Halil Turhanlı

Açık Radyo, Cool Medya

Radyo-telgraf sisteminin yaratıcısı
Guglielmo Marconi,
1874-1937.

Marconi, yirminci yüzyılın hemen başında mors kodlarını telsiz yoluyla Atlas Okyanusu’nun ötesine ilettiğinde; salt radyo yayıncılığında değil, modernizm açısından da öncü bir adım atmış oluyordu. Kısa sürede gündelik hayatın içine girecek olan bu yeni iletişim aracı bir yandan edebiyat ve estetik üzerinde etkili olacak, beri yandan da kitle politikalarında etkin biçimde kullanılacaktı.

Rus, Fütürist şair Velimir Khlebnikov 1921 yılında kaleme aldığı ‘Radyonun Geleceği’ başlıklı manifestosunda radyoyu, “bilincimizin ana ağacı” olarak nitelerken öncelikle bu yeni teknolojinin kültürel değiş tokuşta etkili bir araç, özgür anlatımda kuvvetli bir damar olabileceğini anlatmak istiyordu. Khlebnikov günümüzde internet karşısında dile getirilen iyimser, hatta ütopyacı görüşleri çağrıştıran düşüncelerinde haksız sayılmazdı. Dahası, radyoda ‘bilgi ağacı’ olma potansiyeli görürken yalnız da değildi.

Sadece devrim sonrası Rusya’da değil, kapitalist Amerika’da da radyoya benzer iyimserlikle yaklaşanların sayısı hayli fazlaydı.1914 yılında yüzlerce amatör radyocu bir araya gelerek Amatör Radyo Düzenleme Birliği adı altında örgütlenirken, yeni aracın yurttaşlara devlet müdahalesi olmadan uzak mesafeden birbirlerine ulaşma imkanı tanıyacağını düşünüyorlardı. Ne ki, devlet müdahalede gecikmedi.

Sınıfsal Sınırları Silen Bir Mecra

Devlet müdahalesine, devlet düzenleme ve sınırlamalarına rağmen radyoya bağlanan umutlar, radyo karşısında duyulan coşkulu iyimserlik devam ediyordu. Radyonun demokratik bir iletişim aracı olduğundan hiç kuşku duymayan Rudolf Arnheim, radyonun, tıpkı gazete gibi, gündelik hayatın bir vazgeçilmezi olacağını; ülkeler arası sınırları aşmakla kalmayıp ülke içindeki farklı sınıflar arasındaki sınırları da, yok etmese dahi sileceğini ileri sürüyordu.

Radyonun yukarıda sözü edilen potansiyelleri aynı zamanda devletin bu alanı hayli uzun süre sıkı denetim altın da tutmuş olmasının da başlıca nedenlerini oluşturuyor. Devlet, radyonun demokratik bir iletişim, bağımsız bir kültürel anlatım aracı olarak taşıdığı potansiyellerden dolayısı frekansları denetledi, vericilere el koydu. Dengeli ve denetimli programcılıkla, eğitilmiş ses ve terbiye edilmiş steril dille; yayın ruhsatı alma gibi koşullarla radyonun kamusal alan açma, açılmış alanı genişletme gücünü sınırlandı. Hatta daha fazlası da yapıldı; radyonun toplum mühendislerinin elinde de mükemmel bir araç olabileceği keşfedildi. Totaliter sistemler propagandalarını yapmada radyonun gücünden olabildiğine yararlandılar. Böylelikle radyo, çoksesliliği bastırmanın aracı oldu. İktidarlar elinde tek yönlü iletişimin, manipülatif ve monolojik bir kültürün yerleşmesinde önemli bir işlev üstlendi. Brecht bu nedenle radyonun demokratik bir iletişim aracı olabilmesi için teknolojik değişim geçirmesinde ısrarlıydı. Brecht ve Arnheim’ın radyoya yaklaşımlarındaki temel farklılık da buradan kaynaklanıyordu. Fazlasıyla iyimser Arnheim’ın karşısında Brecht’in iyimserliğini belirli dozda bir kuşkuculukla dengelediği söylenebilir.

