riske atmış olabilirler. O zaman gazete, dergi, televizyon vb. yönetiminde reklamverene karşı riskli bir politika izlenmiş olacağı düşüncesi de doğabilir. Reklam veren gücenip reklam vermekten vazgeçerse, hepimizin geliri azalır, ve biz bir ticari birim olarak ortadan kalkarız diye düşünebiliyorlar. Radyo, gazete ve televizyonlara böyle bir ticaret mantığı ile bakıldığı zaman, doğru dürüst gazetecilik yapmanın çok zorlaştığı görülebiliyor işte. Yani gazeteler, yayın kuruluşları birer ticari şirket olurlarsa ciddi bir açmaz içinde kalabiliyorlar.

‘Kötü Haber’i Görmezden Gelmek
FAIR (Fairness and Accuracy in Reporting/Adil ve Doğru Habercilik) adlı medya gözleme kuruluşunun 2000 yılında önayak olduğu bir araştırmanın sonuçlarından: ABD’de 287 editör, haber sorumlusu, haber müdürü ve gazetecinin medyada reklam ve içerik bağlantısı üzerindeki yargı ve tespitleri şöyle: “Medya örgütünün mali çıkarlarını zedeleme kaygısıyla haberlerin bir kısmını hiç vermiyoruz, bazılarını görmezden geliyoruz, bazılarını da değiştiriyoruz…”
Ankete cevap veren haber sorumlularının %33’ü böyle haberleri yok saydıklarını söylemiş, %41’i haber müdürü, editör vs. sıfatıyla bilerek atladıklarını, yani ya otosansür uyguladıklarını ya da ‘ihtiyaca göre yumuşattıklarını’ belirtmişler.
Yani medya birer ticari birim olarak var olduğuna, birincil olarak ticari sektörel bir kavram veya bir iş kolu olduğuna göre, gazetecilerin pek bir suçu olmadığını ve işadamlarının ya da şirketlerin her zaman etik olmayan bir tavra onları zorladığını, onların da göbekten bağlı oldukları için bunu yapmak durumunda kaldığını, o yüzden çok da suçlu sayılamayacaklarını düşünmek mümkün müdür? Editörler, yayın müdürleri, gazeteciler, vb. bir şekilde kurban mıdırlar, sorusunun cevabı hem katil, hem kurban olarak verilebilir belki de. Bu çok çelişkili durum, çağımızın temel paradokslarından birini yansıtıyor olabilir.
Açık Radyo’da Medya Konuşmaları adlı program dizisinde pek çok uzmanla veya uzman olmayan ekonomist, sosyolog, siyaset bilimcisi ile konuşulan, tartışılan küreselleşme sürecinin en önemli sorunlarından biri buydu. Mevcut kapitalist düzen içinde ekonomik büyümenin temel değer olarak alınamayacağı ve bunun medyada yansıtılıp yansıtılamayacağı meselesi. Bir kültür ve değerler sorunu: Kapitalist kültür içinde, örneğin çevre maliyeti, yani bedeli ne olursa olsun, sürekli büyümeye, daha çok tüketmeye dayalı bir ilerleme anlayışının sürdürülebilir olup olmadığı sorunu…Bu ‘her ne pahasına olursa olsun gelişme’ zihniyeti değiştirimezse, o zaman medyanın hem suçlu, hem de kurban olmaya devam etmesi kaçınılmaz. Örneğin, Guardian köşe yazarı, öğretim üyesi, aktivist ve yazar George Monbiot’nun çok satılan 2000 tarihli Captive State ile ilgili olarak yine Guardian gazetesinin çevre editörlerinden John Vidal Ecologist adlı saygın çevre dergisine yazdığı değerlendirme yazısında şöyle vurucu bir gözlemini dile getiriyor: George Monbiot, kitabında bütün bu şirketleri ve yöneticileri suçladı, ipliklerini pazara çıkardı; hepsinin çevreye ne kadar zarar veren işler yaptıklarını belgeledi. Buna rağmen, biz bunların üstüne gidemedik… Çünkü fikrî ve siyasi düzen, yani yerleşik düzen –ki bir parçası olduğum ana akım medya da buna dahildir– bu işin üstüne gitmekten nefret eder. Çünkü, politikacılarla, yerel belediye başkanlarıyla, muhtarlarla, vs. didişmek, kapışmak istemeyiz. Hele şirketlerle karşı karşıya gelmeyi hiç istemeyiz. Yani, Guardian yazarı Monbiot’nun kitabında teşhir ettiği ve utandırdığı bu çevre kirleticilerin üstüne gitmek istemediklerini, bundan kaçtıklarını, belirtiyor Guardian’ın çevre editörü. Gazeteciliğin ve gazetecinin işlevi, varolan sistemdeki aksaklıkları afişe etmekle çok yakın olmakla birlikte, kudret ve servet sahiplerini kimse karşısına almak istemiyor. Tabii televizyoncular da öyle…
Normal ve ‘Makûl’ Olan
