İnsanlık halleri varoluşun ifadesidir. Mutluluk, kaygı, dalgınlık, üzüntü, esrime, dikkat, acı, telaş, aşk, özen, özlem. Acı da hissetmenin bir ürünüdür, yaşamın bir fonksiyonudur. Ölüler acı çekmez!
Tıbbi anlamda acı, bedenin savunma ve ön uyarı mekanizmasının bir elemanıdır. Beden acı sayesinde varoluşuna yönelen tehlikelere karşı duyarlılık geliştirir. Acı beş duyu ile algılanan dış dünyanın değerlendirilmesinde görev alır.
Öte yandan acı çoğu zaman varoluşun da bir ifadesidir. ‘Varoluşsal sancı’ diyordu buna Sartre. Acı hâlâ canlı olunduğunun ve dış dünya ile temasın ya da temas yokluğunun ifadesidir. Acı çeken insan; rahatsız olan, değişen ve gelişen insandır. Sonsuzluğa ulaşmanın ateşini eline geçiren Prometheus sonsuz acıya mahkum edilmiştir, bilmek acı çektirir. Acı sadece bedene yönelik tehlike ve yıkımın değil aynı anda bedenin kendini aşma çabasının ve değişimin de ifadesidir. Neruda’nın dediği gibi acı çekmek bilmek ve kavramaktır; bilmek bize gereken acıyı sağlar.

Modern zamanlar, insanın hissizleşmesini, kusursuzlaşmanın ve mükemmel insana ulaşmanın bir önkoşulu olarak algılamıştır. Modernizm için ‘hisler’ sosyo-ekonomik anlamda arızi durumlardır; insan bedeninin, robot imgesinde algılandığı gibi, kusursuz işlemesi beklenir. Seri üretimin temel ekonomik faaliyet olduğu dönemler için bedenin acı çekmesi dayanılır bir şey değildi. Bir yandan ilaç endüstrisi acıyı kökten yok etmek için harekete geçerken sakat, obez, yaşlı, özürlü ve acı ile malûl olan bedenler üretim sürecinde değer ifade etmeyen, planlı ekonomi verilerine girmeyen ‘dışsal değişkenler’ olarak algılanır hale geldi.
Auschwitz’de sakat ve yaşlıların imhası modernizmin bedene yaklaşımında ipin ucu kaçırılmış bir idealizmi ifade ediyordu. Yüzyılımızın en önemli imgelerinden biri olan Auschwitz sadece acının kurumsallaştırılmasının en üst noktasını ifade etmedi. Evet, şiddet tekelini elinde bulundurması ile devletin, acı konusundaki planlı ve programlı baskı aygıtını kurmasına faşizm denildi. Ama daha ötesinde Wallerstein’ın deyimi ile ‘albatrosu vurmuştuk’ ve cini şişeden çıkartmıştık. Cini yaratan ise modern zamanlardır, boynumuza asılı albatros ise kendi bedenlerimize ve başka bedenlere çarpık yaklaşımımızdır. ‘Defolu bedenler’ algısı modern zamanların dayatmasıdır.
Modern insanın acı ile ilişkisi daha baştan çift yönlü olmuştur. Acı makbul bir şey değildir ve hayattan kovulmuştur. Modernizmin hayattan kovduğu her insanlık durumu gibi, acı da kapıdan kovulmuş, bacadan eve geri girmiştir. Modern zamanlarda bir yandan acıdan kaçış ve yok etme çabası öte yandan ise acıya yönelik şiddetli bir arzu ve öykünme at başı gider. Acı toplumsaldan yok edilmiştir ama bireysel olanda şiddetle arzulanır hale gelmiştir. Doğallığı inkâr edilen acı, yeraltına iner.
Öncelikle modern zamanların acıyı yok sayan ve inkâr eden tavrını ele almak daha yerinde olacaktır.
Acıyla Hesaplaşma
Modernizm için acı bedenin kırılganlığını temsil eden bir olgu olarak yok edilmesi gereken bir insanlık halidir, kapatılması gereken bir açıktır. Ortaçağ Hıristiyanlığının çileci ve acıyı kutsayan anlayışından intikam almaya çalışan modernizm ‘acısız cennet’i dünyaya indirmiştir. Kartezyen felsefe açısından hüküm bellidir: acı ölümdür, ölümlülüktür; dünya cenneti ise ölümlülük üzerine kurulamaz! Acı artık bir arınma ve kurtuluş yolu değildir. Dahası acı artık doğal bir durum da değildir; bir hastalıktır, bastırılması gereken bir sapkınlıktır.
