11 Eylül’ün hemen ardından kuruldu. Belki daha da gerilere gitmeliyim. 2000 yılında California’dan Washington DC’ye taşındım. Washington’a vardığımda hükümetin Amerikan kültürünü ve ideolojisini olanca görkemiyle Milli Kültür Parkı’nda sergilediğini ama burada sanatçılarla ilgili hiçbirşey olmadığı gerçeğini gördüm, bu beni derinden sarstı. Nasıl olduysa ‘sanatçı’ Amerika’nın öyküsünün dışında bırakılmıştı. Ve sonra şöyle düşündüm; Aslında şöyle bir sorunumuz var, dünyadaki ve Avrupa’daki birçok ülkenin aksine Amerikan hükümetinde bir kültür bakanlığı yok. Bu daha büyük bir sorunun göstergesi gibi görünüyor. Çünkü bu ülke, kültüre önemli katkılarda bulunan kişiler olarak sanatçının toplumdaki rolünün farkında değil. Sanatçı toplumun kıyısında yaşıyor. Ben de oldukça gözüpek bir hamle yapmaya karar verdim ve o senenin başlarında henüz seçilmiş olan Başkan Bush’a bir mektup yazdım. Ona bu konuları ve ülkenin büyük, çok büyük bir çaresizlik içinde sanatçının sesine muhtaç olduğunu anlattım. Ben bu mektubu yazmadan hemen önce 11 Eylül olayı gerçekleşmişti. Şimdi dünyanın doğusundan batısına savaş içinde olduğu bir kriz döneminde, Ortadoğu ve Amerika Birleşik Devletleri arasında korkunç bir kültürel bölünme yaşanırken, sanatçıya belki de hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var. Kültürler arasında bir köprü kuracak yegâne kişi, belki de sanatçının ta kendisi. Dolayısıyla kendisine bu bakanlığı önerdim ve bu, oldukça sıradışı bir öneri olmasına rağmen kabul edildi. Böylelikle başladık ve ben de resmî olarak aday gösterildim ve o sıralarda öğretim görevlisi olduğum Maryland Kültür ve Sanat Enstitüsü’nde yeminli olarak göreve atandım. O günden bu yana Bakanlık Birleşik Devletler’de, böyle bir kriz döneminde sanatçının mesajını ulaştırmak anlamında çok önemli bir görevi üstlendi.
Anavatan Güvensizlik Dairesi
Anavatan Güvenlik Dairesi’ne karşılık olarak yeni bir şube kurduk. Adı ‘Anavatan Güvensizlik Dairesi’. Çünkü karşılaştığımız en korkunç sorununun kendi evimizde, milletimizde yaşadığımız güvensizlik olduğunu hissediyorduk. Böylece Amerikan Sanat ve Teknoloji Bakanlığı’nın projelerinden biri Birleşik Devletler halkının kendi hükümetlerini değerlendirebileceği, web temelli bir sistem kurmak oldu. Anavatan Güvenlik Dairesi herhangi bir zaman diliminde terorizmin düzeyini belirlerken, bizim yaptığımız, halkın hükümetin tehdit seviyesini belirlemesini sağlayan son derece demokratik bir sistemi başlatmak oldu. Çünkü Amerikan Sanat ve Teknoloji Bakanlığı hükümetin bir parçası olsa da, her zaman yönetimle aynı fikirde olmuyor. Her konuda tutarlı bir tavır içindeyiz ve Bush yönetiminin neredeyse her politikasına kesinlikle karşıyız.