Çok çelişkili olan çağdaş durumu bu sistem yaratıyor. Yani kendini özeleştiriye tabi tutmamak, bu konularda, hele çevre konusunda, vs. işin üstüne gitmemek, medyada da normal ve makûl karşılanıyor. Çevre gazeteciliği ya da herhangi bir şekilde dürüst habercilikle, doğru dürüst gazetecilikle büyük şirketlerin reklamlarına bağımlılık arasında ciddi bir çıkar çatışması sorunu var. Bundan kurtulmak, onun için de tüm seslere açık olmak o kadar kolay olmuyor. Bunun bedeli de bağımsızlık. Yani, doğru dürüst gazetecilik yapmak, ancak hükümete, devlete ve de büyük şirketlerin vereceği reklamlara bağımlı olmadan çalışmakla mümkün. Bağımlılık sürdüğü sürece bu çıkmazdan kurtulmak neredeyse imkânsız görünüyor. Bunun yeni örneklerinden biri BP şirketi. Bütün istasyonlarını yeşile boyadı, “Biz petrolün ötesine, alternatif enerjilere geçeceğiz”, dedi, reklamlarını da öyle yapıyor: BP, “Beyond Petroleum” (Petrolün Ötesi). Medya tabii ki reklamlardan elde ettiği paradan çok memnun.
Ama bu tespiti yapan: Philip Morris sigara şirketi. 1985 tarihli bir memorandumunda (iç yazışmasında) şöyle diyor: “Medya, reklamlarımızdan gelen paradan pek memnun. Bu bizim güvenebileceğimiz, sömürmemiz gereken, kullanmamız gereken bir müttefiktir”. Bilgi edinme yasası uyarınca mecburen açıkladıkları bu iç yazışmada “Dolayısıyla, biz medyayı etkilemeliyiz,” diyor. Öyle makaleler çıkmalı ya da ‘habereklamlar’ (advertorial) çıkmalı ki, sigara içme konusunda endüstrinin pozisyonunu savunsun diyor.

Psikiyatristlerle PR’cıların Ortak Noktası
James Lindheim adlı dünyanın en büyük halkla ilişkiler firmalarından biri 1989’da BP için çalışırken, yeni bir strateji geliştirmiş. Büyük şirketlerin en büyük korkuları, kamuoyunda çevre konusunda büyük şirketler aleyhine bir kanaat oluşması olduğuna göre, bu korkuları gidermek için şöyle bir strateji önermiş: Örneğin bir psikiyatrist depresyonda olan, umutsuzluk içindeki hastalarına nasıl bakarsa, şirketler de müşterilerine aynen öyle bakmalıdır, demiş. Örnek şöyle: Psikiyatr, bir yandan elinin altında bir ‘zırdeli’ olduğunu biliyor olsa da hastasına, “Hmm, sizin sorunlarınız çok vahim, çok derin” dememeli. Onu demek yerine, şaşırmış gibi yapmalı. “Vallahi, pes doğrusu,” demeli. “Ne kadar da iyi mücadele ediyorsunuz hastalıkla –o kadar vahim durumda pek az hasta gördüm böylesine direnen,” demeli. İşte, diyor BP’nin halkla ilişkiler (PR) şirketi. bu sağlam bağ, dostluk bağı, bir kere kuruldu mu, gerçek terapi işte o zaman başlayabilir, ve gerçeklere ilişkin, şirket bulgularına ilişkin bilgi de rahatça iletilebilir. Bu, propaganda sistemidir. Strateji, endüstrinin, bütün büyük şirketlerin, insanlar hakkında iyi düşündüğünü, onları sevdiğini, iyileştirmek istediğini hissini vermelidir, doktorla hastası arasında olduğu gibi terapötik bir ittifak kurmalıdır… ‘İyileştirici’ ve aynı zamanda da herşeyin bir perspektife oturması gerektiği yönünde ‘bağlam’ verici. Fakat, o halkla ilişkiler şirketinin belirtmediği, psikiyatristle endüstrideki ‘terapist’ arasındaki fark şu: Psikiyatrist gerçekten iyileştirmeye çalışıyor hastalığı, oysa endüstrideki terapistin amacı iyileştirmek değil; onun amacı sadece kâr sağlamak, banka hesabını biraz daha büyütmek. İşte halkla ilişkiler uzmanı bunu söylemiyor. Şimdi bu terapinin en uç örneği de BP’den geliyor; BP kendi adının başharfleriyle bir kelime oyunu yaparak ‘Beyond Petroleum’ diyor. Yani petrolün ötesinde alternatif enerji kaynakları arayacağız ve dünyayı yepyeni bir yere götüreceğiz diyor. BP için çalışan reklam ajansının kreatif direktörü John Kenney, New York Times gazetesine BP’deki bu imaj yenileme çabasını da şöyle anlatıyor: “Düşünün petrolün ötesine gidiyorsunuz… en iyi, en parlak duruma. Yani bir şirket dünya enerji sorununa karşı daha yeni, daha akıllı, daha temiz yollar buluyor: Sınırsız enerji kaynağı yaratıyor!” Harika! Fakat küçük bir problem var: “BP petrolün ötesine gitmiyor ki – petrolün ta kendisi o!”
