Herşey 1918 Şubat’ında James Reese Europe’un 369. Piyade Alayı’nın ‘Hellfighters’ ismini taşıyan Ragtime grubuyla birlikte 25 Fransız şehrini ziyaret edip konserler vermesiyle başladı. Aslında tam olarak bir Ragtime grubu değildiler, ama çaldıkları müzik Ragtime’a çok yakındı. Hellfighters, Amerikan ordusunun, daha doğrusu o alayın resmî bando takımıydı. Dolayısıyla, ilahiler ve askerî marşlar çalan bir gruptu. Ragtime ve dans müziği, repertuarlarının sadece bir bölümüydü, ama Avrupa’da verdikleri konserlerde ön plana çıkardıkları buydu. Senkopasyon, müziğin sololara açık oluşu, çalanların müziğe bireysel katkıları, o zamana kadar sadece Avrupa klasik müziğinin daha katı kurallarına alışmış Avrupalı dinleyiciler için bir şoktu elbette. Marşları bile bir Avrupa bandosundan çok daha farklı yorumluyorlardı.
Alayın Amerika’ya dönüşünün güzel bir tablosu vardır: New York limanına indikten sonra 5. Cadde boyunca Manhattan’da yürüdüler. Böylece ilk defa zencilerden oluşan bir geçit töreni yapılıyordu New York’ta. Askeri marşlar çalarak başladılar yürüyüşlerine… Yolda askerler eşlerine, ailelerine, sevgililerine kavuşmaya başladıkça, çaldıkları müzik de değişmeye başladı ve sonunda 125’ci Cadde’ye yani Harlem’e geldiklerinde müzik tamamen caza dönüşmüştü ve artık sokaklarda onların dönüşünü kutlayanlar için çalmaya başlamışlardı. Bu Amerika’da zenciler için çok önemli bir andı ve James Reese Europe da bu başarının sembolüydü.

O tarihlerde Avrupa’yı dolaşan sadece James Reese Europe değildi. Original Dixieland Jazz Band, Buckingham sarayında Kral 5. George’un huzurunda bir konser vermişti. Avrupalılar, cazı bu saydığımız gruplar gibi Avrupa’da turneye çıkan müzisyenlerden dinleyip tanıdılar, ama aynı zamanda zencilerden oluşan revülerle turneye çıkan ve caz çalan orkestralardan da bu müziğe aşina olmaya başladılar. Bu cazın Avrupa’ya ilk geliş yollarından biriydi. Revülerde her zaman caz müzisyenleri olurdu. Bu gruplar o aralar Avrupa’da çok popülerdi. İngiltere, Fransa, İtalya, İsviçre’de çaldılar. Bu arada, Avrupalı bestecilerin de Amerikan müziğinden etkilendiklerinden bahsetmek lazım. Amerikan müziğinden etkilendiğini söyleyen ilk besteci Brahms oldu. Amerika’ya yaptığı bir yolculuğun arkasından yazdığı anılarında zencilerin söylediği ilahilerden bahsediyordu. Ravel ve Debussy de etkilenenler arasındaydı. Haziran 1919’da Will Marion Cook ‘Southern Syncopated Orchestra’sı ile Avrupa’da turneye çıkmış, bundan hemen önce de Sydney Bechet’yi işe almıştı. Bechet sonra Avrupa’da kaldı ve İsviçreli orkestra şefi Ernest Ansermet ile tanıştı. Ansermet daha sonra ‘geleceğin müziği bu olacak işte’ diyerek klarnetçi Sydney Bechet’yi öven bir makale yazdı.

