Murat Belge

Bakma Biçimleri

John Berger’in İstanbul’a ilk gelişi, çok kesin hatırlamıyorum ama, yetmişlerin sonu, muhtemelen 1978 veya 1979 sonbaharıdır. Biz bu sırada Anadoluhisarı’nda yazlık olarak bir yalı kiralamıştık. John ve karısı Beverly ise eski dostlarımız Judith Herrin–Anthony Barnett ikilisiyle gelmişlerdi. Onlar bizim Moda’daki dairede kalacaklardı, Cevat Çapan da önemli bir yazarın kenti ziyarete geldiğini söyleyerek Kültür Bakanlığı’ndan bir yer ayarlayacaktı Berger’lara. Bu yer, Emirgân’da Şerifler Yalısı oldu.

Oldu ama, John, bu düzenlemeden memnun kalmadı. Böyle bir bina ona bir ‘yaşama mekânı’ gibi görünmemişti. Tabii eşyasız bir yer olmasının da bunda payı vardır. İkisi için yanılmıyorsam portatif yataklar getirilip konulmuş, bunun dışında boş, soğuk, müze gibi bir yer –‘gibi’si fazla, bir müze!

O zaman onlara da Moda’ya geçmelerini söyledik. Öteki çift zaten daha önce dönecekti. Biz de şimdilik yalıdaydık. Ama hava erken bozdu ve bir iki gün sonra biz de yalıyı bırakıp eve dönmek zorunda kaldık. Ama bu zamana Anthony’ler gitmişti. Fazla sıkışmadık. John’la Beverly daha bir haftayı böylece geçirdiler İstanbul’da. İkisi de hayatından çok memnundu. Kenti çok sevmişlerdi.

İnsanın kendi yaşadığı yeri böyle bir ‘yabancı’ ile gezmesinin çok ilginç sonuçları olabiliyor; çünkü, benim için çok olağanlaşmış bir şeye yanımdaki taze bir gözle bakabiliyor ve benim dikkatimden kaçan bir şeyin önemini hatırlatabiliyor. Boğaz’ın, yeşili yalısı falan, bildiğimiz güzelliği dışında, tarihin en önemli su yollarından biri olması, zihnimizi ne kadar uğraştırır? Buralara ilk kez gelen John, Anadolu Kavağı’nın oralara gelip de Karadeniz’in açılışını görünce, “Wow!” diye haykırdı. Kim bilir kaç kere gördüğüm ve kanıksadığım bu manzaraya bir de bu gözle bakmak gerektiğini bana o göstermiş oldu. Böyle çok yaşantı paylaştık.

Çok seviştik. Seyrek görüşebiliyoruz, ama bu yoğun sevgi hep devam eder. Üçlüsünün son kitabı Leylak ve Bayrak’ta kişilerden birinin ‘Murat’ olması bundandır.

Sabahları kahvaltıdan sonra çıkıp iki saate yakın yürüdüğünü hatırlıyorum. Bu, kafasını toplamak, zihninden haldır haldır akıp giden bir yığın düşünceyi, izlenimi, sezgiyi sıraya koymak ve ‘yazılabilir’ hâle getirmek için yaptığı bir şey, edindiği bir alışkanlıktı. Moda’dan Kadıköy’e, Yoğurtçu’ya, çeşitli yönlere yürüyüp geliyordu. Sokakta birileriyle selamlaşmaya bile başlamıştı. Arada, bir berbere gidip sakalını tıraş ettirmek ve böylece yeni tanıdığı bu toplumda berbere girmenin nasıl bir yaşantı olduğunu öğrenmek gibi numaraları da oluyordu.

John Berger

Doğa İçinde Duran İnsan, Çevresini Nasıl Görür?