Bir Pazarlama Numarası
Elbette alternatif enerjilere de yatırım yapıyor ama bunu petrol yerine değil, daha çok petrol çıkarabilmek için yapıyor. Böyle ince bir denge hesabı var şirketlerin. O hesabı tutturmak için alternatif yatırımlara giriyor. Bu sadece kamuoyunu etkilemek için yapılmış bir pazarlama numarası. Bunu söyleyen, ‘Beyond Petroleum’ (Petrolün Ötesi) kampanyasını tasarlayan kişi. “Şimdi geriye dönüp baktığımızda, ‘petrolün ötesi’ lafının bir reklam sloganından ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Yani, … samimi bir mücadele çağırısı filan değil, düpedüz reklam!”2 Ayrıca, bütün sermayesinin sadece yüzde 3,5 kadarını yenilenebilir enerjiye yatırdığını, geri kalan yüzde 96 buçuğun ise petrol ve doğal gaza yatırıldığını da unutmamak lazım. Bir taşla iki kuş vurmak diye yorumlanabilir: Bir yandan, zaten araçlarını sürmekte olan otomobil ve kamyon sürücülerinin içini rahatlatacak, onların suçluluk duygusunu azaltacak; bir yandan da fosil yakıt üretimini artıran BP şirketinin itibarını da artıracak bir formül. Yani, herkes kazançlı çıkacak –küresel ısınmanın kurbanlarından gayri.3 BP’nin aynı zamanda Endonezya’nın 100 bin kişiyi kestiği bir yerde, Yeni Gine’de Yeni Ginelilerin doğal gazını çıkarmak için Endonezya ile anlaşma yaptığını da yazmıyor gazeteler. Ya da, BP’nin Alaska’daki son büyük petrol sızıntı faciasındaki rolünü. Ama gazetecilerin asıl yapması gereken bunları yazmak… Milyonlarca kişinin hayatı riske ediliyor ve gazetecilik, radyoculuk, yayıncılık, bunları açığa çıkartmaktan geçiyor. Dolayısıyla, herkes kendini çevreci gösteriyor; gazeteciler onların ne söylediklerine değil ne yaptıklarına bakmalı kesin olarak. Yani her olayı ayrı ayrı değil, bir bütün olarak ele almak gerekiyor: Hem şirketlerin hepsini, hem de arkasında yatan bağlantıları bir bütün olarak ele almak şart görünüyor.
‘Greenwash’ (Yeşile Boyama) ve Propaganda Savaşı
Bu sadece BP ile bağlantılı değil. Bütün uluslararası ya da uluslarüstü şirketlerin, özellikle petrol ve enerji şirketlerinin hepsinin durumu aynı. ‘Greenwash’ (yeşile boyama) dedikleri olay: Çevreci, duyarlı görünme stratejisi. Böylece, bütün suçluluk duygusunu kaldırmaya yönelik bir kampanya: Araba kullanıyorum, çevreyi mahvediyorum, ailemi, çocuklarımı, torunlarımı öldürüyorum duygusundan da kurtulma olanağı veriyor ve bir yandan da araba kullanmaya devam etmenin sıkıntısını kaldırıyor… Bu aslında bir tür propaganda savaşı. Gazetecilere düşen en önemli görev, bu propagandanın arkasındaki gizli gündemi ortaya çıkarmak olsa gerek. BP iklim değişikliği konusunda samimi olarak kaygı duyuyor olsaydı, çoktan petrol ve doğal gaz tüketimi dışında bir güzergâh, bir yol haritası çizmiş olurdu. Onu yapana kadar çözümün değil, sorunun bir parçası olmaya devam edeceği görülüyor. Ama BP burada bir örnek sadece.. Aynı şey, örneğin, Virgin adlı dev havayolları şirketler grubu sahibi ünlü zengin Richard Branson için de geçerli. 10 yıl içinde milyarlarca dolar yatıracağım ve küresel ısınmaya kendi şirketimle neredeyse tek başıma savaş açacağım diye deklarasyon yapıyor. Bakıldığında, biyoyakıta yatırım yapacağı görülüyor. Atık bitkilerden, küspeden üretilmiş etanol yakıtına geçeceğim diyor. Oysa etanolün hem kesafet azlığı, hem de çabuk parlama tehlikesi yüzünden uçaklarda kullanılamaz olduğu bilimsel raporlarla tespit edilmiş durumda. Ayrıca, Virgin havayollarının bir kolunun ‘business’ sınıfı yolcu kapasitesini bir yıl içinde en az yüzde 10 arttırmayı hedeflediği de küçük bir araştırmayla ortaya konabiliyor. Yani, Branson’ın da ‘yeşil savaşçı’yı oynayıp kendi reklamını yaptığı görülüyor.4
Bunun yanı sıra, iklimin doğal sebeplerle çevrimsel olarak değiştiği, ısınmanın güneş lekelerinden vb. olduğu, hatta buzulların erimeyip aksine genişlediği gibi ‘haberler’ çokça yazıldı, söylendi. Ama bunların hepsinin, fosil yakıt lobisinin propagandası olduğu şimdi kesinlikle ortaya çıkmış durumda.