Emekleme Dönemi
Araştırmaya açık bir konu olsa da diyebiliriz ki Avrupa cazının ilk önemli siması roman gitarist Django Reinhardt’tı… Django’nun liderliğinde romanlar neden cazı bu kadar çekici buldular ve sonunda günümüzde hâlâ dinlenen, bir nevi kendi caz markalarını nasıl yarattılar? Doğudan geliyorlardı ve cazla bir şekilde benzeşen değişik müzikler çalıyorlardı. Orta Avrupalıların Klezmer müziği, Rus müziği gibi… Paris restoranlarında balalaykalar çalarlardı örneğin. Belki de Batı tarzında bir gam, ve ritmik uygulaması olmayan Hint müziği geleneğinden geldikleri için kendilerini caza bu kadar yakın hissettiler. Çünkü cazda da notalar ‘kırıktır’, ritmler çok daha karmaşıktır ve klasik batı müziğine kıyasla dans ve doğaçlamaya daha yakındır. Bu dönemde ressam bir arkadaşı Django’yu Nice’e çağırmıştı. İlkel resim sanatıyla ilgili biriydi. Yapısı itibarı ile caz bu sanatçılara doğal olarak heyecan veriyordu. Ona Louis Armstrong dinlettiği ve Django’nun ağlayarak hayatında o güne kadar onu bu kadar derinden etkileyen hiçbir müzik dinlemediğini söylediği anlatılır… ‘İnsan Müziği’ yani müziğin arkasındaki insanı hissettiren müzik olduğunu söyler bu dinlediğinin… Django caz çalmak isteyen ilk romandı ve ‘Hot Club de France’da ona olağandışı bir beşli ayarlandı; olağandışıydı çünkü bu beşli sadece yaylılardan oluşuyordu. Hot Club de France Hugues Panassié tarafından başı çekilen ‘Caz Kulüpleri Federasyonu’na verilen isimdi. Değişik şehirlerde caz severlerin caz dinleyebilecekleri küçük kulüpler kurulurdu ve çeşitli konserler düzenlerlerdi. Müzisyenleri davet ederler ve Fransa’da turneler organize ederlerdi.. Bu ve bunun gibi diğer etkinliklerinin yanı sıra bir de dergi çıkarırlardı. Hot Club de France Django’nun da sponsorluğunu üstleniyordu. İtalyan kökenli kemancı Stéphane Grappelli, Fransız ve roman ritm ve bas gitaristlerden oluşan grubunun kurulmasına önayak olmuşlardı. Bu grup da çok ilginçti, çünkü o güne kadar caz hiçbir zaman sadece yaylılarla çalınmamıştı.
1920’lerden önce, 1918 ve 19’da Avrupa’da caz duyulmaya başlanmıştı. Avrupa’da cazın başlangıcı veya ‘emekleme dönemi’ ise James Reese Europe’un 1919 yılında Avrupaya gelişiyle başladı diyebiliriz. Bu emekleme veya çocukluk dönemi de saksafoncu Coleman Hawkins’in Avrupa’yı terk edişiyle son buldu. Coleman Hawkins, Avrupa’ya caz çalmak için gelen Rex Stuart veya Sydney Bechet gibi isimlerden biriydi. O zamanın şartlarında grubunu getirmek zor olduğu için tek başına geldi Avrupa’ya. Paris, Belçika, Hollanda gibi birçok ülkede çaldı. Zenci olduğu için, giderek şiddetlenen Nazi tehdidini üzerinde hissediyordu ve 1939 yılında New York’a dönmek zorunda kaldı. Döner dönmez de onu Amerika’da çok kısa zamanda ‘tenor saksafonun kralı’ konumuna getirecek olan ünlü albümü Body & Soul’u kaydetti. Özetle cazın Avrupa’daki ilk döneminin 1919-1939 yılları arasındaki 20 sene olduğunu söyleyebiliriz.
II. Dünya Savaşı
Ardından II. Dünya Savaşı patlak verdi ama savaş sırasında bile Avrupa’da caz durmadı. Bu dönemde caz müziği farklı bir konum ve boyutta dinlemeye devam edildi. O sıralarda moda olan caz parçalarının çoğunun bestecileri yahudi kökenliydi. Dolayısıyla Nazi Almanya’sında bu parçalar siyasi rejimin ‘Entartete Musik’ diye adlandırdığı ve Nazilerin çalınmasını yasakladığı ‘dejenere, yoz müzikler’ listesinde bulunuyordu. Öte yandan birçok Alman entelektüel, hatta askerler ve subaylar ise cazı severek dinliyorlardı… Caz bir yandan resmen yasakken, diğer yandan askerlerin verdikleri özel partilerde tercih edilen müzik konumundaydı. İtalya’da olan bitenler de bundan farklı değildi; İtalya’da da yasaktı caz. Ama insanlar tanınmamaları için şarkıların adlarını değiştiriyor ve bunların yerine İtalyanca sözcükler kullanıyorlardı. Mussolini caza karşıydı ama oğlu sonunda bir caz piyanisti olup çıktı. Django da Alman işgali sırasında kendini hiç güvende hissetmiyordu; çünkü Alman zulmü romanları da kapsıyordu. Bir defasında pasaportu olmaksızın İsviçre’ye geçmeyi denedi, ancak Nazi subayları onu durdurdular. Ama geri çevirmeden önce de birlikte bir fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmediler: Django ve Nazi subayı hayranları! Mike Zwerin adında Paris’te yaşayan bir gazetecinin Swing Under the Nazis (Nazi Döneminde Swing) ismini taşıyan bir kitabı var. Rusların ‘samizdat’ları (yeraltı dergileri) gibi bir nevi. O dönemin Almanya’sında elden ele dolaşan fanzinlerin, yani elle yazılmış caz yazılarının toplandığı bu kitap insanı altüst ediyor; ama aynı ölçüde ilginç olan bu döneme ışık tutuyor.