Bir gün Resim-Heykel Müzesi’ne gitti ve heyecanla döndü. Şeker Ahmet Paşa’nın ‘Orman’ resminden etkilenmişti. İlginç bir şey yakalamıştı burada. Resimde, bir ormanda duran bir adamı arkasından görürüz. Ama John, “Bu noktada durarak bu manzarayı resmeden adam, bunu böyle göremez” diyordu. “Aslında oduncunun durduğu yerden görünmesi mümkün olacak şekilde resmetmiş!” Buradan ‘doğa içinde duran’ insanın çevresini nasıl gördüğü konusuna geçiyordu. 19. yüzyıl ortalarında Jean-François Millet natüralist bir anlayışla doğa içinde çalışan köylü resimleri yapar. John, “doğada çalışan adam ufuk çizgisini göremez” diyordu. Kendisi Fransa’da yerleştiği dağ köyünde tarlada çalıştığı için, bu konuda deneyimi vardı. Görme Biçimleri gibi olağanüstü bir kitap yazmış bir adam, neyin nasıl görüneceğini bilmesi doğal. Ama Batı resim geleneği Rönesans’tan beri ufuk çizgisini temellerinden biri olarak kabul ettiği için, Millet de köylülerini böyle bir arka plan önünde çiziyordu. Oysa, John’a göre, Sosyalist Çin resminde de doğa içinde çalışan köylüler üstüne resimlerde ufuk görünmüyordu, çünkü ‘orada’ çalışan adamın önünü kapayan yükseltiler olurdu her zaman. Sonra bu temayı daha da geliştirip zenginleştirip yayınladı John.

Bu ilk tanışıklık dönemiyle iki anı anlatıp bitirmek istiyorum. Bunlar, John’ın yazarlığının altyapısıyla ilgili şeyler.

John Berger’in 1979 yılında tamamladığı
Pig Earth, 1998’de Domuz Toprak
başlığıyla Türkçe olarak yayınlandı.

Karşısındaki Adama Bakarak Kişiliğini Çıkarmak

Türkiye’nin nasıl bir toplum olduğunu, entelektüel hayatın niteliğini daha iyi kavrayabilmesi için ona hemen her akşam bir randevu ayarlamışlardı. Böylece Yaşar Kemal’le, Oğuz Aral’la, Ruhi Su’yla, daha da birileriyle tanışıp konuştu. Dolayısıyla karikatür alanı, musiki alanı gibi birçok ayrı alanda önemli bir yeri olan insanlardan o alanların sorunlarını v.b. dinlemiş, konuşmuş oldu. Ama John bunlara ne kadar önem verirse versin, her şeyden çok ilgilendiği konu, insandı. Randevudan döndüğünde ben yatmamış oluyordum; oturup daha bir iki saat demleniyor, konuşuyorduk. Çok zaman görüşme çevirmen aracılığıyla yapılıyordu. Ama John karşısındaki adama bakarak, mimiklerinden, tonundan, onun nasıl bir kişi olduğunu çıkarmaya çalışıyordu. Yorumunu bana anlatıyor, sonra uzun uzun bunları evirip çeviriyorduk. Neredeyse ‘şaşmaz’ denecek bir isabeti vardı ki, doğrusu beni epey şaşırttı.

Bir örnek vereyim: Can Yücel’le de buluşmuşlardı. Can’ın iyice içkili olduğu bir akşam, bir meyhanede, başkalarının da bulunduğu bir meyhanede, yan yana oturuyorlar. Can tabii İngilizce’yi son derece iyi bilir; ama o gece nedense tutturmuş; gece boyunca John’la Türkçe konuşmuş. Tabii onun bundan bir şey anlamasına imkân yok.

Can Yücel de John’ı çok sevmişti. Türkçe konuşması bunun sonucu olabilir: ‘adam bizden’ hesabı. Ya da, ‘anlaşmak için dil gerekli değil’ inancı. Ama böyleyse, haklıydı, çünkü çok temel bir yerde, anlaşmışlardı– ne dediklerini hiç anlamadan.

Bana bunları anlatırken ben de ona Can’ın şiirlerinden bazı bölümler çeviriyordum, evdeki kitaplardan. Birden “Can kendini çok sansür eder mi?” diye sordu.