“Eko-Savaşçı” Gazeteciler
Sokaktaki insanın bu büyük tehdidi algılaması, büyük şirketler lobisinin gizli gündemlerinin açığa çıkarılması ve bunlara karşı koyacak sivil vatandaşlık hareketinin doğması konularında gayret göstermiş, yazıp çizmiş üç gazeteci öne çıkıyor: Biri Bill McKibben, gazeteci, öğretim üyesi ve gezgin. İklim krizini daha 1989’da herkesin anlayabileceği şekilde, The End of Nature başlıklı kitabıyla ortaya koydu; bugüne kadar 10 kitabı ve yoğun çalışmalarıyla devam ettirdi. İkinci önemli isim, Ross Gelbspan. Pulitzer ödüllü gazeteci, aktivist ve öğretim üyesi. The Heat Is On (Perseus Books,1997) adlı kitabıyla büyük şirketlerin büyük paralar harcayarak nasıl bir propaganda mekanizmasıyla kendisi de dahil bu konudan söz eden herkesi yalanlamaya, susturmaya çalıştığı, hükümetleri kendi çıkarları doğrultusunda nasıl etkilemeye giriştiği, gazetecileri, bilim insanlarını, hatta çevre aktivistlerini nasıl satın almaya giriştiği konusunda kamuoyunu aydınlatıyor… Bir üçüncü isim: George Monbiot. Monbiot’nun web sitesi www.monbiot.com, ABD dışında dünyada en çok okunan köşe yazarı sitesi. Monbiot, Oxford üniversitesinde de ders veriyor. Heat: How To Stop The Planet Burning adlı kitabında (2006, Penguin) bu kara propaganda ve lobicilik mekanizmalarını ayrıntılarıyla ortaya çıkarıyor. Bazı şirketler sahte vatandaş grupları, sahte ve sahici ‘think tank’ler ve sahte bir takım bilimsel kuruluşları örgütlüyorlar. Hepsi de son derece muhafazakâr ve sağcı. Bir pazarlama stratejisinin sonucu olarak bu ‘kuruluş’ları fonluyorlar. İklim değişikliğinin konuşulmasını, tartışılmasını, buna karşı tedbir alınması için hükümetlerin sıkıştırılmasını, bu konuda bilincin yükselmesini vb. en az 10 yıl geciktirdiler. Çok değerli, hatta hayati olan 10 yıl, bu ve benzeri gazetecilerin müstesna çabalarına rağmen, esas olarak fosil yakıt lobisinin (petrol, kömür, enerji, otomotiv vb) propagandası yüzünden kaybedildi…

“Bütün Sessizliklerin Anası”
Medya da sustu, susturulmuş oldu. Medialens kuruluşundan David Edwards ve David Cromwell’in Guardians of Power kitabında ‘Sessizliklerin anası’ diye nitelendirdikleri durum, bu ‘susma’ya ilişkin.5 Ama bunları kim fonluyor? Günde 1 milyar dolarlık petrol satışı yapan ve yeryüzünün en büyük kârlarını elde eden ExxonMobil ilk akla gelen şirket. 1998 ile 2006 arasında küresel iklim değişikliğini inkâr etmeleri için 50’yakın kuruluş ve kişiye yaklaşık 23 milyon dolar akıttığı belgelenmiş durumda.6 Daha da ilginç olanı, Philip Morris gibi büyük sigara ve tütün şirketlerinin de başından beri bu kampanyanın içinde olması. Bu şirketlerin izlerini süren Monbiot şu sonuca ulaşıyor: Amerika’nın başlıca çevre koruma kuruluşu EPA’nın yayınladığı 500 sayfalık bir raporda pasif içiciliğin çocuklar ve büyükler üzerinde çok zararlı etkileri olduğu, büyüklerde kanser, riskini arttırdığı, çocuklarda da bronşit, zatürree, vs’ye yol açtığı bilimsel olarak kanıtlandı diyen raporun bu şekliyle medyada yer alması istenmiyor. Philip Morris’in halkla ilişkiler şirketi, sigara şirketinin kârını azaltabilecek bu bilginin yayılmasını önlemeyi hedef seçmiş. Bunun için APCO diye bir halkla ilişkiler şirketi tutmuş. Sigara endüstrisini güvenilir hale getirmek için, bir çeşit ‘sivil toplum kuruluşu’ kurmuşlar. Adına da TASSC demişler, yani Orwell’vari bir isimle Sağlam Bilimi İlerletme Koalisyonu diye