Herkesin bildiği gibi Bush yönetimi en büyük gösterisini New York’ta, Cumhuriyetçilerin ulusal kongresinde sahneledi. Bu gösteriye sahne olarak neden New York’u seçtiklerini de tabii ki hepimiz biliyoruz, çünkü 11 Eylül burada gerçekleşmişti. Ve 11 Eylül’den sonra akıllarda kalan o görüntülerden ve Birleşik Devletler’i derinden sarmalayan vatanperverlik ateşinden istifade ederek, Bush’un seçilme şansını arttırmayı amaçlıyorlardı. Bush yönetiminin seçimleri bir kez daha kazanabilmek için medyayı propaganda aracı olarak kullanma biçimi karşısında, Bakanlığın bu propagandayı eleştirmesi ve kendi karşı propagandasını ortaya koyması gerekliliğini hissettik. Ve kadrolu sanatçılarımızın da işbirliğiyle ‘Deneysel Parti Dezenformasyon Merkezi’ adlı bir gösteri hazırladık. Burada Anavatan Güvenlik Danışmanlığı sistemi gibi birçok projeyi hayata geçirdik. Bunlar arasında belki de en önemlisi ‘Medya Dekonstrüksiyon Seti’ydi. (Aslında bu proje hakkında birkaç yıl önce İstanbul’da Radikal gazetesinde bir yazı çıkmıştı.) Ulusal Cumhuriyetçiler Kongresi’nde yaptığımız şuydu: Fox News kanalından canlı bir yayını alıp (ki hepimiz Fox News’u sağcı, propaganda eğilimli bir kanal olarak tanıyoruz) Bu yayını değiştirdik, remiksledik, parçalayıp yeniden bir araya getirdik, yeni içerikler ekledik ve internetten canlı olarak tekrar yayınladık. Bu, Fox News’un mesajını yıkıp kendimizinkini yerleştirmek anlamında bir müdahale niteliği taşıyordu. Fransız sitüasyonist Guy Debord’un yazılarına âşina olanlarınız bilir, kendisi imge ve imgenin toplumda gösteriyi yaratmak amacıyla kullanılma biçiminden bahsediyordu. Guy Debord’un Gösteri Toplumu’ndan aldığımız cümleleri Fox News remiksinin altındaki bantta aktardık. (Bkz; Sitüasyonist Enternasyonal)

Medya ve Gerçeklik
Aslına bakarsanız Birleşik Devletler’de gerçeklik duygusu son derece belirsiz, çünkü Birleşik Devletler’de yaşayan insanların büyük çoğunluğu Fox News gibi programları seyrediyor. Haberleri medyadan, büyük şirketlerin yönettiği, çok zengin insanlara ait bir medyadan alıyorlar. Örneğin Fox News, Birleşik Devletler’de yüzlerce radyo ve televizyon kanalının sahibi olan Rupert Murdoch’a ait. Ve çalışanların ne söylemeleri gerektiğini, programlarını nasıl yürütmeleri gerektiğini o belirliyor. Yani onlar tamamen Rupert Murdoch’ın idaresi altındalar. Sonuç olarak da insanlar bunu seyrediyorlar. Halbuki bunlar haber bile değil, hepsi yorum. Ama gerçek habermiş gibi sunuluyor. Bunların sonucunda Birleşik Devletler’de Fox News’u seyreden ve haberlerini buradan alan insanlar, gerçekliğe dair tamamen çarpıtılmış, saptırılmış bir bakış açısına sahipler. Hatta çok ilginç bir anket yapılmış ve Fox News seyreden insanların yüzde sekseninin Saddam Hüseyin ile Usame Bin Laden arasında bir bağlantı olduğunu düşündüğü ortaya çıkmış. Gerçekten de bu ikisinin terör savaşında beraberce, yanyana çalıştığını düşünüyorlarmış. Medyanın geri kalanını seyredenlerin yüzde yirmi beş kadarı ise aksini düşünüyormuş. Görüyorsunuz ki, insanların dünyayı algılama ve olayları yorumlama biçimi üzerinde haber programlarının olağanüstü bir etkisi var.
Bence burada önemli olan, medyanın insanlara yetki kazandırma biçimi. Örneğin Beyrut’ta, Notre Dame Üniversitesi’nde katıldığım bir konferansın ana konusu kültürler arası iletişim; bireylere ve alternatif gruplara kendi düşüncelerini ifade etmeleri ve seslendirmeleri konusunda destek sağlamak açısından medyanın nasıl kullanılabileceği meselesiydi. Bir grup öğrenciyi kendi deyimimle bir sitüasyonel tura çıkardım. Bağımsız medya ve habercilik anlayışı içinde neyimiz var neyimiz yoksa alıp dışarıya, sokaklara çıktık. İnsanlarla konuştuk, onlarla röportajlar yaptık ve ne düşündüklerini sorduk. Bu bireyi, izleyici kitlesine doğrudan ulaştırmanın bir yolu. Ardından bu sitüasyonel turları Sanat ve Teknoloji Bakanlığı’nın web sitesine koyduk ve bu, halkın fikirlerine, halkın sesine doğrudan bir kanal oldu. Aynı şeyi Lübnan’da da yaptık. Lübnan’ın çok fakir bir Müslüman bölgesi olan Tripoli’ye gittik. Sonra tekrar Beyrut’a ve tüm gösterilerin yapıldığı Mardar Meydanı’na döndük. Neredeyse hepsini video ile kaydettik ve medya orada değildi.