Hans Magnus Enzensberger 70’lerde, Brecht’in yıllar önce radyoyla ilgili olarak sözünü ettiği demokratik kanalın henüz açılmamış, radyonun demokratik iletişim potansiyelinin henüz tam olarak gerçekleştirilmemiş olmasından yakınıyordu. Oysa yaklaşık aynı dönemde bu konuda çok çarpıcı ve heyecan verici girişimler sözkonusuydu. İtalya’da başlayan ve Japonya’ya değin yayılan özgür radyo hareketi, Brecht’in tezlerini Felix Guattari’nin ‘moleküler devrim’ nosyonuyla takviye ediyordu.

Politik iklimin radikalleştiği 60’larda korsan radyoların muhalefeti genelde alternatif müzik sunarak; sabahtan akşama liste plakları çalan ticari radyolara karşı yeraltı müziğini duyurmakla sınırlıydı. 70’lerin özgür radyo hareketi bu açıdan çok daha kapsamlı bir muhalefeti temsil ediyordu. Özgür radyo akımı bir yandan frekanslar ve bantlar üzerindeki devlet denetimini kırmaya çalışıyor, bir yandan da günümüzün alternatif küreselleşme akımı gibi daha geniş toplumsal hareketler açısından yol açıcı oluyordu.

Türkiye’nin Özel Radyoculuğa Geçişi

Türkiye’de 1990’larda özel radyolar yayına başladıklarında, altmış yıllık bir tekel tarihini de geride bırakıyorlardı. 1933 yılında başlayan ve radyonun çoğu zaman ‘devletin ağzı’ olarak söz söylediği bir tarihtir söz konusu olan. Ancak, burada radyonun, halkın haber alma alışkanlığı edinmesine yaptığı katkı asla gözardı edilmemeli. Dahası, radyonun Türkiye’de de bir altın çağ yaşamış olduğu kesinlikle unutulmamalı.

Şimdi, özel radyoların yayına başladıkları 90’ların kültürel ve politik iklimini hatırlayalım. “Tarihin sonu” savları revaçtaydı; neoliberalizmin zaferinden söz edenlerin sayısı yabana atılacak gibi değildi. Bizlere, kusursuz işleyen, ve bu özelliğinden dolayı handiyse kutsal sayılan bir sistem karşısında direnmenin pek anlamlı olmadığı vaazediliyordu. Tarihin sonuyla birlikte muhalefetin de ömrü tükenmişti. Aslında muhalefet yoktu, ama muhalifmiş gibi davrananlar pek çoktu. Peter Slotetdijk’in sözünü ettiği “sinik akıl” toplumsal hayatın görünen yüzüne egemen olmuştu. Sözde muhalefetin ardına gizlenen sinik akıl konformizmi muhalif bir tavırmış gibi göstermede başarılı oluyordu.

Öte yandan, kendini alttan altta duyuran bir damar, sessizlik içinde büyüyen yeni bir muhalefet de vardı. Fakat olgunlaşmakta olan bu yeni muhalefeti yayına başlayan yüzlerce radyodan pek azı yansıtmayı amaçlıyordu. Aslında birkaç istisna dışında tamamı büyük medya kuruluşlarına ait olan bu radyolardan aksini beklemek de büyük safdillik olurdu. Açık Radyo, tam da yayına başladığı yıllarda usul usul biçimlenen, geleneksel politikaları aşan yeni toplumsal hareketlere büyük ilgi duydu. Aslında, Açık Radyo söz konusu hareketlerle aynı politik ve kültürel ortamda doğdu. Bu hareketlerin dilini, onların eşitlikçi, özgürlükçü ve dayanışmacı değerlerini paylaştı.