vaftiz etmişler. Yani, sigara sağlığa zararlıdır ya da küresel ısınma vardır diyenler ‘çöp bilim’ yapmış oluyor, bunları inkâr edenler de sağlam bilimci oluyor. Çevrecileri Nazilerle, teröristlerle ve komünistlerle özdeş tutan yayınlar yapmışlar. Sonuç: Büyük petrol şirketleriyle büyük tütün şirketleri, koalisyona girmişler, birlikte görevdeler: kullandıkları dil ve ele aldıkları konular aynı. Görevleri, şu konularda dünyayı aydınlatmak? Küresel ısınmanın faydaları, sigaranın faydaları, nükleer santrallerin faydaları, ve genetik bakımdan değiştirilmiş ürünlerin faydaları… (Bkz; GDO’yu beklerken)
Komplo Teorisi?
Buna komplo teorisi demek de güç, çünkü aralarında anlaşıp sahte ‘sıkça sorulan sorular ve cevapları’ listeleri de hazırlamışlar. “Örneğin, Philip Morris bu TASSC denen kuruluşu finanse ediyor; acaba aralarında organik bir bağ var mı?” sorusunu şirket kendi hazırlatmış ve cevap vermiş: Ne münasebet? Philip Morris gibi sosyal sorumluluğu olan büyük şirketler her zaman halk yararına olan şeylere fon ayırırlar, diye. İşte bir ‘junk science’ (çöp bilimi) vardır: pasif içicilik, iklim değişikliği, fosil yakıt vb. hepsi çöp bilimcilerin işidir. Bir de sağlam bilim vardır, bu şirket ve kuruluşlar da bunu savunur, şeklinde bir soru cevap listesi… Kelimesi kelimesine ortak terminoloji kullanılmış. Petrolcülerle sigaracıların ortak çalışması bu. Ve, bütün Amerika’da ne kadar muhafazakâr, sağcı düşünce kuruluşu varsa, hepsi de ‘junkscience.com’ diye de bir internet sitesinde buluşuyor. Sitenin kurucusu ve yazarı Steve Milloy, Philip Morris’le çalışan PR Şirketi APCO’nun adamı. Murdoch’un, Fox News kanalı da işin içinde: Milloy, Fox Haber internet sitesine parayla haftalık yazılar yazmakta. Sigara ve petrol şirketlerinden para aldığını hiç söylemeden küresel ısınma yoktur, bunlar çevrecilerin yalanlarıdır diye yazılar yazıp duruyor. İşin daha da ilginç olan yönü, onlardan para aldığının ortaya çıkmasından sonra da Fox şirketinin onu çalıştırmaya devam etmesi. Yani bir çıkar çatışması görmemesi. (Bkz; Çıkar Çatışması) Ayrıca, bir tür ensest ilişki de var ortada: “Küresel ısınma iyi birşeydir, herşey daha da yeşerecek ve ortalık cennet gibi olacak” mealinde yazılar yazan Seitz adlı bir emekli bilim adamının, aynı zamanda RJ Reynolds adlı diğer bir büyük tütün şirketinden para aldığı açığa çıktı. Fred Singer diye bir başka iklim bilimcisi, dünyada buzulların erimeyip aksine genişlediğini hiçbir kanıta dayanmadan ortaya atan –ve bu tezi bilim çevrelerinde tamamen çürütülen– küresel ısınma inkârcısı bir bilim adamı da burada çalışıyor. İklim değişikliğini yadsımanın dışında, sigaranın zararları konusundaki EPA raporuna da kara çalan yazılar kaleme almış.7
Irak İşgalinin Kışkırtıcılarıyla İklim İnkârcıları Aynı Safta
Irak istila ve işgalini provoke eden, destekleyen kuruluşlar da aynı. Aralarında Competitive Enterprise Institute, CATO Institute, Heritage Foundation, Hudson Institute, Frontiers of Freedom Institute, Reason Foundation, Independent Institute gibi kuruluşlar ve George Mason Üniversitesinin bazı fakülteleri var. Bunları ortaya koyan Monbiot, “ABD’de büyük şirketler tarafından kurulup fonlanmayan herhangi bir sağcı muhafazakâr kuruluş var mı acaba?” diye soruyor. ABD’de esas olarak bu lobiler çok etkili. Ama iklim değişikliği inkârını bir endüstri haline getirmiş olanlar, ExxonMobil, Peabody ve