Fransa
Avrupa’da cazın kaynağının Fransa olduğunu kabul edersek bunu geçerli kılan üç, dört faktörden bahsetmek gerekiyor. Birincisi ve muhtemelen en az bilineni şu ki Fransa’da klasik müzikte hâlâ yaşatılan bir doğaçlama geleneği var. Paris konservatuarında org için doğaçlama dersleri veriliyor. Bu orgcular aslen kilisede çalmak üzere yetiştiriliyorlar ve kilisede seremoniyi yöneten kişinin ritmine uyabilmek için de kimi zaman doğaçlama çalmak durumunda kalabiliyorlar. İkinci faktör de aslında bir bakıma klasik müziğe bağlı. Fransa’da nesiller boyunca Ravel, Debussy gibi pek çok besteci cazın ‘sound’u, ritmi ve renginden etkilenmişti; ve bu yeni müziğe kendi müziklerinde yer vermeye başladılar. Fransa’yı Avrupa cazının doğuş yeri yapan sebeplerden üçüncüsü de elbette Fransa’nın genel entelektüel ortamı ile ilgili. Fransa’da ressam, filozof, yazar, koreograf, yönetmen gibi entelektüellerden oluşan bir kesim caz ritmlerini son derece etkileyici buluyordu. Caz çalınan yerlerin atmosferi bile farklıydı; klasik müzik konserleri ile vals, müzet yapılan ‘dansing’ler arasında bir ortamdı bu. Yani entelektüel bir hava vardı, ama aynı zamanda ortam resmî de değildi, arada yanınızdakiyle sohbet edebiliyordunuz. Aslına bakarsanız caz çalınan yerlerin havası, 100 yıl öncesinin klasik müzik ortamlarından çok da farklı değildi. Mozart’ın yazmış olduğu mektuplar da bunu açıkça ortaya koyuyor. Mozart mektuplarında “dinleyiciler çaldığım melodileri beğendikçe konser esnasında coşkuyla ayağa kalkıp beni alkışlardı” diye anlatıyor ve bundan çok mutlu olduğundan, çünkü dinleyicisinin beğenisini hemen o anda aldığından bahsediyor. Ama bugün bir izleyici olarak bir klasik müzik konserinde böyle bir şey yapsanız, salondan atılırsınız. Dördüncü sebebe gelince, diyebiliriz ki Fransa’ya gelmek Amerikalılar için sosyal bir sınıf atlama anlamına da geliyordu. Amerika’da ‘gece kulübü müzisyeni’ iken, Fransa’da, İtalya’da, İngiltere’de, daha doğrusu Avrupa’nın neresine giderlerse gitsinler ‘sanatçı’ olarak karşılanıyorlardı. Şunu da eklemek gerekiyor ki cazcıların çoğu Afrika kökenli Amerikalılardı ve Amerika’da saygı görmeye hiç alışmamışlardı. Halbuki Avrupa’da birer beyefendi olarak muamele görüyorlardı; ve kendilerine hayranlık duyuluyordu. Ama burada bulamadıkları bir şey vardı ki o da müzikal anlamda ‘heyecan’dı. Hemen hepsi müziklerini tazelemek, güncellemek, oradaki caz müzisyenleriyle yine birlikte çalmak için belli dönemlerde New York’a giderlerdi. Ama Fransa’da bulunmak hepsine de iyi gelirdi… Modern davulun önde gelenlerinden, bebop davulcusu Kenny Clarke Fransa’ya temelli yerleşmişti. Amerika’dan buraya çalmaya gelen müzisyenlere yardımcı oluyordu. Baştan beri davul Avrupa cazının en zayıf noktasıydı. İşte bunun giderilmesinde Clarke’ın büyük katkıları oldu. Hemen Fransız basçı Pierre Michelot ile ayrılmaz bir ikili oluşturdular. Clarke-Michelot ikilisinin ritm alanındaki beraberlikleri, bugün de Fransız caz kayıtları açısından büyük önem taşıyor. Miles Davis Ascenseur pour l’échafaud isimli Louis Malle filmine müzik yapması için 1957 yılında Fransa’ya davet edilmişti ve burada Fransız müzisyenlerle çalıştı. Davulda yine Kenny Clarke vardı, basta Pierre Michelot, ve yarı Fransız yarı Amerikalı tenor saksafoncu Barney Wilen. Düşük kaliteli müzisyenlere karşı tahammülsüzlüğüyle bilinen Miles Davis’in bu kadar önemli bir kaydı Avrupalı, Fransız müzisyenlerle yapması, artık Avrupalı müzisyenlerin kalitesinin ispat edildiğini ima ediyordu. Eğer Miles Davis onlarla çalabildiyse ve bu kayıt için Amerika’dan müzisyen getirtmediyse, muhakkak iyi olmalıydılar.