Bu deneyimi kendi süzgecinden geçiren bir medya yoktu. Sadece biz vardık. Ve medyayı kendimizi ifade etmek için kullanıyorduk. Şimdi yeni medyanın yayılmacı tavrıyla bireyler kendi bloglarına sahipler. Ve bireylerin düşüncelerini ifade etmeleri, toplumun görüşleri üzerinde son derece etkili; bloglarda yazanların söyledikleri şeyler artık ana akım medyaya da giriyor. Bu insana büyük bir güç sağlıyor. Amerikan Kültür Bakanlığı zaten bu sebeple bir Sanat ve Teknoloji Bakanlığı. Çünkü biz medyanın gücüne ve sadece sanatçıya değil, bütün bireylere ifade imkânı sağlayacağına inanıyoruz.

DJ Spooky
Paul Miller, nam-ı diğer Dj Spooky That Subliminal Kid de bizim çalışanlarımızdan biri. Kendisi ‘Estetik Hiper-kültür Müsteşarımız. Paul oldukça ilginç bir sanatçı çünkü bakanlığın mesajını kulüp ortamlarına ve DJ çevrelerine taşıyor. Aslında geçen sonbaharda Birleşik Devletler’de seçim gecesinde beraber bir performans gerçekleştirdik. Seçim Gecesi Remiksi adlı bir çalışma sunduk. Yaptığımız şöyle bir şeydi; Fox News’dan canlı yayınımız vardı. Washington DC’de Kara Kedi adlı bir kulüpteydik. Bütün âletlerimizi, projeksiyon ekranlarımızı ve ses sistemimizi kurduk. Paul ve Bakanlığın diğer çalışanları sırayla yayını remikslediler, parçalayıp birleştirdiler ve dönüştürdüler. Ama ne yazık ki seçimleri kaybettik ve bu olay umduğumuz kadar eğlenceli geçmedi.
Venedik Bienali
Gelelim Venedik Bilenali ve Amerikan Pavyonu’nun geri alınmasına… Venedik Bienali bakanlığın kuruluşundan bu yana hep ilgimi çekmiştir. Bunun sebebi de hükümetler tarafından yürütülen tek uluslarası sanat festivali olması. Venedik Bienali’ne pek de aşina olmayanlar için bahsedersek; ‘Gardini’ adı verilen son derece geniş bir bahçeleri var. Ve Gardini içinde de farklı milletler tarafından kurulan çeşitli pavyonlar var. Böylece önde gelen sanatçılarını ve ülkelerinin kültürünü temsil edebiliyorlar. Amerikanın Bienal’de temsil edilmesinin öyküsü oldukça ilginç, çünkü sadece birkaç yıl öncesine kadar Birleşik Devletler’de bir kültür bakanlığı ya da sanat dairesi yoktu. Fakat kısa bir süre önce Bienal’in tarihini araştırıyorken Walter L. Clark adlı bir kişinin Amerikan Pavyonu’nun kurucusu olduğunu keşfettim. Clark 1927 yılında Amerika’nın, Venedik Bienali’nde bir pavyonu olması gerektiğine karar vermiş ve bunun için kaynak sağlamış. Böylece pavyon kurulmuş ve 1930 Venedik Bienali’nde ilk sergisiyle halka açılmış. Clark açılış töreninde bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında bir gün Birleşik Devletler’de bir kültür bakanlığı olduğu takdirde, bu bakanlığın Amerikan Pavyonu’nun bütün sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini söylemiş…
O’nun bu sözleri kaybolmuştu. Öylece unutulmuştu. Ve buna rastladığımda artık bir Sanat ve Teknoloji Bakanlığı olduğuna göre, bakanlığın 51. Venedik Bienali’ne Amerikan Pavyonu’nu geri alarak katılması gerektiğine karar verdim. Bienal’in Başkanı’a bir mektup gönderdim. Aynı mektubu tüm üst düzey yöneticilere –burada İstanbul Modern Müzesi’nde baş küratör olan Rosa Martinez dahil olmak üzere– bütün küratörlere de gönderdim. Walter L. Clark’ın ifade etmiş olduğu bu tarihi değişimi, ve Amerikan Pavyonu’nu geri alma sürecini başlatmak üzere Venedik’e geleceğimi hepsine bildirdim. Yapacağımız şey önce Amerikan Pavyonu’nu geri almak ve sanal ortamda, internet üzerinde tekrar inşa etmek. Çünkü Bakanlık için en önemli hususlardan biri de bütün bu sanallaştırma sürecinde gerçek dünyada varolan şeylerin alınıp sanal dünyada yeniden yapılması. Sanal dünyayla bu köprüyü kuruyoruz, çünkü zaten orada. O alan içinde, sanatçıların tüm hayal güçleriyle yaratabilecekleri o sanal ortamda. Bunun sınırı yok. Kurallar, kanunlar yok. Sizi alıkoyacak hiçbir şey yok. Burada sanatçı kayıtsız şartsız, mutlak bir hakimiyete sahip. Biz de 51. Venedik Bienali’nden başlayarak Amerikan Pavyonu’nu bu alana taşıyoruz. Ve 2007 yılında 52. Venedik Bienali’nde de bu pavyonun açılışını yapacağız.