Açık Radyo

Açık Radyo çıkış noktasında; eleştiren, sorgulayan, tartışan bireyi demokrasinin olmazsa olmazı saydı. Sessiz ve edilgen yığınların olduğu yerde demokrasinin varlığından söz edilemeyeceğini vurguladı. Empatiye dayalı toplumsal ilişkilerin, dayanışmayı esas alan bir kültürün olabilirliğini inatla savundu. Bunların insani bir hayatı mümkün kılacak başlıca değerler olduğunu bıkmadan tekrarladı. Marmara Depremi’nin ardından yaptığı yayınlar bu hassasiyetin en açık kanıtları olarak hatırlanmalı. Söz konusu yayınlar büyük bir yıkım karşısında resmi kurumların dışında, hatta kimi yerde kurumlara ‘rağmen’ nasıl örgütlenilebileceğini gösteren örnekler olarak da önem taşıyorlar.

Açık Radyo geride bıraktığı oniki yıllık süre boyunca Türkiye ve AB ilişkilerini, eleştirel perspektifinden ödün vermeksizin ve AB’den yana olmak –AB’ye karşı olmak kutupsallığının dayattığı sığlığa düşmeksizin sıklıkla ele aldı. Bu karmaşık ve dolayısıyla çok boyutlu düşünmeyi zorunlu kılan konuyu Açık Radyo’nun değişik programlarında işleyen akademisyenler, hukukçular ve gazeteciler konularını uyum yasalarıyla sınırlamadılar. Avrupalı olmanın ne anlama geldiğini, Avrupalı kimliğini, Avrupa kültürünü, Avrupa’nın tarihini de tartıştılar. Bu genel başlıkların içinden daha başka tartışma konuları da çıktı. Kültürler arasında iletişim, kaynaşma ve ayrışma, göçmen sorunları, diaspora kültürlerinin Avrupa kültürüne katkısı, 1945 sonrası ırkçılık, azınlık hakları ve daha nice konu Açık Radyo’nun gündeminde oldu.

“Radyonun
Hayatımıza Etkisi”,
Hayat Ansiklopedisi.

Açık Radyo, 11 Eylül’ü izleyen dönemde güvenlik gerekçesiyle hak ve özgürlüklere sınırlamalar getirilmesine, terörle mücadele adına özel mahkemeler kurulmasına, hukukun askıya alınarak yerine olağanüstü hâl uygulamalarının ikame edilmesine, istisnai olanın olağanlaştırılmasına, teröre terörle karşılık verilmesine karşı çıktı. Hak ve özgürlüklerin verili olmayıp bunların ancak mücadeleyle elde edilebileceğini, bir kez elde edildikten sonra korunmaları ve genişletilmeleri bakımından mücadelenin sürdürülmesinin önemli olduğunu vurguladı. Medyada savaşı ve saldırganlığı rasyonalize eden hak ve özgürlüklerin çiğnenmesini olağanlaştıran yeni bir dil yaratılmıştı. İçinde yaşadığımız dönemi analiz edebilmek, anlayabilmek bakımından bu dilin çözülmesi, deşifre edilmesi önem büyük önem taşıyordu. Şiddeti meşrulaştırıcı yeni dilin deşifre edilmesi Açık Gazete’nin habercilik anlayışının merkezindeydi.