Caz ve Sinema
Her ikisi de kayıt teknolojisinin getirdiği olanaklar sayesinde doğup gelişen caz ve sinema aslında benzer bir tarihi paylaşırlar. Cazın var olabilmesi için gerekli olan, yazılı partisyonlardan çok ses kayıtlarıdır. Sesin kaydı cazın yaygınlaşmasını, görüntülerin kaydı da sinemanın gelişmesini sağladı. Yani sinema ve caz, kardeş sanat sayılabilirler. Avrupalı yönetmenlerin de ilk tercih ettikleri müzik genellikle caz oluyordu. Amerika’da doğaçlama çalabilen cazcılar ‘sessiz filmler’ için müzik yapıyorlardı. Yani ekranda gördükleri sahnelere müzik uyduruyorlardı. Fats Waller ve Count Basie gibi isimler caz kariyerlerine, sessiz filmlere müzik yaparak başladılar. Hâlâ Bill Frisell gibi pek çok müzisyen bir filmin gösterimi esnasında canlı olarak müzik yapıyor ve bundan zevk alıyorlar. Buster Keaton filmlerine de caz müzik yapılmış olması bize, özellikle ilk sessiz filmlerde o zamanki filmlerin akışlarının da aslında caza ne kadar yakın, hatta senkoplu olduğunu gösteriyor. Özetle, 60’lardan itibaren caz Avrupalı yönetmenlerin ilk tercihiydi. Miles Davis’in Ascenseur pour l’ échafaud isimli film için yaptığı müzik ve Art Blakey’nin Kaybolan Kadınlar isimli çok ünlü bir diğer filme yaptığı müzik de dâhil olmak üzere, birçok Avrupalı yönetmen, filmlerine müzik yapmaları için caz müzisyenlerini davet etti.
Caz Savaşları
Fransa’da bu sıralarda ‘Erken Dönem caz sevenler’ ile ‘Modern caz sevenler’ arasında çok ateşli bir savaş yaşanmıştı. Bu tabii bize bugün çok komik geliyor ama o zaman yaşananlar çok ciddi bir kavga, hatta bir kilisenin iki ayrı inanca bölünmesi gibi bir hizipleşme niteliğindeydi bile denebilir. O sıralarda Charlie Parker & Dizzy Gillespie, Paris Festival’inde çaldılar. Hot Club de France’ın kurucusu ve direktörü Hugue Panassié o festivalde ilk kez Bebop sound’unu duydu ve şöyle bir açıklama yaptı: “Bu caz değildir!” Çünkü ona göre, caz 1930’larda bitmişti… (Bkz; Bu Şimdi Caz mı?) New Orleans’la başlayıp, erken swing dönemi ile sona ermişti. Bebop ise söz konusu bile edilemezdi. “Çaldıkları belki Çin müziğidir, belki çağdaş müziktir, ama cazla alakası yok” derken, Charlie Parker ve Miles Davis’e gönderme yapıyordu. Tabii bazıları bu müziği sevdi ve caz olarak kabul ettiler; böylece birbirine rakip iki kamp ve iki festival çıktı ortaya.