Şaşırdım. Rahat ve resmiyet dışı tavırlarıyla, küfrüyle, içtenliğiyle Can Yücel’i ‘oto-sansür’ kavramıyla bir arada düşünmek bizim hiç aklımıza gelmeyecek bir şey.

Alık alık baktığımı görünce, “Yani, sosyalizmle ilgili konularda?” diye ekledi. “Sosyalizmin eleştirisini yapar mı?”

O zaman jeton düştü. Evet, tabii yapmaz. Evet, tabii bunları sansür eder. Oturup konuştuğumuzda, sosyalizmin geçmişi veya geleceği üstüne, her şeyi konuşur, söyler, ortodoksinin en uzağına da gider; ama şiirinde bunlara hiç yer vermemiştir. Şiir bir yana, bu eleştirilerin sözlü, yazılı yapılması bile onu tedirgin ederdi. Birikim’de birlikteydik. Bu dergiye bağlıydı. Ama Stalin eleştirisi bile ona fazla gelmişti. Oysa o sayıda çıkanların daha ağırını kendisi söyleyebiliyordu – konuşurken.

Bunları bildiğim hâlde, Can Yücel’e, ‘kendini sansür eden bir adam’ gözüyle hiç bakmamıştım. Kavak’tan (veya Kireçburnu’ndan) yukarıya da, ‘işte, orada görünen Karadeniz’dir’ diye bakmayı ihmal ettiğim gibi. Görme Biçimleri olması için ‘Bakma Biçimleri’ de olmalı. Bu çerçevede John Berger’dan çok şey öğrendim ya da öğrendiğimi umuyorum.

Kaybolan Bir İnsan ‘Türü’nün Tanığı Olmak

Görmek istediği bir şey de mezbahaydı. Çok sıradan bir istek değil! Niçin istediğini o açıklamadığı için ben de sormadım. Ama birileri bunu da ayarlamış. Gitti gördü. Gene, üstüne fazla bir şey konuşmadık. Tanıdıklarından biri “Sen sadist misin?” filan diye bir şeyler soracak olmuş, buna sinirlenmiş, daha çok onu anlattı.

Bir süreden beri Fransa’da, Cenevre’ye yakın, Fransız Alpleri bölgesinde Annemasse adında bir yörede Mienssy adında bir dağ köyünde oturuyordu. Niçin? Köylülere, ‘köylülüğe’ takmıştı. Bildiğimiz biçimde gelişen bu dünyada klasik anlamda köylülüğün ortadan kalkmak üzere olduğunu tespit etmişti. Bu geri döndürülmez süreçte son köylü de bir şeye dönüşmeden önce, bir yazar olarak, köylülük yaşantısını incelemek, gözlemlemek, saptamak ve kaydetmek istiyordu. Kaybolan bir insan türünün tanığı olacaktı.

O tarihlerde de bunu bir üçlü olarak tasarlamıştı. Fransız köylülerini gözlemleyip duruyordu ama birtakım farklılıkları da görebilmek için bir süre Türkiye’de bir köyde kalma fikriyle oynuyordu. Gelmesinin bir nedeni de buydu. Böyle konuları konuştuktan sonra ben de ona bu şekilde kalabileceği bazı Ege köyleri ayarladım. Ama bunu son cilt için planlamıştı ve oraya gelene kadar fikri değişti. Köy kökenli insanların Batı’daki sanayi kentlerindeki durumları temasında karar kıldı. Türkiye’ye ikinci gelişi köy incelemek için değil, İstanbul Film Festivali’nin Jürisinde bulunmak için gerçekleşti.

Bu arada, üçlünün ilk kitabı Domuz Toprak yayınlanmıştı. Bunun başındaki kısacık hikâyeyi okuyunca mezbaha konusunu anladım.

Danasını Kesen Köylü

Hikâyede bir köylü danasını kesiyordu.