Haksızlığa Uğramışların Tarihi

11 Eylül’ün sonuçlarından biri şiddet kısır döngüsü yaratmak olmuştu. ABD’nin intikam saikiyle önce Afganistan’a, ardından Irak’a karşı giriştiği saldırıları bu döngünün içinde değerlendirmek gerekiyor. Açık Radyo’da 11 Eylül’ün hemen ertesinde bunun bir terör olayı olduğu tespiti yapıldıktan sonra, şiddete şiddetle karşılık vermenin bütün dünya için yıkıcı sonuçlar doğurabileceği de eklendi. Açık Radyo, o andan başlayarak savaş karşıtı olduğunu duyurdu. Ana akım medyada savaş çığırtkanlığının yükseldiği günlerde savaş karşıtlığının bu ülkedeki abartısız en güçlü, en kararlı sözcülerinden biri oldu. Masum insanların yaşam haklarını savunmayı etik bir sorumluluk olarak üstlendi. Irak’taki savaşın bütün şiddetiyle sürdüğü günlerde Açık Gazete’de Amerikan dış politikasına, Ortadoğu’ya verilmek istenen yeni düzene dair yapılan analizler arşivlerde değerli tarihsel kayıtlar olarak duruyor. Gelecekte o dönemle ilgili araştırma yapacak kişiler anaakım medyada aydınlatıcı pek az şey bulabilecekler. Daha doğru bir deyişle, yüz kızartıcı bir savaş çığırtkanlığının, ölüm tacirlerine verilen onur kırıcı desteğin dışında pek fazla şeyle karşılaşmayacaklar. Oysa, Açık Radyo’nun arşivleri gelecekte, haksızlığa uğramışların tarihini yazmak için kolları sıvayacak olanların yararlanabilecekleri nice belge, nice kayıt içeriyor.

Aslında, Açık Radyo savaşa karşı aldığı tavırla sözüne bağlı kalmıştı. Başkalarının çektikleri acılara, uğradıkları haksızlıklara ve aşağılamalara kayıtsız kalmamayı, onların ıstıraplarına sağır olmamayı ilke edinmişti. Bu insanların sözcüsü olma, onlar adına konuşma iddiasında bulunmadı; sadece onlara olabildiğince yakın durdu. 24-25 Haziran, 2005’te İstanbul’da toplanan Irak Dünya Mahkemesi, uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak Irak’a saldıran, binlerce masum insanın ölümünden birici derecede sorumlu tutulan ABD Başkanı George W. Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair’ı yargılamayı amaçlıyordu. Sınır tanımayan bir gücü dünya halklarının vicdanında mahkum eden bir yargılamaydı.Bu bakımdan ancak Russell Mahkemeleri ile kıyaslanabilirdi. Açık Radyo, yargılamayı dinleyicilere ulaştırırken hem savaş karşıtı tavrını bir kez daha netlikle ortaya koydu, hem de radyodan alternatif habercilikte nasıl etkili biçimde yararlanılabileceğini gösterdi.

Açık Radyo ana akım medyanın örtülü sansür ağına takılan olayları duyurdu. 24-25 Eylül 2005 tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde ‘İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri’ adı altında gerçekleştirilen ve Cumhuriyet tarihinde tabu sayılagelmiş bir konunun tartışıldığı konferans, holding medyalarında sadece konferansa gösterilen tepkiyle yer bulabilmişti. Tartışmalar kamuya yansıtılmamıştı. Açık Radyo konferans boyunca ve konferansı izleyen günlerde konuşmacıların sundukları tebliğlerin içeriği konusunda bilgilenmeyi sağlayan bir yayıncılık yapmayı başardı. Örtülü sansüre karşı mütevazı bir zafer olarak da değerlendirilmesi gereken bir başarıdır bu.

Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, içinde yaşadığımız coğrafya hoşgörüsüzlüğün, kör öfkenin ve bunların yol açtığı şiddetin nice örneğiyle doludur. 6-7 Eylül olayları bunların yakın tarihlilerinden biri ve belleklerden silinmesi için harcanan onca çabanın nedeni de yakın tarihe ait oluşu. 2005 yılında söz konusu olaylarla ilgili sergiye verilen ve şiddet içeren tepki; bu topraklarda dayanışma içinde ve kardeşçe yaşabilmek, insani bir varoluşun koşullarını yaratabilmek bakımından, hoşgörüsüzlüğün, aşılması gereken çok önemli bir engel olduğunu ortaya koymuştu. Hoşgörüsüzlüğü aşmak, farklılığa tahammül edebilmek için belleksizleştirme girişimlerine direnmek, bu tür girişimler karşısında dirençli olabilmek gerekiyor. Bu bağlamda, zamana yenik düşmemeyi, bellek tazelemeyi yaşamsal sayan Açık Radyo, unutulmak / unutturulmak istenen bir geçmişi hatırlattı. Mağdur kimliğini giyinmedi. Böylesi, umutsuzluğa kapılmak, varolanı yazgı olarak kabullenmek olurdu. Açık Radyo bunu tam aksini yaptı. Mağdur bir kimlik inşa ederek bu kimliğin içine kapanmamanın, varolan bütün olumsuzluklara karşı direnebilmek bakımından ne denli önemli olduğunu vurguladı.