Fütürist Eylem
Venedik Bienali deyip de Fütüristlerin eyleminden bahsememek olmaz. Fütüristler her zaman ilgimi çekmiştir. Çünkü onlar sanatçının toplumu değiştirme gücüne inanıyorlardı. Yaptıkları elbette ki tartışılabilir ama birçok eylem yaptılar ve bunlardan en meşhuru da 1909’da yaptıkları müdahaleydi. Paris’te Le Figaro gazetesinde baş sayfayı satın aldılar ve manifestolarını yayımladılar. Fütüristlerin kuruluş manifestosunu. Ve bu son derece radikal bir hareketti. Sanatçıların New York Times’ın ya da herhangi önemli bir gazetenin baş sayfasını alıp kendi işlerini bastıklarını düşünsenize. Bu oldukça sıradışı bir olaydı. Bir sonraki yıl, yani 1910’da Fütürist’ler Venedik Bienali’ne gittiler. Bilenler ya da bilmeyenler için söylüyorum; fütüristler on dokuzuncu yüzyılın sona ermesi gerektiğini ve yirminci yüzyılda dünyayı yeniden kurmamız gerektiğini düşünüyorlardı. Yirminci yüzyılın bir teknoloji yüzyılı olacağına, arabanın, hızın, makinenin, yeni teknolojilerin ve yeni modern şehirlerin yüzyılı olacağına inanıyorlardı. Tahmin edersiniz ki Fütüristlerin kurucusu ve başı olan F.T. Marinetti Venedik’e gelip etrafına baktığında “Bu tam bir felaket” diye düşünmüştü. “Bu şehri yıkmalıyız. Bu şehir geçmişi temsil ediyor. Venedik belki de dünyadaki en tarihi şehirlerden biri ve değiştirilmesi, yirminci yüzyıla taşınması gerekiyor.” Böylece el ilanları dağıttılar. Ayrıca o kanallardan, gondollardan ve Venedik mimarisinden bir an evvel kurtulmak gerektiğini, herşeyi dümdüz edip şehri modern bir şehir olarak yeniden kurmak gerektiğini savunuyorlardı. Bunu çok ilginç buluyorum çünkü Venedik Bienali uluslararası bir festival olduğu için sanatçılara uluslarası arenada kendilerini ifade etme imkânı sağlıyor.
Ve o zamandan bu yana, 1910’dan beri çeşitli eylemler yapıldı. 1960’larda… Belki de en önemlisi, ki buna eylem demek de doğru değil, 1974’de bütün milletler biraraya gelip Şili’de olanlara ve Pinochet’ye tepkilerini gösterdiler. Bu bütün milletlerin ve sanatçıların ortak bir bildirisiydi. Bence aslında ütopik bir an. Her milletten bir sanatçının ayağa kalkıp birşeylerin değişmesi gerektiği, farklı yönlere doğru ilerlemek gerektiği konusunda son derece güçlü ortak bir beyanatta bulunabilmesi… Üstelik değişim gerektiğini söyleyen hükümetler de değil, sanatçılar. Onlar sanatlarını dönüşümün bir aracı ve bu dönüşümün sesi olarak kullanıyorlardı.
Venedik Bienali’nin bu uzun tarihçesi ve taşıdığı potansiyeli düşününce, web sayfasındaki bütün o yazıları, başkanın, küratörlerin ve çeşitli görevlilerin yazdıklarını okuyunca hepsinin sanatın ve sanatçının öneminden bahsettiklerini farkettim. Yaşadığı dönemin çelişkilerini, küçük ayrıntılarını, devinimlerini gerçekten anlayan biri, bir anlamda kendi zamanının barometresi olarak… Ve zamanımızın önemli bir yorumcusu olarak… Amerikan Sanat ve Teknoloji Bakanlığı sanatçının sesine inandığı için ve dünya genelinde sanatçının önemli rol oynadığı idealinden yola çıktığı için oraya gidip Amerikan Pavyonunu geri alma görevini yerine getirmemiz ve bu alana kesinlikle el atmamız gerektiğini çok güçlü bir şekilde hissettim.