Çağımızın ağrı kesici kültürü modern zamanların başlangıcı ile gelişmiştir. Şüphesiz insanlık tarihi boyunca ağrı kesiciler vardı; öyle ise niye modern devir farklıdır? Şu yüzden: Yasal yollarla elde edilebilen uyuşturucu ve yatıştırıcıların, yani reçeteye yazılabilenlerin, yasal olmayanlara oranla daha meşru oldukları genel kabuldür artık. Ağrı kesiciler bedeni yeniden üretmeyi bir takıntı haline getirmiş olan modern insan için vazgeçilmezdirler. Estetik ameliyatlar ‘ağrısız sızısız’ ve ‘aynı gün içerisinde taburcu olun’ sloganı ile pazarlanır, özel hastaneler ‘ayakta tedavi’ promosyonu yaparlar. Antidepresanlar ruhsal acının panzehiri olarak yerini alır.
Hiç kesilmemesi gereken bir hız bağımlısı olan toplumumuz için ağrı kesiciler ve antidepresanlar çantadan hiçbir zaman eksik edilmemesi gereken kurtarıcılardır. Hızın kesintiye uğramasını ve ilginin üretim sürecinden uzaklaşmasını getirebilecek herşey gibi bedenin sessiz çığlığı da susturulmalıdır. Acı ise sadece acı çeken kişinin ilgisini değil, tüm toplumun ilgisini bedene ve ‘acı çeken insan’a yöneltir.
İnsanın kendi bedenine karşı hissizleştirilme operasyonu toplumun acı çekenlerine karşı hissizleştirilmesi süreci ile paraleldir. Acı çeken kendi bedenini yatıştırıcılarla boğan, zorla susturan modern insan, çevresindeki acı çekenlere karşı da duyarsızlaşır. Wall Street’in köşelerinde üşüyen, acı çeken evsizler ve sigortasızlar ya da haber bültenlerinde savaşlarda parçalanan bedenler artık görünmez, ‘yok insan’lardır. Modern şehirlerin varoşlarından öyle araba ile geçip gider modern insan. Hız süreklidir ve şehirlerin acı çeken kısımları kesilip atılır basitçe.

Modern zamanların şehir kültürü ve şehircilik anlayışının, basitçe bedenin yeniden şekillendirilmesine benzediğini söylemek abartılı olmaz. Acıyı ifade eden varoşlar güzel bir bedeni kuşatan selülitler gibi görülür, yok edilir, bastırılır ya da en azından yok farz edilir. Modern toplum, toplumsallığın üretildiği şehirleri aynen bir beden gibi algılar ve yeniden şekillendirir, deforme eder. Modern metropollerin merkezleri her yıl birkaç kez değişen kaldırım taşları gibi ufak tefek estetik ameliyatlarla malûldür.
Modern insanın ‘kazananlar ve kaybedenler’ düalizmi aynen yaşadığı mekânlara olduğu gibi kendi bedenine de uygulanır. Şişman bir beden, bireyin hapishanesidir artık, formunu yitiren bedenlerin piyasada yeri yoktur, ya yeniden şekillendirilmelidir ya da yok edilmelidir. Acı ancak bu yeniden şekillendirme sürecinde katlanılabilecek bir geçiştir. Bunun dışında modern zamanlarda ağrı patolojik bir durum olarak görülür, bir semptom olarak tanımlanır, toplumsal algıdan tümüyle yok edilmeye çalışır. Peki kovulabildi mi? Modern zamanlar acı karşısındaki zaferini kutlayabildi mi?
I hurt myself today
To see if i still feel
I focused on the pain
The only thing that’s real
Bugün kendimi yaraladım
Görmek istedim, hâlâ hissedebiliyor muyum
Tüm dikkatimi acıya verdim
Ki o, gerçek olan tek şeydi
Johnny Cash, ‘Hurt’ adlı şarkısından
Acının Tanrısallaştırılması
Modern insanın acı ile ilişkisinde ikinci boyutu ise, bedenini acı üzerinden yeniden tanımlama çabası oluşturur. Modern zamanlarda bireyin bedeni ve doğa ile iletişim imkânları kısıtlanmıştır, bu iletişim sapkınlık olarak görülür, üretim sürecinden dikkati uzaklaştıran her şey gibi kınanır. Acı ise görünmez bedeni görünür kılmanın yolu, hissetme arayışının kaçınılmaz durağıdır.