Açık Radyo farklı dünyalara açılarak kültürel çoğulculuğa, çeşitliliğe yer verdi. Kültür denilen zengin ve karmaşık bütünlüğün içerdiği değerleri, müzikten yemeğe, insan emeğinin ve yaratıcılığın kanıtı olan her şeyi gündemine aldı. Yukarıda, Açık Radyo’nun yayına başladığı dönemde sinik aklın toplumsal hayatın görünür çehresine hakim olduğunu söylemiştim. Sinik aklın panzehirini kinik geleneği canlandırmada gören; fakat kinizmi canlandıracak odakların zayıflığından, azlığından yakınan Peter Sloterdijk’a bir kez daha döneceğim ve karamsarlığa kapılmamak gerektiğini, kinik aklın, yerleşik olmayan düşüncenin ağır ağır dönmekte olduğunu, bunun işaretlerini veren oluşumların bulunduğunu söyleyeceğim. Kinik tavrın toplumsal, kültürel, siyasal hayatımıza geri gelmekte oluşunu şimdiden müjdeleyen odaklar, sesler var. Kulak verdiğinizde mutlaka duyacaksınız. Sorunlara duyarlılıkla yaklaşan, ama hayatın olağan akışı karşısında ironik olmayı de elden bırakmayan, eleştirel bakışında yerleşik olanı çiğnemekten çekinmeyen, seçkinci olmayan; beri yandan en düşük ortak paydada buluşmaktan da özenle kaçınan ve bu anlamda ‘konsensus’un dışında kalan; bilgi ve eleştirinin özgürleştirici potansiyellerine vurgu yapan; iktidar kurumlarının uzağında duran Açık Radyo’nun ‘neo-kinik’ olduğunu söyleyeceğim..

Radyo ve Düşgücü

Amerikalı şair Philip Lamantia, çocukluğunu radyonun altın çağında yaşamış olduğu için kendini hayli şanslı sayar. Onu bu yargıya varmaya götüren genelde radyo oyunları, radyodaki çocuk saatleridir. Söz konusu programları aynı yıllarda sinema salonlarında izlediği seriyallerle kıyaslar; ancak bir farkın da altını çizer. Radyoda sadece sesler duyulur, “bedenden kopmuş” bu sesler, hayaletlere ait bu sözler çocuklarının düşgücü üzerinde olağanüstü bir etkide bulunurlar. Görünmeyen ve sadece sesleri duyulan mitik karakterler çocuklara hayatın büyülü ve şiirsel olduğu duygusunu verirler. Philip Lamantia, çocukluğunu 50’lerde yada 60’ların ilk yarısında yaşamış olan çoğu kimse için geçerli olan bir deneyimden söz ediyor. Ben de öğleden sonraları okul dönüşünde radyoya uyarlanmış romanları dinlemenin düşgücünü nasıl kristalleştirdiğini, insana nasıl bir okuma iştahı kazandırdığını bilenlerdenim. Aynı doğrultuda Samuel Beckett gibi lakonik bir oyun yazarının radyo için oyunlar kaleme almış olmasında bunun etkisi olabilir mi? Az söz yazıp gerisini radyo dinleyicisinin düşgücüne bırakmayı tercih eden Beckett, radyonun düşgücünü tetiklemede ne denli etkili olduğunun farkında olmalı. Bu, radyonun, televizyonun aksine, Gutenbergci kültüre dost bir medya olduğunu da kanıtlıyor. Bir radyo bilgesi olarak tanımlayabileceğimiz Studs Terkel de radyoyu bu özelliğinden, onun düşgücünü tetikleyici olmasından dolayı “cool ortam” olduğunu söylüyor.