Philip Morris gibi petrol, kömür ve tütün devleri bütün dünyada etkililer. Avustralya’da, Kanada’da, Hindistan’da, Rusya’da, İngiltere’de ve Türkiye’de, yani her yerde aynı sözler söyleniyor… Bu, ABD’de ve çağdaş Batı dünyasında kuvvet merkezlerinin üzerinde durduğu sistem. Şirketlerin çıkarları ve kâr hırsları doğrultusunda, onların büyük maddi desteğiyle bir dezenformasyon/misenformasyon sistemi, bir ‘propaganda mekanizması’ çalıştırılıyor. Noam Chomsky ile Edward S. Herman’ın da ortaya koydukları ‘rıza imalatı’ modeli tam da bu doğrultuda. Medya da çeşitli sebeplerle buna uygun davranıyor ve gerçekleri gizliyor ya da çarpıtıyor. Esas olarak bu yüzden de insanlar bir türlü meselenin ‘künhüne varamıyor’…8
“Havada Çılgın Rekabet” ve Medya
Son zamanlarda Türkiye’de de medyada çok revaçta olan bir mesele, uçaklarda indirim. ‘Havada çılgın rekabet’ gibi başlıklarla manşetten veriliyor: “Otobüs bileti fiyatına uçak bileti sloganıyla iç hatlarda tarifeli sefer yapan özel havayolu şirketleri, rekabette sınır tanımıyor!…” vb. Devlet hava yollarının alt markasında büyük tenzilat hazırlığı üzerine, özel bir havayolu 25 YTL’ye seferler düzenlemiş, buna bir başka özel firma ‘1 YTL’ye uçak bileti’ gibi ‘şok indirim’lerle cevap vermiş… Uçak yakıtı için hükümetin düşük vergi (ÖTV) uygulaması da bu rekabete yol açmış… Kimse işin küresel ısınma yönü üzerinde durmuyor. Aksine, bunun ekonomik açıdan olumlu ve ‘eşitlikçi’ yönleri üzerinde duruluyor. Mesela özel şirketin müdürü “artık kapıcı Mehmet efendi bile uçakla seyahat edebilecek!” diyor. Yalnız, kapıcı Mehmet efendinin serazat seyahat edebileceğinin pek doğru bilgi olmadığını, ayrıca mesela onun iki oğlunun ya da torunlarının bu dünyada yaşayama şansını bulamayacağını da bu habere eklemek gerekiyor belki de.9 Uçuş meselesinde bir önemli örnek daha verilebilir. Dünyanın en başarılı seyahat dergilerinden biri olan Granta’nın başyazısında editör lan Jack şöyle diyor: “Azimetimiz nereye, orası belli değil”. İsviçre’de bir müzede küresel ısınma meselesini önüne koymuşlar. İsviçrelilerin %50’si zaten en az 600 km ya da altında uçuş yapıyorlarmış. Kesme çiçekler bir yerlerden hava yoluyla getiriliyormuş ve İsviçre’nin sera gazı salımının %10’una uçuşlar sebep oluyormuş. Ian Jack, uçakların yüksekten uçtuğu zaman çok daha fazla etkili olduğunu ve karbondioksit salımlarının da ortalamanın 2-3 kat üstüne çıktığını belirttikten sonra, “Bu gayet açık,” diyor. “Bundan sonra tek yapabileceğimiz şey, karbon salımlarını karneye bağlamak… Seyahat işi, hele uçakla seyahat işi kesinlikle karneye bağlanmak zorunda….” Bunları bir seyahat dergisinin editörü yazıyor.10 Yani, doğrudan kendi bindiği dalı kesiyor da denilebilir. Şöyle bir hesap yapılmış: Şu anda yeryüzünde yaşayan her insan için yarım tondan daha fazla karbondioksit salınamayacak. Tabii, eğer dünya mahvolmasın isteniyorsa. Ian Jack, bu karneyi uygulayalım diyor. Bu da şu demek: Ya hiç uçağa binmeden araba ile yılda en fazla 2200 kilometre yapabilir. Ya da araba yılda en fazla 1000 km kullanılır ve bir de Bali’ye gidiş-dönüş uçak gezisi yapılabilir –ama ancak 15 senede bir kere yapılabilir! Hesap bu kadar basit… Dahası, bütünüyle uçak benzini fiyatlarının, uçuş vergilerinin vb. arttırılması zorunludur, ve esasen seyahat olayı da bitmek üzeredir artık, diyor seyahat yazarı.

Seyahatin ve Çilekli Dondurmanın Sonu Mu?