Kapıdan kovulan acı bacadan girer, yeraltına sızar. Mazoşizm yaygındır. Bedeni acı sınavından geçirmek diye genel bir tanıma sokulabilecek mazoşizm aslında sadece cinsel bir fantezi değil aynı zamanda bir keşiftir. Aslına bakılırsa bedene acı çektirmek ve acıdan haz alma çabası bir kaçıştır. Acıya ilişkin tüm insani bağları ağrı kesicilerle kesilmiş, ‘yatıştırılmış’ insan, varoluşsal bir deneye sürüklenir, kendi bedenini ya da başka bedenleri acı sınavına sokar. Bedenini hissetmek heyecan verici olduğu kadar sapıkçadır da modern insan için. Metalle sevişmek gibidir, insan bedenlerinin ise soğuk çelikten farklı olmaması beklenir; aynı sağlamlıkta, aynı hissizlikte.
Modern toplumda hissizleştirilmiş bedene yönelen ilgi mazoşizmi üretirken, hissizleştirilmiş toplumsallığa yönelen ilgiyse ‘acının tanrılaştırılması’nda görülür. Elbette ki toplumların birbirlerine çektirdikleri acıların başlangıcı modern zamanlar olmadı, ancak bir toplumun bir diğerine çektirdiği acıyı tüm ayrıntıları ile televizyonlardan canlı izlemesi ilk kez günümüzde görülüyor. Kitleler halinde acı çekenlerin görüntüsü kitleler halinde izleyenlerce ‘algılanıyor’. ‘İliştirilmiş’ medya, acının kitle algısına hizmet eder, güçlülerin yapabileceklerinin ibret olsun diye gösterilmesini üstlenir.

Ancak modern insan için bedenine acı çektirmek ve mazoşist varoluş, bedenle barışmanın ve onun doğallığına saygı duymanın aracı değildir aksine bundan uzak bir noktadadır. Bedeni yenmenin bir yolu olan acı ile amaçlanan, tüm insan ilişkilerinin olduğu gibi beden-ben ilişkisinin de mülkleştirilmesidir. Fethedilen beden zevk verir, fethedildiği ölçüde ‘mülkleştirilir’. Modern insanın en fazla zevk aldığı şey egemen olmak ve sahip olmak değil mi? Modern zamanlardaki kesintisiz hızın simgesi otomobiller cinsel objelerle pazarlanmıyor mu?
Bedenle iletişim kurma serüveni yerine bedene hakim olma serüveni çıkmaz sokak gibidir. Bu yüzdendir ki, acı karşısında tıbbi anlamda en fazla ilerleme kat edilen yüzyılımız acının en fazla kitleselleştiği zamanları da ifade etmekte. Aslına bakılırsa kendi bedenine ‘tanıma/ meydan okuma/deforme etme’ diyalektiği ile yaklaşan modern insanın sonuçta bedenin imhasına yönelmesi hiç de şaşırtıcı sayılamaz. Bedeni ucubeleştirmek ve ‘bozmak’ acı serüveninin kaçınılmaz ereğidir. Bedeni yeniden şekillendirme serüveni tanrılık iddiasının temel eşiğidir.
Bedeni acı ile fethetmenin siyasal bir yönü de var. İşkencenin kurumsallaşması ve sorgu teknikleri, bedenin düşünce dünyasının fethedilmesinin bir aracıdır. Şüphesiz başka bedenlere eziyet edilmesi ve acının bir silah olarak kullanımı çağlar boyunca vardı ancak bedenin ve zihnin tahrip edilmesinin bu derece sistematikleştiği bir çağ modern öncesi zamanda görülmemişti. İşkence ‘yeniden icat edilmiştir’. Bedenin tıbbileştirilmesi bu sürece hizmet etmektedir, ‘hasta beden’ tanımı acı ile ilişkiyi sorunlu kılar.