Şimdi biz kentliler de hayvanlarla ilişki kurarız. Bu, ‘ekonomik’ bir ilişki değildir, köyde olacağı gibi; bir ‘pet’ ilişkisidir. Başka insan ilişkilerinden buna analoji yapacağımız en uygun örnek ‘ebeveyn-çocuk’ ilişkisidir. Dolayısıyla kedisini, köpeğini ‘kesen’ birini hayal edemeyiz.

Ama köylünün hayvanıyla ilişkisi de böyle olamaz. Her köylü hayvanına Tiraje Hanım’ın kedisine bağlandığı gibi bağlansa belki sonunda dünya tarihi olmazdı. Ya da çok başka türlü olurdu.

Köylü için ilişki ‘ekonomik’… ama bu, burada herhangi bir duygusal sıcaklık bulunamayacağı anlamına mı geliyor? Kafasını fazla yormak istemeyen bir kentli, “Tabii, bulunamaz,” diyebilir. “Adamlar öyle alışmış. Kılı kıpırdamadan kıtır kıtır keserler!” Bu doğru mu? İşte zaten John Berger da bunun için yok olmadan önce köylülük yaşantısının tanığı olmak istiyordu; bunlara cevap verebilmek için…

Danasını kesen köylü için bu, mevsimin ve genel koşulların gereğidir. Süt ihtiyacını karşılayacak ineği var. Bundan sucuk, salam yapılır ki kışın et ihtiyacı kısmen karşılansın. Bu koşullarda satılacak kısımlarını (deri v.b.) da gerekli yerlere satıp nakit elde etmeli, çünkü onun da yeri, sırası var. Yani hayvan kesilecek.

Ama John’ın çok iyi gördüğü ve gösterdiği gibi insan davranışlarını böyle ‘ekonomik’, ‘ritüelistik’ falan filan diye ayıramazsınız. Her davranışta pek çok şey iç içe geçer.

Bu köylü de danasını sevmektedir, kendi sevebileceği biçimler içinde. Doğumunu hatırlar, kendisinin nasıl müdahale edip ineğin işini kolaylaştırdığını… Minik buzağının ayaklanmasını… Şefkatle hatırlar. Ama şimdi hepsinin iradesinden bağımsız neyin nasıl yapılacağını gösteren şeyin (‘nesnel zorunluluk’ mu, ‘kader’ mi, her neyse) bildirdiği an gelmiştir: dana kesilecektir. Köylü onu korkutmadan, ne olduğunu sezdirmeden, canını acıtmadan, bir an önce işi bitirmek üzere elinden geleni yapar, danayı keser.

İşini Ciddiye Almak

Hepsi üç, dört sayfa bir hikâyeydi bu. Ama duygusal tonunu, olayın betimlemesini doğru anlatmak isteyen John Berger, çeşitli kültürler arasında bir hayvan kesmenin nasıl farklılıklar içerebildiğini görmek istiyor, bunun için ilk geldiği ilginç şeylerle dolu bir kentte kalkıp mezbahaya gidiyor v.b.

Buna ben ‘işini ciddiye almak’ derim. ‘Totolojik’ bir durum bu: ‘has’ sanatçı, çaresiz, işini böyle ciddiye alır ve ancak işini böyle ciddiye alanlar ‘has’ sanatçı olur.

‘İş’ ise, Portre’nin sonunda Stephen’ın söylediği gibi “…yaşantının gerçekliği ile karşılaşmak”… (Bkz; John Berger) 

Murat Belge

Paylaş:

Önceki Yazı

Baklava

Nadir Güllüoğlu
Baklava yapımında altyapı önemlidir. Kullandığımız suyu ultraviole ışından geçiriyoruz ki suyun içindeki değişik mikroplar gıdanın lezzetini bozmasın. Bu sebeple özel…
Devamını Oku

Sonraki Yazı

Balkon Radyosu

Seçil Yersel
Stüdyo radyosundan ayrılan özelliği ile ön plana çıkmaktadır. Kapısı, yalıtım sistemi, sabit masası, ışıklandırması ve havalandırması olan stüdyo radyosuna karşılık…
Devamını Oku

İlgili İçerikler