1903 yılında bir öğle sonrasının ilerleyen saatlerinde, öncü Amerikan bestecisi ve müzisyen W.C. Handy, siyah işçilerin kuşaklar boyunca çalışıp didindiği pamuk tarlalarıyla çevrili bir kasaba olan Tutweiler, Mississippi’de tren bekliyordu. Hırpani görünüşlü siyah bir adamın tuhaf bir şekilde gitar çaldığını duydu. Adam çakısını teller üzerinde gezdirerek güçlü, hışırtılı bir ses çıkarıyor ve son derece duygusal bir sesle şarkı söylüyordu. Sonradan “Etkisi unutulmazdı” diye yazdı Handy. Bu tanımlama şimdi ‘blues’ adıyla bilinen müziğe dair yazılı ilk atıf olarak kabul ediliyor.

Handy,
1873-1958.
Blues Amerika’nın güneyinde gelişti. Kimi kökleri artık farklı, yeni bir örgü içinde olsa da kölelerin Afrika’dan taşıdığı müzikal yapılara uzanıyor. Klasik 12 ölçülük yapısıyla blues, sayısız türü kapsayan cazdan müzikal anlamda daha sınırlıdır. Bununla beraber Mississippi deltasında ortaya çıkan klasik blues, tabii ki blues’un yegâne türü değildir. Carolina tepelerinde gelişen tatlı ve kıvrak Piedmont blues’u gibi diğer türler, farklı müzisyen gruplarının blues’u kendilerince nasıl yorumladıklarını gösterir.
İlk blues yıldızları kadınlardı, bilhassa Bessie Smith ve Ma Rainey. Gösterişli bir hayat yaşar, çoğunlukla usta gruplar eşliğinde vahşi ve dokunaklı şarkılar söylerlerdi. Blues tarihinde bir sonraki evreye Robert Johnson gibi gitar tek başına çalıp söyleyen erkekler hakim oldu. Sonraları, II. Dünya Savaşı’nın ardından güneyli müzisyenler Chicago’ya ve diğer kuzey şehirlerine göç ettiler. Güneye özgü tarzları da yanlarında getirdiler ve bunlara elektrikli anfiler ekleyerek gümbür gümbür, âcil ve taptaze bir sadâ yarattılar. Bu müzisyenlerin arasında sonradan yıldızlık mertebesine ilerleyen Muddy Waters, John Lee Hooker ve Howling Wolf gibi isimler vardı.

1894-1937.
Blues gücünü ağırlıklı olarak sözlerindeki zenginlikten alır. Blues şarkıcılarının çoğu resmi anlamda eğitim görmemişti, ama kuşaklar boyunca Afrikalı-Amerikalı yaşamının temelinde yeralan yalnızlık, acı ve yoksunluğu ifade eden, son derece dokunaklı şiirler üretiyorlardı. Buna rağmen blues müziği son tahlilde kederli değildir. Temel bir insani güdünün, tüm engellere rağmen ayakta kalma kararlılığının bir bildirgesidir o. Muddy Waters “Ben burdayım! Herkes biliyor ya, ben burdayım!” derken işte bunu sembolleştirmiştir.
Blues müziği açıkça politik değilse de büyük bir kısmı en azından sosyal adaletsizliğe karşı örtülü bir isyandır. Özellikle 20. yüzyılın başlarında, blues’un neredeyse sadece güneyde çalındığı zamanlarda müzisyenler zaman zaman, karılarına ve sevgililerine tacizde bulunmak ve onları dövmek istediklerini anlatan şarkılar söylerlerdi. Bu şarkılar kısmen de olsa şifreli olarak yazılmışlardı. Şarkıcılar aslında acımasız çiftlik patronlarına ve onların temsil ettiği siyasal ve toplumsal sisteme isyan etme hayallerini ifade ediyorlardı. Bu fikirleri açık açık ifade edemeyeceklerinden dolayı da arkadaşlarına ve sevgililerine şiddet uygulamayı hayal ediyormuş gibi yapıyorlardı.

1911-1938.
Çoğu blues parçasının sözleri Robert Johnson’ın yazdığı bu şarkıda olduğu gibi klasik A-A-B formunda yazılır:
I went down to the crossroads, tried to flag me a ride,
I went down to the crossroads, tried to flag me a ride,
But nobody seemed to know me, everybody passed me by.
Dörtyol ağzına indim, bir arabaya el ederim diye,
Dörtyol ağzına indim, bir arabaya el ederim diye,
Kimseler tanımıyordu beni sanki, önümden geçip gitti hepsi de.
Blues’un büyük toplumsal zaferi, 1960’lardan itibaren beyaz rock müzisyenlerinin bu müziği benimsemesiyle geldi. Eric Clapton ve Mick Jagger gibi yıldızlar blues müziğine ve onu yaratan müzisyenlere cömertçe övgüler düzdüler, klâsik blues şarkılarını kendi repertuarlarına uyarladılar. Hatta Rolling Stones ve Lovin’ Spoonful gibi rock gruplarının isimleri de blues şarkılarının sözlerinden esinlenerek konmuştu. Muddy Waters’ın mısralarının doğruluğu da elbette şüphe götürmez: “Blues had a baby, and they called it rock’n’roll” (Blues’un bir bebeği oldu, ve adını rock’n’roll koydular).
Stephen Kinzer