Guantánamo’da işkencenin fiili hukuk yarattığı bir çağdayız. Acı ile ilişkimizin siyasal anlayışımızla derin bağlantıları vardır. Kate Millett insanın tıbbileştirilmesi ile bedene yönelik şiddetin politik baskı aracı olarak kullanılmasının akrabalık bağını şu sözlerle deşifre eder:
“Psikiyatri insan haklarını taciz etmektedir. Elektroşoklar, zorla müdahaleler. (…) Onlar güç kullanmaktan vazgeçmiyorlar. Biliyorsunuz bir kez akıl hastası ilan edildiniz mi bütün sosyal haklarınız elinizden alınıyor, vatandaş sayılmıyorsunuz. Bu korkunç bir şey. Tımarhanelerde insanlar tamamen yalıtılmıştır. Hiç kimseyle bir iletişimleri olamaz. Politik baskıya yönelik kurumlarla psikiyatrik kurumlar arasında bir ortak yan söz konusudur bu yüzden. Burada insanın bütünsel bir kontrolü var.” (Bkz; Lobotomi)
Hasta ve sakat bedenlerin, yani acı çeken beden imajının göz önünden kaldırılmasında temel savlardan biri de ‘yaşam kalitesi’ olgusudur. ‘Yaşam kalitesini arttırma’nın güncel beden algısına erişmekle at başı gittiği zamanımızda yaşam; ‘kaliteli’, ‘pürüzsüz’, kesintisiz hıza tabi olarak makbul görünmektedir. Gündelik yaşamımızda artık fazlası ile yeri olan bu kavramın anlam çerçevesi sakat ve yaralı bedenlerin yok edilmesini savunan faşist anlayıştan selülitli bedenlerin ‘yola getirilmesi’ne kadar, geniş bir çerçevede kavramsal analiz sunmaktadır.
Auschwitz’te hasta, sakat ve yaşlıların krematoryumlara gönderilmesinin nedeni açıktır: Artık bu bedenlerin üretim süreci açısından bir değer ifade etmeyişleri ve dahası toplumun ‘genel yaşam kalitesini’ düşürmeleri. Günümüzde de sakat ya da değil, bedenlerimiz üretim değerinden çok tüketim değeriyle ölçülmüyor mu? Benzer bir şekilde özellikle Avrupa’da yaş ortalamasının gitgide yükselmesi karşısında ‘yaşam kalitesi’ tartışmasının yoğunlaşmasını izliyoruz.
Bir Metafor Olarak Hastalık
Acıyla savaşımızın temelinde bedenin tıbbi bir nesne olarak algılanması yatmaktadır. Bedenin tıbbileştirilmesi ile birlikte gelişen ‘sağlıklı’ kavramı gündelik dile acısız olarak tercüme edilir. Acı, bir insanlık halinin yansıması değildir artık, ‘hasta insan’ olgusunun bir türevidir. Modern zamanlarda ‘hastalık’ ve ‘hasta beden’e yaklaşım başlı başına araştırmalara konu olmuştur. Bunlar içerisinde Susan Sontag’ın kanser olduğunu öğrendikten sonra başladığı ve tümüyle bir içsel yolculuk olan eseri Bir Metafor Olarak Hastalık- AIDS ve Metaforları’nı önemle anmak gerek. (Bkz; Susan Sontag) Sontag modern zamanlarda bedenin kırılganlığının, incinebilirliğinin ve acının bastırılmasını şu sözlerle anlatır: “İleri sanayi toplumlarında ölümle yüzleşmek öylesine zorlaşmıştır ki, ölüm artık doğrudan incitici bir olay sayılmakta, insanların ölmekte olduğu bilgisi kendilerinden esirgenmekte, ölüm üzerine tüm çeşitlemeler, ‘iyi ölüm en kısa ve bilinçsiz ölümdür’ şeklindeki bir yanılsamaya temellenir hale gelmektedir.”
Hasta insanların acı çekmesi kısmen normal kabul edilir. Ancak bu ‘normal’ acı çeken bedenin ve bir insanlık durumu olarak acının toplumsallaştırılması değildir, hasta insan toplum dışındadır, hastanenin ve sağlık kurumlarının mülkiyetindedir. Hastalık toplumsal dışı bir değişkendir, gün ışığında bulunamayacak karanlık bir tecrübedir. Modern tıbbın birçok tıbbi gelişimi Auschwitz ve diğer toplama kamplarında yapılan bilimsel deneylere borçlu olması yüzyılımızın hâlâ taşıdığı ağır bir utançtır. Acı çeken, hasta beden toplumun kıyısındadır. Açıkça söylemek gerekirse hasta beden modern zamanlarda kavramsal anlamda tümüyle bir ‘ucube’dir.