Radyoyu, çocuk ya da yetişkin, bizler için böylesine çekici kılan bir özelliği daha var. Radyo çoğu zaman mahremiyetimizi ihlal eder. Bunu da mükemmel bir zamanlama ile yapar… En yalnız saatlerimizde, hatta bazen kendimizi çaresiz hissettiğimiz anlarda bulur bizleri… İşte o gri renkli vakitlerde radyodan çıkan sesler odamızın kapısını usulca açar, içeri girer ve dokunuverirler bizlere. Kabul edelim ki, bu koşullarda mahremiyetimizin ihlaline pek azımızın itirazı vardır. Uzayın boşluğunda onca yolu katederek odanıza sıcaklık getiren sesler.Yumuşak bir kadın sesinin okuduğu bir Raymond Carver öyküsü, hüzünlü bir balad, günün son haber bültenini okuyan spiker, denizciler ve balıkçılar için fırtına uyarıları, çocukların kulağınıza fısıldanan iyi uykular dileği… Hepsi, ama hepsi ortak bir şarkıyı söylüyor olamazlar mı? Hangi şarkıyı mı? Benim aklıma, bir Monty Python filmi geliyor. Bir İsa parodisi olan Brian’ın Yaşamı’ndan bir sahne. Çarmıhtaki Brian’ın mırıldandığı sözler şunlardır: “Daima hayatın parlak yüzüne bak”. Bu yalın söz, boş ve temelsiz bir iyimserlik önermiyor; yalnızca varolan karşısında hoşnutsuzluk duyanların umutsuzluğa kapılmamaları gerektiğini hatırlatıyor.

“Daima hayatın parlak yüzüne bak”, Brian’ın Yaşamı, Monty Python 1979.

Sanırım nereye varmak istediğimi anlamışsınızdır. Serüven tutkunu çocuklara sesli çizgi romanlar armağan ettiği, siz yetişkinleri edilgen birer dinleyici olmaktan çıkmaya ve hayat denilen o harika oyuna katılmaya çağırdığı için Açık Radyo’nun ‘cool’ bir medya olduğunu ileri süreceğim. Katılır mısınız?

Halil Turhanlı

Paylaş:

Önceki Yazı

Sonraki Yazı

Açık Site Manifestosu

Açık Radyo
Nerden gelip nereye gidiyoruz? Azimetimiz neresi? Giderken nerede duruyoruz? Duruşumuz ne? Düşünüp taşınma zamanı galiba. Hepimiz için topluca ve herkes…
Devamını Oku

İlgili İçerikler

Ankara’nın Martıları

Beyazıt Öztürk
Martılar deniz kenarında ve gökyüzünde yaşayan hayvanlardır. Deniz kenarında ve gökyüzünde yaşamalarının bize çağrışımı da bu hayvanların özgürlük sembolü olmaları,…
Devamını Oku

Zihin Tiyatrosu

Açık Radyo
‘Açık Radyo’da Tiyatro’ 2005 yılının Kasım ayında Sivil Tiyatro ekibi ile perdelerini açtı. 2006 yılının Mayıs ayında 6’dan Sonra Tiyatro…
Devamını Oku

İnternet’te Açık Radyo

Açık Radyo
Açık Radyo, yeryüzünde İnternet’in yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir tarihte –bütün dünyada kullanıcı sayısının yalnızca birkaç on milyon civarında olduğu–…
Devamını Oku

Ayşen Aydemir

Göksenin Göksel
Açık Radyo’da Amma Hikâye programında ilk kez 22 Ocak 1996’da yayınlanan ‘Kentin En Güzel Kızı’ adlı öykü Ayşen Aydemir (Kıral)…
Devamını Oku