Seyahat olayının bitmesi demek, bir yandan da bildiğimiz şekilde bu kültürün tamamen değişmesi demek olabilir. Çünkü ticaret dediğimiz şeyin de seyahatle doğrudan bağlantılı olduğunu unutmamak ve herşeyi tümüyle yeniden düşünmek gerekli görünüyor. Ama nedense bu açık gerçekliği medya pek bulanık görebiliyor, eğer görebiliyorsa… Bu ‘bulanıklığa’ bir örnek vermek gerekirse, bir gazetenin ‘magazin’ ekinde Türkiye’ye yeni gelmiş bir dondurma markasının sahibesi ile, “Premium dondurma”lar üzerine bir mülâkat yer alıyordu. Peki bu dondurmanın en büyük özelliği neydi? Tamamen doğal olması ve bununla bağlantılı olarak çileğinin Florida’dan, vanilyasının Madagaskar’dan, çikolatasının da Brüksel’den geliyor olması. Yapay aroma yerine böyle doğal olması elbette çok güzel bir şey. Müthiş lezzetli olduğu da kuşku götürmez. Ama çilekleri, vanilyaları, kakaoları, çikolataları dünyanın dört bir yanından dolaştırıp binlerce, on binlerce kilometre kat ettirip getirmek için harcanan benzinin, mazotun ve bunların atmosfere boca ettiği karbon atığı düşünüldüğünde, insanların kendi teras veya bahçelerinde çilek yetiştirmesinde daha büyük fayda olduğu düşünülebilir… Genellikle, medya da, çaresizmiş gibi, büyük şirketlerin ve onların etkisindeki politikacıların dümen suyunda gitmekten kaçınmıyor. Gazeteler, televizyonlar vb. meselenin vahametini anlamıyor, anlamamak için de çeşitli sebepler buluyor, hatta gerekçeler yaratıyormuş gibi görünüyor.
Yayıncının Sorumluluğu
George Monbiot, bir köşe yazısında iklim değişikliğinden yakınan yazıların, ucuz uçak bileti promosyonları ve petrol şirketlerinin ilanlarıyla aynı sayfalarda yanyana yer aldığını belirterek, gazete editörlerinin sorumluluğuna ilişkin önemli soruları dile getirmişti. Editörlerin bazı reklamları, örneğin kilometre başına 10 gm üzerinde CO2 üreten arabaların reklamlarını, ya da uçuşlarla ilgili her türlü doğrudan reklamı neden yasaklamadıklarını soruyordu. Yayın sorumluları, hergün hangi haberlerin yayınlanacağı, hangi açıların öne çıkarılacağı konusunda karar alma yetkisine sahiplerken, yayınlanacak reklamlar konusunda neden yetki sahibi olmasınlar ki, diye soruyordu. “Okurların kendi kararlarını kendilerinin vereceği elbette doğrudur, ama reklamlar da davranış kurallarının yaratılmasına katkıda bulunur. Bu reklamlar biyosferin yok edilmesini toplumsal olarak kabul edilir kılıyor.”11
Monbiot’nun soruları yalnız medya için değil, herkes için hayati önem taşıyor. Ne var ki, iklim değişikliği ve küresel ısınma, belki bilim dünyası haricinde hiç kimse için öncelikli görünmüyor. Örneğin, Financial Times gazetesinin iş dünyası liderleri arasında yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre: “İklim değişikliği Britanya’nın en büyük şirketlerinin öncelikler listesinde son sıralarda yer aldığı gibi, … en büyük hisse senedi sahipleri de bu konuda hiç de heyecana kapılmıyor.” Araştırmaya katılan şirketlerin yarısından fazlası, çok daha âcil konular arasında marka bilinci, pazarlama stratejileri ve şirketlerinin sosyal sorumluluğunun geldiğini söylüyor.12 Buna paralel olarak, New York Times gazetesinde çıkan bir habere göre küresel ısınma ve fosil yakıtların bundaki rolü konusunda ciddi kaygılar bulunmakla birlikte, küresel tüketimin büyük bir hızla yükselmesinden dolayı, küresel petrol ve doğalgaz talebinin 25 yıl içinde yüzde 50 oranında yükseleceği uzmanlarca tahmin ediliyor.”13
Yoksa Kendi Çocuklarımızın Düşmanları Mıyız?
Medialens yazarlarının söylediği gibi, sorun bir temel noktada odaklanmakta: “Kâr peşinde koşan medya şirketlerinin –reklamverenlere ve onlarla işbirliği halindeki hükümet haber kaynaklarına bağımlı, ama bunun yanı sıra genellikle zengin medya patronlarına ya da dev ana şirketlere de bağımlı ve bir de sağcı grupların sürekli yaylım ateşi altında oldukları için– dünyamızda olup bitenlere ve dünyanın sorunlarına ilişkin önemli haber ve bilgilerin çoğunu örtbas ettiklerini gösteren yığınla kanıt var.”14 İnsanlığın, fosil yakıt reklamı bağımlısı bir basın-yayından nasıl kurtulacağı, daha doğrusu kurtulup kurtulamayacağı en canalıcı sorunlardan biri olarak öne çıkıyor.