Görülen o ki, ölümlü beden gerçeği ile yüzleşmekten korktuğumuz sürece acıyla üvey evlat ilişkimiz de sürecek. Bedenin kırılganlığının inkârı, ölümlülüğün yok sayılması üzerine kuruluyor. İnsan artık yeryüzünün ve kendi bedeninin ‘tanrı’sı olmuş durumda. Zeus acı çeker miydi?
Oysa ağrı vücudun doğal savunma mekanizmasıdır, ağrı habercidir, dış dünyaya ve doğaya bağlayan şeydir. Ağrı algımızdır, varoluşumuzdur, kozamızdır. Ağrıyı gündelik hayatımızda yeniden üretme deneyimimiz ancak ağrının bedenin bir parçası olduğunu kabul etme cüretini gösterebildiğimiz sürece bizi özgürleştirebilir.
Ağrıyı yok etme çabası bedeni hissedememeyi ve beraberinde doğayı hissedememeyi getiriyor. Bu ise, küresel üretim, tüketim ve yeniden üretim sistemimizin ekolojik dengeyi bozmasına kulaklarımızı tıkayışımızda olduğu gibi, yaşam tarzımızın doğaya aykırı oluşu karşısında isyan eden bedenimizin sesinin kısılmasıdır.
Dengesinin bozulmasına kulak tıkadığımız doğa ve ekolojik sistem bize kayıtsız kalamayacağımız tsunami dalgaları şeklinde geri dönüyor. Dünyamızın ve küresel toplumumuzun kendi elleri ile ürettiği bu canavarın açtığı yara ile acı çektiğini görüyoruz, son yüzyılın en büyük doğal felaketleriyle yüz yüzeyiz ve dahası kapımızda. Peki bedenimiz bize hangi tsunami dalgaları ile yaptıklarımızı ve çığlığına olan duyarsızlığımızı ödetiyor, farkında mıyız? Daha can alıcı bir soru: Biz modern insanın sahiden bir bedeni var mı?
“Ancak toprağa girince rahatlar insan” derdi eskiler. Televizyonlardan fışkıran acı ve savaş görüntülerinin, ağrısız bir mükemmel beden kurma idealimize sadık zihinlerimizi şokladığı bugünde belki şu soru anlamlıdır: Yoksa eskiler çok da haksız değil mi?
Bünyamin Esen
www.acikradyo.com.tr
9 – 21 Mart 2005
Kaynaklar
Bryan S. Turner; “The Body and Society: Explorations in Social Theory” Theory, Culture and Society. Vol. 46, Second Edition. London: SAGE Publications, 23 Aralık 1996.
Chuck Palahniuk; Görünmez Canavarlar. Çev: Funda Uncu Irklı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004.
David B. Morris; Illness and Culture in Postmodern Age. California: University of California Press, 1998.
Erol Göka; “Ölümden Öte Köy Var mı?” Virgül Dergisi. İstanbul: 1998.
Immanuel Wallerstein; “Albatros of Racism” London Review of Books. London: 18 Mayıs 2000.
‘Kate Millett’ın İstanbul Yolculuğu’, Kate Millett ile Şöyleşi, Milliyet, 19 Aralık 1994.
Kate Millett; Zulüm Politikaları, Siyasi Tutukluların Tanıklıkları Üzerine Bir Deneme. Çev. Beril Eyüboğlu. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.
Susan Sontag; Bir Metafor Olarak Hastalık, Çev. İsmail Murat. İstanbul: BFS Yayınları, 1988.
Susan Sontag; Başkalarının Acısına Bakmak, Çev: Osman Akınhay. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2004.
“The Body in Pain: The Making and Unmaking of the World” The Structure of War: The Juxtaposition of Injured Bodies and Unanchored Issues. Oxford: Oxford University Press, 1985.
United States National Library of Medicine, National Institutes of Health, The Visible Human Project.
www.nlm.nih.gov
Matt Roskoski, Jeff Shaw and Matt Stannard; “The 1998 September-October NFL Topic” Sanctity of Life Versus Quality of Life. Ed. JP Lacy. California: West Coast Publishing, 1998.
Yaşar Çabuklu; “Acı: Bedenin Adlandırılamayan Sesi” Toplumsalın Sınırında Beden. İstanbul: Kanat Kitap, 2004.
Yaşar Çabuklu; “Sade’ı Yakmalı mı?” Kovulanın İzi. İstanbul: Metis Yayınları, 2001.