Eğer cazın tarihine bakarsanız, her zaman cazın nerede başladığı ve nereye gideceği konusunda kesin fikirleri olan birilerine rastlarsınız… Sanatı ayrıştırmaya, kategorize etmeye çalışan insanlara… Aslına bakarsanız hiçbir çağdaş müzik cazsız olamaz ve caz da bunca değişik müziği bu kadar etkilediğinden dolayı kendisiyle gurur duymalıdır.
Fransa’daki bu ateşli caz tartışmaları Amerika’dakilerle aşağı yukarı benzer zamanlarda baş göstermişti. Fakat Amerika’dakiler çok daha yumuşak, çok daha iyi niyetli tartışmalardı; Fransa’daki gibi fiziksel kavgalar yoktu ortada. Fransa’da ise tartışmalar politika gibi başka alanlara, kişilerin özel hayatlarına, ahlak anlayışlarına kadar girdi ve giderek çirkinleşti. Gerçi bugün artık o savaş bitmiş durumda, ama orada burada hâlâ savaşan bazı neferler yok değil. Bu biraz şuna benziyor; mesela savaş biter ama cengelin içinde bir yerde kaybolmuş olan Japon asker 20 yıl sonra ortaya çıkar ve savaşın bittiğini yeni öğrenir! Şimdi de asıl ürkütücü olan bunun modern uyarlaması; yani caz nedir, ne değildir diye anlatan insanların yeniden var olması…
İngiltere
Benzer şekilde, pek çok insan Amerikalılarla aynı dili konuştukları için Avrupa’da cazın Fransa’da değil de İngiltere’de başladığını varsayabilirdi. Ama öyle olmadı. Bunun sebebi şuydu: İngiltere’deki müzisyenler sendikası, bire bir değiş tokuş olmadığı takdirde Amerika’dan caz müzisyeni getirmeyi yasaklamıştı. Bu da şu anlama geliyordu: İngiltere’ye gelip çalan her bir Amerikalı müzisyen karşılığında, bir İngiliz müzisyenine de Amerika’da iş bulunması gerekiyordu. Fakat özellikle 1940’larda ve 50’lerde, caz müziğinde, Amerikalı müzisyenler Avrupalı müzisyenlere göre çok daha iyi ve ileriydiler. Dolayısıyla böylesi bir değiş tokuş pek de mümkün değildi. İşte bu kural yüzünden Amerikalı cazcılar uzun süre İngiltere’de çalamadılar. Louis Armstrong ve Duke Ellington gibi ünlüler bile ancak bir revü veya bir vodvilin parçası olarak İngiltere’ye davet edilebilmiş ve bu şekilde konser verebilmişlerdi. Diğer bir deyişle, onlar müzisyen olarak değil ancak ‘entertainer’ veya ‘showmen’ olarak işe alınabilmişlerdi. Tüm bunların İngiliz müziğine iki farklı etkisi oldu… İngiltere’de uzun bir müddet, sadece erken dönem caz ve blues çalındı. Ve bu da ülkede birçok blues grubunun kurulmasına yol açtı. Bu blues hareketi de daha sonraları Amerika’yı istila eden İngiliz pop müziğinin temelini oluşturdu. Rolling Stones bir blues grubu olarak yola çıkmıştı ve Beatles’ın ilk dönem parçalarında da blues etkileri hissediliyordu. Yani bu kuralları koymakla müziği koruyucu bir önlem alınmıştı. Ama bu yasak kaldırılır kaldırılmaz, İngiltere kısa zamanda kendini toparladı. Örneğin Avrupa’nın en önemli caz kulüplerinden biri olan Ronnie Scott’s Londra’dadır. Ronnie Scotts, Thelonius Monk’tan Roland Kirk’e kadar geniş bir yelpazede çeşitli müzisyenleri en az iki hafta çalmak üzere davet ediyordu. Onlar da rahat bir ortamda çalışmaktan memnun kalıyor, şehri gezip görecek, dinlenecek vakitleri oluyordu. Tek bir gün, tek bir konser vermek belki müzikal açıdan iyi bir şey ama bir müzisyen olarak size iki hafta sürece çalmanın ‘groove’unu veremez. Çünkü bu sürede müzisyenler dinleyicilere ve ortama da alışmaya başlarlar. Bu da caz için önemli bir faktördür. Ronnie Scott İngiltere’deki modern caz hareketinin başını çeken bir müzisyendi. Zoot Sims tarzı ‘cool’ tenor saksafon çalardı. Yeni sound’lara hep açıktı. Prova yapacak yerleri olmayan müzisyenlere bile kapısı açıktı. New York’ta da bir zamanlar ortam böyleydi; pazartesi geceleri big band’ler ya sırf zevk için ya da yeni aranjmanları denemek için kulüplerde toplanıp çalarlardı. Ronnie Scott’s da işte İngiliz cazı için bu işlevi gördü. Flamingo gibi başka kulüpler de vardı. Ancak Ronnie Scott’s onlar gibi ticari değildi, bambaşka bir yeri vardı.