Ancak, en az bunun kadar canalıcı bir başka sorun da şu: İklim değişikliği tehdidine karşı dünya çapında bir cevap vermekte bu kadar geç ve pasif kalınmasının tüm sorumluluğu yalnızca şirketlere, hükümetlere ya da medyaya yıkılabilir mi? George Monbiot, bunun artık mümkün olmadığını söylüyor ve cevap vermekte geciken birimlerin, biz onlardan bunu talep etmediğimiz sürece harekete geçemeyeceğini vurguluyor. “Şu anda biz herşeyi birden istiyoruz.: Palmiyeli plajlar, canavar cipler, plazma ekranlı televizyonlar ve tertemiz vicdanlar… Biyosfer yıkılıp gidecekse bu, emisyonların kısılması gerektiğini kabul eden ve fakat hayat tarzlarını bir milim değiştirmeyen nazik, iyi niyetli, kozmopolit insanlar eliyle olacaktır…” Monbiot, biz değiştiğimizi onlara göstermediğimiz sürece hükümetlerin gerçekten eyleme geçmeyeceklerini önemle belirtiyor.15 Biz, hükümetlere büyük şirketleri ve medyayı da ekleyebiliriz.
Sonuç olarak, medya sorumlularının sigara reklam yasağının yol açtığı gelir kayıplarıyla, başta imkânsız denmesine rağmen, başedildiği; İngiliz İmparatorluğunun köle ticareti yasağının yol açtığı gelir kayıplarıyla, başta dayanılmaz denmesine rağmen baş edildiği biliniyor. Asıl bilinmeyen ve gerçekten muamma olmaya devam eden şey ise, hepsinin ötesinde, şu:
Çocuklarımızın üzerine zaman, enerji ve sevgi yağdırmakta sınır tanımaz bir cömertlikte davranıyoruz da, devralacakları şimdi artık neredeyse kesin olan dehşet verici, çöküp giden bir dünyadan onları kurtarmak için neden kılımızı bile kıpırdatmıyoruz acaba?16
.Ömer Madra . www.acikradyo.com.tr17 . Yt; 8 Ocak 2007 .
- David Edwards, David Cromwell; Guardians of Power: The Myth of the Liberal Media. London: Pluto Press, 2006.↩︎
- John Kenney; “Beyond Propaganda” New York Times, 14 Ağustos 2006, in: Dave Edwards, “Climate Change, BP Greenwash and the Press”, ZNet, 19 Eylül 2006.www.zmag.org↩︎
- Edwards; 2006 Ibid.↩︎
- George Monbiot; “Greenwash Exposed” Turnuptheheat, 26 Eylül 2006.www.turnuptheheat.org↩︎
- Bkz, yukarıda 1 no’lu dipnotu.↩︎
- www.heatisonline.org↩︎
- George Monbiot; Heat: How To Stop the Planet Burning. London: Allen Lane/Penguin, 2006.↩︎
- Noam Chomsky, Edward S. Herman; Manufacturing Consent – A Propaganda Model. New York: Pantheon Books, 1988.↩︎
- Mustafa Gün; “25 YTL’yi Duyan, Uçak Biletine Hücum Etti” Zaman, 16 Eylül, 2006.↩︎
- Ian Jack; “On the Road Again” Granta, London: September 2006.11 George Monbiot; “The Editorials Urge Us To Cut Emissions, But The Ads Tell A Very Different Story”, Guardian Online, 14 Ağustos 2007.www.guardian.co.uk↩︎
- J. Wilman, K.Burgess; “Climate Change ‘Not A Business Priority’” Financial Times, 4 Haziran 2007. Medialens, “Advertising Climate Disaster…”, 1 Kasım 2007.www.medialens.org↩︎
- Jad Mouawad; “A Quest for Energy in the Globe’s Remote Places” New York Times, 9 Ekim 2007, in:Medialens, ibid.↩︎
- Medialens, “Advertising Climate Disaster…”, 1 Kasım 2007www.medialens.org↩︎
- George Monbiot; Heat: How To Stop The Planet Burning. Boston: South End Press, Nisan 2007.↩︎
- Medialens, op.cit.↩︎
- Bu metnin farklı bir versiyonu, ‘Medya Konuşmaları’ dizisi çerçevesinde 21 Eylül 2006 tarihinde yayınlanan Çevre Gazeteciliği başlıklı programdan deşifre edilerek 8 Ocak 2007 tarihinde www.acikradyo.com.tr adresinde yayınlanmıştır.