Sitüasyonel Tur
Venedik’te yapacağım bir diğer şey de sanatçının medyayı kullanabileceği olanaklarla ilgili. ‘Sitüasyonel Tur’ diyebileceğimiz bir etkinlik yürüteceğim. Sitüasyonel Tur dediğimiz şey sanırım bizim icat ettiğimiz yeni bir habercilik yöntemi. Bu habercilik yönteminde, Lübnan’da yaptığımız gibi, söz konusu yere gidip insanlarla ilişki kuruyoruz. Tamamiyle doğaçlama; hazırlıksız gerçekleşiyor. Bu, zaman içindeki her ânı, olduğu sırada ele alıp, daha sonra belgelemek ve bunu bir anlatıya, belli bir üslup taşımayan, ânı yakalayan, o andan bir mesaj çıkaran bir anlatıya dahil etmekten ibaret. Eşim ve ben Venedik’e vardığımızda Venedik sokaklarında, pavyonlar arasında dolaşacağız, insanlarla konuşacağız, Bakanlığın mesajından, sanatçının işlevinden bahsedeceğiz. Hem sanatçılarla ve küratörlerle, hem de halkla ilgili çeşitli konuları gündeme getireceğiz. Ve bütün bunları gerçek zamanlı olarak sadece ve sadece bir cep telefonu kullanarak kaydedeceğiz. Cep telefonu biçiminde muazzam güçlü, son teknoloji ürünü, mobil bir iletişim sistemine sahibim. Görüntü ve video kaydedebiliyor ve bunları gerçek zamanlı olarak internete yükleyebiliyor.
www.usdat.us
Web adresimiz de ‘www.usdat.us’ Bu adrese bakarsanız benim yayınımı, yani, Bakan’ın mobil iletişim teknolojisi ile sağlanan canlı bir yayınını izleme ve dinleme imkânı bulabilirsiniz. Bienal alanında dolaşıyor, insanlarla konuşuyor ve insanların Venedik Bienali’nin temelinde yatan mesaj hakkında düşünmelerini ve düşüncelerini ifade etmelerini sağlamaya çalışıyor olacağım. Bu seviyeye taşımaya çalışacağım. Çünkü hepimizin bildiği gibi sanat dünyası çoğunlukla farklı seviyelerde işliyor. En iyi sanatçı kim, kimin işi en çok para eder? Bildiğiniz sanat piyasası ve sanat dünyası hassasiyeti. Ama Venedik Bienali’nde medyayı kullanmak suretiyle insanları işin içine dahil ederek, daha sonra bu sohbetleri, röportajları ve açıklamaları sitemizde canlı yayınlayarak söz konusu söylemin seviyesini yükselmeyi planlıyoruz. Böylelikle herkesin sanatla temas kurmasını da sağlamış olacağız. Ve bu, sanatla hayat arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor. Gerçekten de hayatı sanatsal bir deneyime dönüştürüyor. Sanırım insanlara bu gerçeklikle nasıl temas kurabileceklerini ve bir duyarlılık geliştirebileceklerini, yani sanat ve hayatın bir bütün olarak yaşanması gerektiği gerçeğini hatırlatmak sanatçının görevi… Sanatçı sadece buna eğilerek bu gerçekliği hayata geçirebilir. Sanatın bir müzenin ya da bir pavyonun duvarında yer almasındansa biz sanatı Venedik sokaklarına taşıyoruz.
Yaşadığımız Yer
İnsanlara hayatın sunabileceği bütün olanakları fark edebilmek için sanatsal duyarlılığın, konulara oyuncu bir şekilde yaklaşmamızı, hayatta çeşitli roller ve kimliklere bürünmemizi, kimi zaman da kendi kimliğimizi aşmamızı gerektirdiğini hatırlatmaya çalışıyoruz. Bence insanlar sıfatlarının, resmi sıfatlarının ve hayatta yaptıkları neyse onun içinde sıkışıp kalıyorlar. Sanat zaten varolmayan bir dünyayı var etmektir. Sanat insanı gerçek dünyanın ötesinde bir yere taşır. Sanat ve Teknoloji Bakanlığı, bu gerçekliği geride bıraktığımız ve yeni bir gerçekliğe, hayal gücünün gerçekliğine daldığımız fikrini tamamen benimsemiş durumda. Bizim yaşadığımız yer burası. Biz hayal gücünün dünyasında yaşıyoruz.
Randall Packer1 ile söyleşiden
Pr; Açık Dergi
- Randall Packer: Amerikan Sanat ve Teknoloji Bakanı.↩︎