Hollanda
Dünyadaki en müzikal ülkelerden birisi de Hollanda… Nüfusa göre en fazla senfoni orkestrasının bulunduğu ülke olan Hollanda’da, çok erken dönemlerden başlayarak pek çok büyük şirket müzik etkinliklerine sponsor olmaya başlamıştı. Philips’in Yannis Xenakis’e Brüksel Dünya Fuarı için müzik sipariş etmesi gibi… Yani müzik bu ülkede son derece popüler bir konumda yer alıyor. Hollanda deyince önce akla nefeslilerden oluşan gruplar geliyor… Mekanik müzik de Hollanda’ya özgü bir kavram; Hollandalıların müzik kutusuyla ve zillerle yaptıkları müzik diğer Avrupa ülkelerine nazaran çok daha komplike ve farklı bir yere sahip. Ve bugün de bu konumunu korumaya devam ediyor. Dünyanın en önemli caz festivallerinden biri olan North Sea Jazz Festivali de Lahey’de yapılıyor. Bu ülke beste yapmayı, çalmayı teşvik edici ve gayet iyi çalışan bir destek yardımları sistemine sahip. Örneğin Hollandalı bir müzisyen bir kulüpte çalacaksa, ücretin yarısını devlet üstlenir, sadece diğer yarısını kulüp öder. Dahası, müzisyenler sağlık sigortasına, emeklilik haklarına sahipler. Bu konularda Avrupa’daki en gelişmiş sistemin Hollanda’da olduğunu söylemek mümkün. Sistem özellikle sürekli bir işi olmayan freelance caz müzisyenleri için hayati önem taşıyor. Bu hareketin önde gelenlerinden biri de, kendi grubunu kurmadan önce Hollanda’daki pek çok caz müzisyeniyle çalan Willem Breuker. Breuker’ın eserleri büyük müzikalite içerdiği gibi, müziğinde caza, hatta Paul Whiteman geleneğindeki gibi yaylıları da içeren senfonik caza duyduğu derin sevgi hissedilir her zaman. İleri bir teknikle çaldığı soprano saksafonuyla yaptığı doğaçlama soloları zaman zaman içinde komiklikler barındırır.
Free Caz
Avrupa cazının gelişimine katkıda bulunan önemli unsurlardan biri de ‘Free Jazz’ oldu. Pek çok önemli müzisyen kendilerini free caz dinleyerek geliştirdi. Free caz derken; 1960’larda Sun Ra, Paul Bley, Bill Dickson, Cecil Taylor, ve belki de aralarında en önemlisi Ornette Coleman gibi müzisyenler tarafından yapılan pek çok farklı stildeki müzikleri dinlediler. John Coltrane ve Eric Dolphy bile kariyerlerinin sonuna doğru serbest formatlı müzik çalıyorlardı. Free caz aslında biraz da ne anlama geldiği pek belli olmayan bir terim. Özellikle de bu müziğin ‘hiç kuralı yoktur’ anlamına gelmediğini belirtmek gerekiyor. Free cazda da kurallar vardır ama müziğin formunu müziğin gelişimi belirler… Performanstan, yani icradan evvel belli değildir format. Free caz bir bakıma çok ileri düzeyde bir müzik yapmaktır ve Türk geleneksel müziğini bilenler muhtemelen kendilerini bu kavrama uzak hissetmeyeceklerdir. Free caz, bu müzisyenlere hangi ortamdan gelirlerse gelsinler, cazla tanışmaları için tam, eksiksiz bir özgürlük sağladı. Çünkü müzisyenler, klasik müzik, folk müziği, hatta müzikle alakası olmayan sanat ortamlarından bile gelebiliyorlardı. Müzikle alakası olmayan sanat ortamları derken; özellikle Almanya’da avangard sinema, avangard resim, avangard bale sanatı çok gözdeydi ve Pina Bausch dans stüdyolarıyla Wuppertal gibi bir ortamın müzisyenlerle olan ilişkisi serbestçe doğaçlanan müzik için çok anlamlıydı. 1960’ların sonuna doğru 3-5 müzisyen tarafından Avrupa’nın her tarafına yayılan bir ağ kuruldu. Bunlar çalma ve çalışma tarzları üç aşağı beş yukarı benzer müzisyenlerdi ve beraber çalmaya başladıklarında da ‘Serbest Doğaçlanan Avrupa Müziği’ dediğimiz tarz çıktı ortaya… Belki kullanışsız, elverişsiz bir isim ama yine de ‘jazz proper’dan (esas caz) farkını ortaya koyabilmesi açısından uygun bir tanımdı bu; ve caz olmasaydı bugün bu müzik de var olamazdı. Bu müziğin önde gelenleri; Breuker, Mischa Mengelberg, Hollanda’da Han Bennink, İsveç’te Maarten Altena, Lars Gullin, Derek Bailey, Paul Rutherford, İngiltere’de Evan Parker; Almanya’da Alexander von Schlippenbach, Paul Lovens, Peter Kowald gibi isimlerdi.
İskandinav Ülkeleri

Fransa’nın yanı sıra, Avrupa cazının doğup geliştiği yerlerden biri de İskandinavya’dır. İskandinavya’daki müzik sistemi de bir bakıma Hollanda’dakini çağrıştırır. Bu yüzden bir sürü müzisyen Danimarka’ya taşınmıştır. Danimarka aynı zamanda oldukça modern; ve avangard müzisyenlerin davet edildiği kafelerin, Golden Circle gibi kulüplerin olduğu bir ülke. Hatta bu konuda Fransa’dan bile daha açık olduğu söylenebilir. Ornette Coleman, Cecil Taylor gibi isimler de bazı önemli albümlerini Danimarka ve İsveç’te kaydetmişlerdi. Danimarka’nın ayrıca bariton saksafoncu Lars Gullin gibi çok iyi müzisyenleri de vardı. İskandinavya, sampling ve elektroniği, modern ve farklı dans ritimlerini cazla kaynaştırması açısından Avrupa cazının önderi oldu. Şimdi bu alanda çalışan pek çok müzisyen var. Örneğin İstanbul’da birçok kez sahne alan Bugge Wesseltoft… Heyecan verici bir müzik bu… Bu müzisyenler caz doğaçlamasını alıp onu modern dans ortamıyla birleştiriyorlar. Diğer bir örnek de İsveçli Esbjörn Svensson üçlüsü… Müziğe bu tarz bir yaklaşım İlhan Erşahin’den de gelmişti. Bu oldukça heyecan verici yeni bir gelişme ve İskandinav ülkeleri de bu konuda başı çekiyorlar. Aynı zamanda bahsettiğimiz gibi devlet yardımlarının da bu ülkelerde müziğe çok büyük katkısı oluyor. Mesela devletin, albümlerin sponsorluğunu yaptığı bir markası var ve sadece klasik müzik veya geleneksel cazı desteklemiyor, aynı zamanda çağdaş, modern caz albümlerini de çıkarıyor.

Yeni Kayıtlar ve Müzikal Zenginlik
1960’larda Free cazın yanı sıra, bir diğer yenilik de o güne dek hiç duyulmamış bazı kayıtların müzisyenlerin kullanımına da açılması olmuştu. İlk elektronik müzik denemeleri, ve ilk free caz denemeleri bu kayıtların piyasada rahatça bulunabilir olmalarıyla aynı zamana rastlıyor. Yani bu iki olay da birbiriyle biraz iç içe geçmiş gibi; gelişimleri de aynı zamanlara rastlıyor. O tarihlerde herkes şimdi ‘dünya müziği’ olarak adlandırdığımız bu albümleri rahatça bulabilir, alabilir oldu. Şimdi buna alışmış durumdayız, ama o yıllarda böyle bir şey duyulmamıştı bile. Müzisyenler Japon, Afrika, Latin, Orta Doğu, Çin müziği albümlerini kolaylıkla bulup dinlemeye ve bu yeni kayıtlarda duydukları müzik tonlarını, renklerini kendi müziklerine katmaya başladılar. Bu da onların müzikleri için önemli bir gelişmeydi elbette.
Francesco Martinelli1 ile söyleşiden
Pr; Esintiler
- Francesco Martinelli: İtalyan caz tarihçisi ve gazeteci.